Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə7/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   20

"Anladığım kadarıyla öteki oğlanlar ve kızlarla New York gezisine katılamayacak kadar hastaymışsın," dedi İhtiyar Bilardo Topu. Bu arada beni tepeden tırnağa süzmüştü.

Bunun doğru olduğunu, rahatsız olduğumu belirttim.

"Eğlenceyi kaçırmış olman yazık," dedi İhtiyar Bilardo Topu. "Biraz daha iyi misin şimdi?"

Evet, biraz daha iyiydim. Muhtemelen midemi üşütmüştüm, hani şu yirmi dört saatlik virüslerden filan kapmıştım.

"Umarım bir daha almazsın o virüsü," dedi. "En azından bu gezide." Bir süre daha baktı bana, gözleri birbirimizi anlayıp anlamadığımızı soruyordu.

95

Stephen King



"Eminim ki almam," dedim ve söylediğimde ciddiydim. Sarhoşluğun ne olduğunu anlamıştım... belli belirsiz kükreyen bir iyi niyet duygusu, daha belirgin bir biçimde bilincinin bedeninden koptuğu ve bir bilimkurgu filminin kamerası gibi havada salınarak her şeyi filme aldığı duygusu, ardından bulantı, kusma ve baş ağrısı. Hayır, o virüsü bir daha almayacağım, dedim kendi kendime, ne bu gezide ne de başka bir zaman. Neye benzediğini anlamak için bir kez yetmişti. Sadece bir aptal bunu bir daha denerdi ve sadece bir deli -mazoşist bir deli- içkiyi hayatının düzenli bir parçası haline getirirdi.

Ertesi gün, yol üzerindeki Amish bölgesinde bir mola vererek Washington'a gittik. Otobüsün park ettiği yerin yakınında bir içki dükkânı vardı. İçine girip etrafa bakındım. Pennsylvania'da içki içme yaşı yirmi birdi ama, yegâne iyi takım elbisem ve Fazza'nın eski siyah paltosuyla rahatlıkla o yaşta görünüyor olmalıydım... aslında, muhtemelen yeni salıverilmiş, uzun boylu, sıska ve pek de suçsuz yere hapse atılmamış genç bir mahkûma benziyordum. Görevli herhangi bir kimlik istemeden bana bir ellilik Four Roses sattı ve gece için durduğumuzda ben yine sarhoştum.

On yıl kadar sonra Bili Thompson'la birlikte bir İrlanda harındaydım. Üçüncü kitabım The Shining'mw tamamlanması da dahil kutlayacak pek çok şeyimiz vardı. Alkolik bir yazar ve eski öğretmen hakkındaki kitabımdı. Temmuzdu, All-Star beysbol maçının olduğu geceydi. Planımız, önce buhar masasına dizili tabaklardan güzel, eski usul bir yemek yemek, sonra da kafayı bulmaktı. Barda bir çiftle başladık ve bütün yazıları okumaya koyuldum. Bir tanesi manhattan'da bir Manhattan iç diyordu. Başka biri ise

<'» Medyum (Altın Kitaplar). .

96

Yazma Sanatı



salilar iKi dörttür diyordu. Üçüncü birinde ise çalişmak İçen sinifin lanetİdİr yazıyordu. Ve orada, tam önümde, erkenci

KUŞLARA ÖZEL! PAZARTESİ - CUMA, SABAH 8 - 10 ARASI BİR DOLARA SIKI içici yazan bir tane vardı.

Barmene işaret ettim. Yaklaştı. Keldi, gri bir ceket giymişti, 1966 yılında bana ilk yarım litreliğimi satan adam olabilirdi. Muhtemelen de oydu. Yazıyı gösterdim ve "Sabahın sekiz on beşinde gelip de sıkı içki ısmarlayan kim?" diye sordum.

Ben gülümsüyordum ama adam gülümsemedi. "Üniversiteli çocuklar," diye cevap verdi. "Tıpkı senin gibi."

-33-

1971 veya '72'de, annemin kız kardeşi Carolyn Weimer göğüs kanserinden öldü. Annem ve teyzem Ethelyn (Carolyn'in ikizi) Cal Teyze'nin cenaze töreni için Minnesota'ya uçtular. Annemin yirmi yıldır ilk uçağa binişiydi. Dönüş uçuşunda, "Mahrem yerim," dediği yerden ağır bir kanama geçirdi. Hayatının bu bölümündeki değişiklikler çok uzun zaman önce gerçekleşmiş olduğu halde, bunun sadece son bir âdet kanaması olduğuna karar vermişti. Sarsılarak uçan TWA jetinin küçük tuvaletine kapanıp kanamayı kesmek için tampon koydu (Sue Snell ve arkadaşları orada olsa, tıka, tıka diye bağırabilirlerdi.) ve yerine döndü. Ne Ethelyn'e ne David'e ne de bana bir şey söylemedi. Kendimi bildim bileli doktoru olan Joe Mendes'i görmeye de gitmedi. Bütün bunların yerine, sorunu olduğunda her zaman yaptığı şeyi yaptı: içine kapandı. Bir süre işler yolunda gider gibi oldu. İşinin, dostlarının ve ikisi Dave'den, ikisi de benden olan torunlarının tadını çıkardı. Sonra işler yolunda git-



97

F:7


Stephen King

memeye başladı. 1973 Ağustosu'nda, feci bir şekilde varisli olan damarlarının "Temizlendiği" bir ameliyatın ardından yapılan kontrolde, anneme rahim kanseri teşhisi kondu. Bence, bir zamanlar bir kâse dolusu jöleyi yere döküp iki oğlu kahkahalar atarak bir köşeye yığılırken o jölelerin içinde dans etmiş olan Nellie Ruth Pillsbury King aslında utançtan öldü.

Son, 1974 Şubat ayında geldi. O sırada Carrie'den küçük bir miktar para akışı başlamıştı ve bazı tıbbi masraflara yardım edebilecek durumdaydım... hiç olmazsa buna seviniyordum. Ve son aşamada, ben de Dave ile Linda'nın evindeki arka odadaydım. Bir gece önce sarhoş olmuştum, ama neyse ki akşamdan kalmalığım pek şiddetli değildi. İnsan annesinin ölüm döşeğinde aşırı derecede akşamdan kalma olmayı istemez.

Dave sabah 6.15'te alçak sesle kapımdan seslenip onun ölmek üzere olduğunu düşündüğünü söyledi. Büyük yatak odasına gittiğimde, yatakta annemin yanına oturmuş, içsin diye bir Kool sigarası tutuyordu. Annem güçlükle aldığı iki soluk arasında içiyordu sigarayı. Yarı bilinçliydi, gözleri Dave'den bana, benden tekrar Da-ve'ye kayıyordu. Dave'in yanma oturup sigarayı aldım ve annemin ağzına götürdüm. Dudakları filtreyi kavramak üzere uzandı. Yatağının yanında, bir yığın bardakta tekrar tekrar yansıyan, Carrie'nin ilk baskılarından biri duruyordu. Annemin ölümünden önce, bir ay kadar teyzem Ethelyn, ona yüksek sesle okumuştu kitabımı.

Annemin gözleri Dave'den bana, Dave'den bana, Dave'den bana gidip geldi. Yaklaşık seksen kiloyken, kırk beş kilo filan olmuştu. Cildi o kadar sarı ve o kadar gerilmiş durumdaydı ki, Ölüm Günü'nde Mexico sokaklarında gezdirilen o mumyalara benzemiş-ti. Sırayla sigarasını tutmaya devam ettik ve filtreye kadar içince sigarayı söndürdüm.

98

Yazma Sanatı



"Oğullarım," dedi ve uykuya ya da bilinçsizlik denecek bir duruma daldı. Başım ağrıyordu. Komodininin üzerindeki bir sürü ilaç şişesinin arasından bulup iki tane aspirin yuttum. Dave ellerinden birini tuttu, ben de ötekini aldım. Örtünün altında yatan annemizin bedeni değil de açlıktan ölen bir çocuğun bedeniydi sanki. Bir süre, Dave ile sigara içerek konuştuk. Neler dediğimizi hatırlamıyorum. Bir gece önce yağmur yağmış ve sonra hava soğumuştu, sabah sokakları buza kesmişti. Annemin aldığı her gıcırtılı nefesin arasının giderek açıldığını fark ediyorduk. Sonunda hiç nefes kalmadı ve ara kesintisiz bir hal aldı.

-34-


Annem, soğuk yüzünden kapalı olduğu için Metodistliğe geçtiği, kardeşimle benim büyüdüğümüz Güneybatı Bükü'ndeki Cemaat Kilisesi'nin dışına gömüldü. Onunla ilgili konuşmayı ben yaptım. Ne kadar sarhoş olduğum göz önüne alınırsa, epeyce iyi bir iş çıkardığımı düşünüyorum.

-35-


Alkolikler, tıpkı Hollandalıların kanal inşa etmeleri gibi savunmalar oluştururlar. Evlilik hayatımın ilk on iki yıl kadar bir süresini, kendimi "Sadece içmeyi sevdiğime" inandırarak geçirdim. Ayrıca, dünyaca meşhur Hemingway Savunması'nı da kullanıyordum. Hiçbir zaman tam olarak dile getirilmemiş olsa da (bunu yapmak erkekliğe sığmazdı), Hemingway Savunması şöyle bir şeydi: bir yazar olarak duyarlı bir insanım ama aynı zamanda da bir

99

Stephen King



erkeğim ve gerçek erkekler duyarlılıklarına kapılmazlar. Sadece kadınsı erkekler yapar bunu. O yüzden içiyorum. Yoksa başka türlü bütün bu varoluş dehşetini algılayıp da çalışmayı nasıl sürdürebilirim? Üstelik, zaten içkiyle başa çıkabiliyorum. Gerçek bir erkek daima başa çıkar.

Sonra, seksenlerin başlarında, Maine yasama meclisi, şişe ve teneke kutular için bir geri dönüşüm yasası çıkardı. Benim yarım litrelik Miller Lite kutularım da çöpe atılmak yerine garajdaki bir plastik kutuda birikmeye başladı. Bir sah gecesi birkaç boş kutuyu atmak üzere garaja gittim ve pazartesi gecesi boşaltılmış olan kutunun o anda neredeyse tamamen dolmuş olduğunu gördüm. Ve o evde Miller Lite içen tek kişi bendim...

Allah kahretsin, ben bir alkoliğim, diye düşündüm ve kafamda herhangi bir muhalif düşünce oluşmadı... ne de olsa, The Shining'i (en azından o geceye kadar) kendi hakkımda yazdığımı fark etmeden yazmış bir adamdım. Bu fikir karşısındaki tepkim inkâr etmek ya da hoşlanmamak olmamıştı; ürkmüş kararlılık dediğim bir tepki vermiştim. O zaman dikkatli ol, diye düşündüğümü gayet iyi hatırlıyorum. Çünkü çuvallayacak olursan...

Çuvallayacak olursam, bir gece arabamı bir arka yolda devirir ya da televizyonda bir canlı yayında övünmeye filan kalkarsam, biri bana içkimi kontrol altına almam gerektiğini söylerdi ve bir alkoliğe içkisini kontrol altına alması gerektiğini söylemek de, dünyanın en ağır ishal vakasını geçiren bir adama sıçmasını kontrol altına almasını söylemek gibiydi. Bu sözü duymuş bir arkadaşımın, giderek rayından çıkan yaşamını ele geçirmek üzere ilk denemesinde yaşadığı çok matrak bir hikâye vardı. Bir danışmana gitmiş ve karısının çok fazla içtiğinden endişelendiğini söylemişti.

Danışman, "Ne kadar içiyorsun?" diye sormuştu.

100


Yazma Sanatı

Arkadaşım, danışmana inanamayarak bakmıştı. "Hepsini," demişti, sanki başka türlüsü düşünülemezmiş gibi.

Onun ne hissettiğini biliyorum. İçkiyi bırakah on iki sene oldu ve ne zaman bir restoranda yarısı içilmiş bir kadeh şarapla oturan birini görsem hayretler içinde kalıyorum. Kalkıp oraya gitmek ve o kişinin suratına, "Bitir şunu!" diye bağırmak istiyorum. "Niye bitir-miyorsun?" Sosyal içicilik fikrini gülünç buluyorum... sarhoş olmak istemiyorsan niye sadece kola içmezsin ki?

İçtiğim dönemin son beş senesinde gecelerim hep aynı törenle biterdi: buzdolabında kalan biraların hepsini lavaboya dökerdim. Eğer dökmezsem, kalkıp bir tane daha içene dek konuşurlardı benimle yatakta. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha.

-36-

1985'te alkol sorunuma uyuşturucu bağımlılığını da ekledim, yine de pek çok madde bağımlısı gibi, marjinal olarak yeterli bir düzeyde fonksiyonlarımı sürdürdüm. Bunu yapamama fikri beni dehşete düşürüyordu; o zamanlar başka bir hayatın nasıl yaşanacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Aldığım uyuşturucuları elimden geldiğince saklıyordum, bunun bir nedeni de onlar olmadan ne yapacağım korkusuydu. Normal olma duygusunu unutmuştum ve utanmıyordum. Yine kıçımı zehirli sarmaşıkla siliyordum, bu kez günlük yapıyordum bunu, ama yardım isteyemiyordum. Benim ailemde işler böyle yürümezdi. Benim ailemde insan sigarasını içer, jölenin üstünde dans eder ve içine kapanırdı.



Yine de o öyküler yazan yanım, daha 1975'in başında, The Shining'i yazarken alkolik olduğumu anlamış olan derin yanım bu

101


Stephen King

durumu kabul etmiyordu. O yanım sessiz değildi. Bildiği tek yolla, kurgularım ve canavarlarım aracılığı ile çığlık atmaya başlamıştı. 1985 sonu ve 1986 başında Misery yi(,) yazdım (Kitabın ismi ruh halimi gayet iyi anlatıyordu.), kitapta bir yazar, ruh hastası bir hemşire tarafından alıkonulup işkenceye maruz kalıyordu. 1986 ilkbaharı ve yazında The Tommyknockers'\{2) yazdım, çoğu zaman, nabzım dakikada yüz otuz atarak ve kokain yüzünden kanayan burnuma pamuklar tıkayarak gece yarılarına dek çalışıyordum.

Tommyknockers yazar kahramanın toprağa gömülmüş yabancı bir uzay aracı bulduğu kırkların tarzında bir bilimkurgu öykü-süydü. Mürettebat hâlâ uzay gemisindeydi, ölmemiş kış uykusuna yatmışlardı. Bu uzaylı yaratıklar insanın kafasına giriyor ve hemen orada iş görmeye başlıyorlardı. Kafasına girdikleri kişiye enerji ve bir tür yüzeysel yetenek veriyorlardı (yazar Bobbi Anderson diğer şeylerin yanı sıra telepatik bir daktilo ile atomik bir su ısıtıcısı yaratmıştı). Buna karşılık o kişi ruhunu yitiriyordu. Benim yorgun, aşırı stresli zihnimin uyuşturucu ve alkol için yaratabildiği en iyi metafordu bu.

Kısa bir süre sonra, çirkin bir şekilde aşağı doğru inmekte olan bu spiralden kendi başıma kurtulamayacağıma karar veren karım işe el attı. Kolay bir iş değildi -o sıralar artık doğru yanımın sesini duymaktan uzaktım- ama başardı. Aile üyeleriyle dostlardan oluşan bir müdahale grubu organize etti ve bana İste Senin Hayatın türünden bir cehennem yaşattılar. Tabby işe çalışma odamdan getirdiği bir çanta dolusu şeyi halıya boşaltarak başladı: bira kutuları, sigara izmaritleri, şişelerde ve plastik torbalarda kokain, sümük ve kan bulaşmış kokain kaşıkları, Valium, Xanax, şişeler dolusu Ro-

(1> Sadist (Altın Kitaplar). <2> Şeffaf (Altın Kitaplar).

102


Yazma Sanatı

bitussin öksürük şurubu ve NyQuil soğuk algınlığı ilacı, hatta şişeler dolusu ağız çalkalama sıvısı. Bir yıl kadar önce, banyodan koca leoca Listerine şişelerinin hızla kaybolduğunu fark eden Tabby, bana o şeyi içip içmediğimi sormuştu. Kendinden menkul bir azametle, muhtemelen öyle bir şey yapmadığımı söylemiştim. Yapmamıştım da. Onun yerine Scope içiyordum. Nane kokulu olduğu için tadı daha güzeldi.

Kesinlikle, benim için olduğu kadar karım, çocuklarım ve dostlarım için de tatsız olan bu müdahalenin ana teması gözlerinin önünde ölüyor oluşumdu. Tabby seçme şansım olduğunu söylemişti: ya tedavi görüp düzelebilirdim ya da cehennem olup evden gidebilirdim. Çocuklarla kendisinin beni sevdiklerini ve tam da bu nedenle benim intiharıma tanıklık etmek istemediklerini belirtmişti. Pazarlık etmeye çalıştım, çünkü bağımlılar böyle yapardı. Sevimliydim, çünkü bağımlılar öyle olurdu. Sonunda, iki hafta düşünme süresi elde ettim. Geçmişe bakınca, bu, o dönemin bütün çılgınlığını özetliyor gibi. Adam yanmakta olan bir binanın tepesinde duruyor. Helikopter geliyor, bir ip merdiven atıyor. Helikopterin kapısından sarkan adam, "Tırman!" diye bağırıyor. Yanan binanın tepesindeki adam ise, "İki hafta verin bu konuda düşüneyim," diye cevap veriyor.

Yine de düşündüm -bağımlılık durumumun el verdiği kadar-ve sonunda, Misery 'deki psikopat hemşire Annie Wilkes'in kontrolünde olduğuma karar verdim. Annie kokaindi, Annie içkiydi ve Annie'nin evcil yazarı olmaktan bıktığıma karar verdim. İçkiyi ve uyuşturucuyu bırakırsam bir daha çalışamayacağımdan korkuyordum ama, iş oraya gelecek olursa, evliliğimi korumak ve çocuklarımın büyüyüşünü izlemek için yazmaktan da vazgeçebileceğime de

103

Stephen King



karar verdim (tabi yine o perişan ve karmaşık zihnimin el verdiği ölçüde karar alabilmiştim).

Gelmedi elbette. Yaratıcı çabalarla zihni dağıtan maddelerin iç içe oldukları günümüzün en büyük entelektüel pop mitlerinden biridir. Bundan en çok sorumlu tutulabilecek dört çağdaş yazar muhtemelen Hemingway, Fitzgerald, Sherwood Anderson ve şair Dylan Thomas'tır. Bu yazarlar, İngilizce konuşulan varoluşçu Batı dünyasında insanların birbirlerinden koptuklarına ve bir duygusal boğuşma ve çaresizlik dünyasında yaşadıklarına dair görüşümüzü büyük ölçüde oluşturmuş kişilerdir. Bu kavramlar çoğu alkoliğe de çok aşinadır; ortak tepki de eğlence şeklindedir. Madde bağımlısı yazarlar sonuçta sadece madde bağımlılarıdır... yani başka bir deyişle, bilinen bahçe partisi ayyaşları ve bağımlılarıdır. Uyuşturucu ve alkolün daha ince bir duyarlılık yarattığına dair tüm iddialar, her zamanki kerameti kendinden menkul palavralardır sadece. Alkolik kar küreme aracı şoförlerinin de aynı iddiayı ileri sürdüklerini duymuştum, ifritlerden kurtulmak için içiyordu onlar da. İnsanın James Jones, John Cheever ya da Penn İstasyonu'ndaki bir ayyaş olması hiç fark etmez; bir bağımlı için içki içme ya da uyuşturucu kullanma hakkı ne pahasına olursa olsun vazgeçilmezdir. Hemingway ve Fitzgerald yaratıcı oldukları için yabancılaştıkları için ya da ahlaken zayıf oldukları için içmiyorlardı. İçiyorlardı çünkü hücreleri bunu yapmaları için mesaj yolluyordu. Belki yaratıcı insanlar, alkolizm ve bağımlılık konusunda öteki işleri yapanlara göre daha büyük bir risk altında olabilir, ama ne olmuş yani? Helaya kusarken hepimiz hemen hemen aynı görünüyoruz sonuçta.

104

Yazma Sanatı



-37-

Maceramın sonunda gecede bir kasa yarımlık bira içiyordum ve ortada, yazdığımı bile hayal meyal hatırladığım bir kitap vardı: Cujo.0) Bunu gurur ya da utanç duyarak söylemiyorum, sadece belli belirsiz bir hüzün ve kayıp duygusu var içimde. O kitabı severim. Güzel bölümlerini kâğıda geçirirken aldığım zevki hatırlayabilmek isterdim.

En kötüsü artık ne içmek istiyordum ne ayık kalmak. Kendimi hayattan tahliye olmuş gibi hissediyordum. Yolun başındayken, eğer bunun için zaman tanırsam her şeyin daha iyiye gideceğini söyleyen insanlara inanmaya çalışıyordum. Ve yazmayı asla bırakmadım. Ortaya çıkanların bazıları geçici ve sığdı, ama en azından oradaydılar. Bu mutsuz, yavan sayfaları masamın en alt çekmecesine gömüp bir sonraki projeye geçiyordum. Ufak ufak tempoyu yeniden yakaladım ve bundan sonra keyfim de yerine geldi. Minnet duygularıyla aileme döndüm ve rahatlamış olarak işime sarıldım... uzun bir kışın ardından yazlık evine gidip ilk iş olarak kış boyunca herhangi bir şeyin çalınmış ya da bozulmuş olup olmadığım kontrol eden insanlar gibi davrandım. Hiçbir şey olmamıştı. Her şey hâlâ yerindeydi, eksik yoktu. Borulardaki buzlar eriyip elektrik devreye sokulunca her şey gayet güzel çalışmaya başlamıştı.

-38-


Bu bölümde size anlatmak istediğim son şey masam. Yıllarca, bütün odayı kaplayacak masif meşe bir masaya sahip olma hayali

(1> Kujo (Altın Kitaplar).

105

Stephen King



kurmuştum... artık ne karavanın çamaşır dolabındaki çocuk masası ne kiralık bir evde daracık bir masa olacaktı. 1981'de istediğim masayı aldım ve ferah, bol ışıklı çalışma odama (evin arka tarafındaki tavan arası çalışma odasına dönüştürülmüştü) yerleştirdim. Altı yıl boyunca, hiçliğe giden bir geminin kaptanı gibi, sarhoş veya aklım başımda olmayarak o masanın başında oturdum.

Ayılmamdan bir ya da iki yıl sonra, o ucube masadan kurtuldum ve odayı eskisi gibi bir oturma odasına dönüştürüp karımın yardımıyla hoş eşyalar ve güzel bir Türk kilimiyle süsledim. Doksanların başlarında, kendi hayatlarını yaşamaya başlamadan önce çocuklarım bir basket maçı veya bir film izleyip pizza yemek üzere yanıma çıkarlardı. Gittiklerinde genellikle arkalarında bir kutu dolusu kırıntı bırakmış olurlardı, ama aldırmazdım. Geliyorlardı, benimle olmaktan hoşnut görünüyorlardı ve ben de onlarla birlikte olmaktan memnundum. Başka bir masa aldım... el yapımıydı, çok güzeldi ve öncekinin yarısı kadardı. Masamı odanın batı ucuna, sayvanın altına bir köşeye koymuştum. Sayvan, Durham'da altında uyuduğum sayvana çok benziyordu, ama duvarlarda fareler ve aşağıda birilerine at Dick'i beslesinler diye seslenen bunamış büyükanne yoktu. Şimdi elli üç yaşında, gözleri bozuk, bir bacağı sakat ve ayık bir adam olarak hâlâ onun altında oturuyorum. Nasıl yapılacağını bildiğim ve yaptığım işle uğraşıyorum. Size anlattığım onca şeyi yaşadım (ve anlatmadığım daha nicesini) ve şimdi de elimden geldiği kadarıyla işi anlatacağım. Söz verdiğim gibi, kısa keseceğim.

İş şöyle başlar: masanızı köşeye yerleştirin ve yazmak üzere masaya her oturuşunuzda, masanın neden odanın ortasında durmadığını kendinize hatırlatın. Hayat, sanat için bir destek sistemi değildir. O, gidilecek öteki yoldur.

106


Yazma Sanatı

Yazmak Nedir

Telepatidir elbette. Bu konuda düşünmeyi bırakmak keyiflidir... insanlar yıllarca böyle bir şeyin var olup olmadığı üzerine tartışıp durdu, J. B. Rhine gibi kişiler, bunu izole ederek ortaya koyacak geçerli bir test sistemi üzerine kafa patlattı ve bütün o zaman zarfında telepati hep oradaydı, Bay Poe'nun Çalıntı Mektubu gibi hep açıkta duruyordu. Bütün sanatlar bir ölçüde telepatiye bağlıdır, ama ben yazmanın en arı damıtmayı sunduğuna inanıyorum. Belki önyargılıyım, ama öyle bile olsam, yine de yazma konusuna sarılabiliriz, çünkü bu konuyu düşünmek ve konuşmak amacıyla buradayız.

Benim adım Stephen King. 1997'de karlı bir aralık sabahında, masamda (sayvanın altındaki masa) oturmuş bu bölümün ilk müsveddesini yazıyorum. Zihnimde çeşitli şeyler var. Bazıları endişe (gözlerimin bozulması, Noel alışverişine henüz başlamamış olmak, virüs kapmış olarak dışarıya çıkan eşim), bazıları ise güzel şeyler (küçük oğlumuz sürpriz bir şekilde üniversiteden çıkageldi, bir konserde Wallflowers ile birlikte Vince Taylor'ın "Brand New Ca-dillac"ını çalacağım), ama tam şu anda bütün bunlar aklımdan gi-

107

Stephen King



diyor. Ben başka bir yerdeyim, bir sürü parlak ışığın ve net imgelerin bulunduğu bir bodrum karındayım. Burası yıllar içinde kendim için inşa ettiğim bir yer. Çok uzağı görebildiğim bir yer. Bunun biraz garip olduğunu, çelişkili olduğunu biliyorum, uzağı görebildiğim bir yerin aynı zamanda bir bodrum olmasının, ama böyle hissediyorum. Siz kendi uzağı gören mekânınızı inşa ederseniz, bunu bir ağacın tepesinde veya Dünya Ticaret Merkezi'nin çatısında ya da Büyük Kanyon'un kenarında oluşturabilirsiniz. Robert Mc-Cammon'un bir romanında dediği gibi, bu sizin kendi küçük kırmızı vagonunuz.

Bu kitap 2000 yaz sonu veya sonbahar başı basılacak biçimde programlandı. Eğer olay böyleyse, zamanın içinde siz benden ötede bir yerdesiniz demektir... ama kendi uzağı gören yerinizde, telepatik mesajlar aldığınız yerdesinizdir. Orada olmak zorunda da değilsiniz; kitaplar eşsiz bir şekilde taşınabilir büyülerdir. Ben genellikle arabada dinlerim (kesinlikle kısaltılmamış olarak; kısaltılmış sesli kitapların iğrenç olduğunu düşünürüm) ve her gittiğim yere de bir tane götürürüm. İnsan ne zaman bir kaçış kapısı isteyeceğini asla bilemez: plazalardaki uzun kuyruklarda, sıkıcı bir üniversite binasında kartınızı imzalatmak üzere danışmanınızı beklerken, havaalanlarında, yağmurlu öğle sonralarında çamaşırhanelerde ve kesinlikle en kötüsü de, hassas bir durumdayken, geç kalan bir doktoru muayenehanesinde yarım saat beklemek zorunda kalınca. Böyle durumlarda kitap benim için hayati bir önem taşır. Herhangi bir tarafa gitmeden önce arafta bir süre geçirmek zorun-daysam, ödünç kitap veren bir kütüphane olduğu sürece benim açımdan bir sorun olmaz sanırım (eğer kütüphane varsa, muhtemelen Danielle Steel'in romanlarıyla Tavuk Suyuna Çorba kitapla-

108

Yazma Sanatı



nndan başka bir şey bulunmuyordur, ha-ha, sana şaka yaptık Steve).

Kısacası her yerde okuyabilirim, ama tercih ettiğim bir yerim

vardır ve muhtemelen sizin de öyledir... ışığın iyi, etkilerin genelde güçlü bir yer. Benim için bu yer, çalışma odamdaki mavi koltuktur. Sizinki de güneşlenme verandanızdaki kanepe, mutfaktaki sallanan koltuk olabilir ya da belki yatağınızda sırtınızı dayayıp okursunuz... yatakta okumak cennete gitmek gibi olabilir, tabi sayfalara yeterli ışık geliyorsa ve kahvenizi ya da konyağınızı çarşaflara dökmüyorsanız.

Sonuç olarak, sizin en sevdiğiniz alış yerinizde, benim de en iyi gönderimlerimi yaptığım yerde olduğumuzu varsayalım. Zihinsel performanslarımızla sadece mesafeyi değil, zamanı da aşmamız gerekir, ama bu da gerçek bir sorun yaratmaz; eğer hâlâ Dickens'ı, Shakespeare'i ve (bir iki dipnot yardımıyla da olsa) Herodot'u okuyabiliyorsak, sanırım 1997 ile 2000 arasındaki boşluğu da doldurabiliriz. Ve işte başlıyoruz... gerçek telepati iş başına geçiyor. Kolumdan bir şeyler çıkarmadığımı ve dudaklarımın asla oynamadığını göreceksiniz. Muhtemelen sizinkiler de öyle olacak.

Bakın... burada kırmızı bir örtüyle örtülmüş bir masa var. Üzerinde de küçük bir akvaryum boyutlarında bir kafes duruyor. Kafeste pembe burunlu ve pembe sürmeli beyaz bir tavşan var. Ön ayaklarıyla sürekli kemirdiği bir havucu tutuyor. Sırtında mavi mürekkeple net bir şekilde yazılmış 8 rakamı görünüyor.

Aynı şeyi görüyor muyuz? Kesin olarak emin olmak için bir araya gelip notlarımızı karşılaştırmamız gerekir, ama sanırım aynı şeyi görüyoruz. Tabi ki bazı farklılıklar vardır: bazı alıcılar hindi kırmızısı bir örtü görür, bazıları ise kızıl görür, başkaları da farklı tonlarda kırmızılar görebilir. (Renk körü alıcılar için kırmızı masa

109

en King


örtüsü koyu gri sigara külü gibidir.) Bazıları için örtünün kenarları fırfırlı, bazıları için düzdür. Dekorasyon meraklısı ruhlar birazcık dantel eklemiş olabilir, buyurun - benim örtüm sizin örtünüzdür, kendinizi şaşırtın.

Aynı şekilde, kafes meselesi de herkesin kendi yorumunu yapması için epeyce alan bırakır. Ama bunun nedeni kaba mukayese yöntemi ile tanımlanmış oluşudur, bu yöntem ancak eğer siz ve ben dünyayı benzer gözlerle görüyor ve nesneleri o şekilde ölçüyorsak yararlı olur. Kaba mukayeseler yaparken dikkatsizlik etmek kolaydır, fakat ayrıntılara kılı kırk yaran bir titizlikle yaklaşmak da yazmanın bütün eğlencesini alıp götürür. Ne yani, "Masanın üzerinde doksan altı santim uzunluğunda, altmış santim eninde, elli santim yüksekliğinde bir kafes duruyor" mu diyeceğim? Bu nesir değil, kullanma talimatı olur. Paragraf bize kafesin hani maddeden yapıldığını da söylemiyor -tel örgüden mi, çelik tellerden mi, camdan mı?- ama bu gerçekten önemli mi? Hepimiz kafesin içinin göründüğünü anlayabiliyoruz; bunun ötesine de aldırmıyoruz. Buradaki en ilginç şey, kafeste havuç kemiren tavşan da değil, sırtındaki numara. Altı değil, dört değil, on dokuz buçuk değil. Bir adet sekiz. Baktığımız şey bu ve hepimiz onu görüyoruz. Ben size söylemedim. Siz de bana sormadınız. Ne ben ağzımı açtım ne de siz. Aynı odada olmadığımız gibi, aym yılda bile değiliz... ama birlikteyiz. Yakınız.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə