Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə4/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20

-19-


Dave'in Paçavrası için arkası yarın türünden bir öykü yazmak eğlenceliydi; ama diğer gazetecilik görevlerim beni sıkıyordu. Ne var ki, böylece bir gazetede çalışmış olmuştum, bu duyulmuştu ve Lizbon Lisesi'ndeki ikinci yılımda okul gazetesi, Davul'un editörü oldum. Bu konuda bana söz hakkı tanındığına dair bir anım yok; öyle sanıyorum ki, durup dururken atanmıştım bu göreve. Yardımcım Danny Emond gazeteye benden bile daha az ilgi duyuyordu. Danny'nin sevdiği, işimizi yaptığımız 4 numaralı sınıfın, kızlar tuvaletinin bitişiğinde olmasıydı. "Bir gün kafayı yiyecek ve oraya dalacağım Stevie," demişti bana defalarca. "Dal, dal, dal," demişti bir gün de, belki kendini haklı çıkartmak için. "Okulun en güzel kızları eteklerini kaldırıyorlar orada." Bu öylesine temelden ahmakça bir laftı ki, tıpkı bir Zen koan ya da John Updike'ın eski öyküleri gibi akıllıca olabilirdi.

Benim editörlüğüm sırasında Davul bir gelişme göstermedi. Bugünlerde olduğu gibi o zamanlarda da tembellik dönemlerimin ardından çalışma çılgınlığına kapıldığım dönemler geliyordu. 1963-1964 okul yılında Davul'un yalnızca tek bir sayısı yayımlandı, ama bu sayı Lizbon Şelalesi telefon rehberinden daha kalın, muazzam bir şeydi. Sınıf Raporları'ndan, Amigo Kız Güncellemele-

52

Yazma Sanatı



ri'nden ve beyin özürlü birinin okul şiiri yazma çabalarından midemin bulandığı bir gece, Davul için fotoğraflara altlık yazacağıma oturup kendi satirik okul gazetemi yarattım. Ortaya çıkan şey, Köy Kusmuğu adını verdiğim dört sayfaydı. Sol üst köşesindeki içerik hakkında bilgi veren yazı "Basıma Uygun Bütün Haberler," değil, fakat, "Yapışacak Her Tür Bok," idi. Lise hayatımın tek gerçek belası, bu alıkça mizah eseri yüzünden açıldı başıma. Ayrıca en yararlı yazma dersini almama da yol açtı.

Tipik Mad dergisi stilinde ("Ne, ben mi endişeliymişim?", Kus-muk'u, öğrenci milletinin anında tanıyacağı takma isimleri kullanarak, Lizbon Lisesi'nin öğretim kadrosuna ilişkin kurgusal ilginç haberlerle doldurdum. Böylece etüt salonu gözetmeni Miss Ray-pach Miss Fare Kıç (Rat Pack); kolej çıkışlı (ve okulun en kent soylu öğretim üyesi; Peter Gunn'da\d Craig Stevens'a epeyce benzerdi.) İngilizce öğretmeni Bay Ricker, ailesi Ricker Süt Ürünle-ri'nin sahibi olduğu için İnekçi; yerbilim öğretmeni Bay Diehl ise Ham Moruk Diehl adını aldı.

İkinci sınıftaki bütün mizahçılar gibi ben de kendi zekâmın peşinde uçup gitmiştim. Ne de komik heriftim! Tam bir fabrika kasabası H. L. Mencken'i! Kusmuk'u okula götürmeli ve bütün arkadaşlarıma göstermeliydim. Toplu halde donlarına işeyeceklerdi!

Aslma bakılırsa gerçekten de toplu halde işediler donlarına; lise öğrencilerini neyin gıdıkladığına dair bazı sağlam fikirlerim vardı ve bunların çoğu Köy Kusmuğu'nda yer almıştı. Bir makalede İnekçi'nin ödüllü Jersey ineği Topsham Fuarı'nda davarlararası osurma yarışmasını kazanıyordu; bir başkasında Ham Moruk Diehl numune cenin domuzların göz yuvarlarını burun deliklerine yapıştırdığı için kovuluyordu. Swift tarzı muhteşem mizah, anlayacağınız. Bayağı sofistike, ha?

53

Stephen King



Dördüncü teneffüste arkadaşlarımdan üç tanesi etüt salonunun arka tarafında öylesine gülmekteydiler ki, Miss Raypach (senin için Fare Kıç, ahbap) kendilerini bu kadar güldüren şeyin ne olduğunu anlamak için sessizce yanlarına sokuldu. Ya aşırı bir özgüven ya da inanılmaz bir naiflik sonucu üstüne adımı Genel Yayın Editörü Yüce Ulu Poobah olarak yazmış olduğum Köy Kusmu-ğu'na el koydu ve ders bitiminde yazmış olduğum şeyler yüzünden öğrencilik hayatımda ikinci kez resmen idareye çağrıldım.

Bu defa başıma açtığım bela çok daha ciddiydi. Öğretmenlerden çoğu takılmalarıma olumlu yaklaşma eğiliminde olsalar da (Ham Moruk Diehl bile domuz göz yuvarlarıyla ilgili olarak her şeyi unutmak arzusundaydı.) bir tanesi böyle düşünmüyordu. Bu kişi de ticaret dersinde kızlara steno ve daktilo öğreten Miss Mar-gitan'dı. Kendisi insanda hem saygı hem de korku uyandıran biriydi; daha eski dönemlere özgü öğretmenlik geleneğinden gelen Miss Margitan, öğrenciyle dost olmak, öğrencinin psikologu olmak ya da öğrenciye ilham vermek derdinde değildi. Kendisi orada ticaret hayatında işe yarayacak becerileri öğretmek için bulunuyordu ve öğrenim işinin kurallarına uygun olarak yapılmasını istiyordu. Şahsi kurallarına. Miss Margitan'm dersine giren kızlardan bazen yere diz dökmeleri istenirdi ve eğer etek uçları yerdeki muşambaya değmez ise, eve etek değiştirmeye yollanırlardı. Gözyaşları içinde yalvarmak ona sökmezdi; hiçbir gerekçe, onun dünya görüşünü değiştiremezdi. Onun cezalı listesi okuldaki en uzun listeydi, ama öğrencisi olan kızlar daima ya valediktoryan ya da salu-tatoryan olarak seçilir ve genellikle iyi işler bulurlardı. Pek çoğu da zaman içinde onu sevmeyi öğrenirlerdi. Diğerleriyse, o zaman da kendisinden nefret ederlerdi ve bunca yılın ardından, muhtemelen hâlâ ediyorlardır. Bu ikinci türden kızlar kadına, kuşkusuz kendi-

54

Yazma Sanatı



lerinden önce annelerinin de yapmış olduğu gibi "Kurtçuk" Margitan adını takmışlardı. Ve Köy Kusmuğu'nda benim "Dünyanın her yanındaki Lizbon liselilerce Kurtçuk olarak tanınan Miss Margitan..." diye başlayan bir yazım vardı.

Kel müdürümüz Bay Higgins (ki kendisinden Kusmuk'ta. Moruk Bilardo Topu diye söz edilmekteydi) bana, yazdıklarım yüzünden Miss Margitan'm çok incindiğini ve çok rahatsız olduğunu söyledi. Gerçi, hani o eski, "İntikam benimdir, dedi steno öğretmeni," diyen eski yazılı tembihatı hatırlamayacak kadar incinmiş olmasa gerekti ama Bay Higgins, Miss Margitan'm benim okuldan atılmamı istediğini söyledi.

Benim karakterimde bir tür yabanilik ile derin bir tutuculuk bir saç örgüsünde olduğu gibi iç içe geçmiştir. Köy Kusmuğu'nu önce yazan, sonra da okula götüren o çılgın yanımdı; şimdi belalı Bay Hyde yapacağını yapmış ve sinsice arka kapıdan tüymüştü. Okuldan atıldığımı anlarsa annemin bana nasıl bakacağını (o incinmiş gözleriyle) düşünmek zorunda olan Bay Jekyll idi. Anneme ilişkin düşüncelerimi aklımdan çıkartmak zorundaydım, hem de hemen. İkinci sınıf öğrencisiydim, sınıfımdaki çocukların çoğundan bir yaş daha büyüktüm ve bir yetmiş boyumla okuldaki en iri çocuklardan biriydim. Öğrenciler koridorlarda akın akın dolanıp camlardan merakla bize bakarken, Bay Higgins'in ofisinde çaresizlik içinde ağlamak istemiyordum. Bay Higgins masasının ardında koltuğunda, ben "Yaramaz Çocuk" sandalyesinde oturuyorduk.

Sonunda Miss Margitan, kendisine yazıh olarak Kurtçuk demeye cesaret eden yaramaz çocuğun resmen özür dilemesine ve iki hafta okuldan uzaklaştırılmasına razı oldu. Kötüydü, ama lisede kötü olmayan ne vardı ki zaten? Bir Türk hamamına tıkılmış rehineler gibi içine tıkıldığımızda lise, neredeyse hepimizin gözüne

55

Stephen King



dünyanın en ciddi yeri gibi görünmüştü. İkinci ya da üçüncü anma toplantısından sonradır ki, her şeyin ne kadar absürd olduğunu anlamaya başladık.

Birkaç gün sonra refakatçi eşliğinde Bay Higgins'in odasına götürüldüm ve Miss Margitan'ın karşısına çıkartıldım. Miss Margi-tan romatizmalı ellerini kucağında kavuşturmuş, gri gözlerini hiç kırpmaksızın suratıma dikmiş tüfek harbisi gibi dimdik oturmaktaydı ve onda, o güne kadar karşılaştığım yetişkinlerde olmayan bir şey olduğunu fark ettim. Farkın ne olduğunu hemen algılaya-madım, ne var ki, bu hanımefendiye sevimli görünmemin, kalbini kazanmamın mümkün olmadığını kavradım. Sonradan, cezalılar sınıfında öteki yaramaz oğlanlar ve yaramaz kızlarla birlikte kâğıttan uçaklar uçururken (yani cezalılar sınıfının o kadar da kötü bir yer olmadığı anlaşılmıştı) işin son derece basit olduğuna karar verdim: Miss Margitan oğlanları sevmiyordu. Hayatımda rastladığım, oğlanları azıcık da olsa sevmeyen ilk kadındı.

Eğer bir anlamı olacaksa, içimden gelerek özür dilemiştim. Yazdıklarım yüzünden Miss Margitan gerçekten incinmişti; bu kadarını anlayabiliyordum. Benden nefret ettiğini sanmam; muhtemelen nefret edemeyecek kadar meşguldü; kendisi Lizbon Lisesi Ulusal Takdir Topluluğu üyesiydi ve iki yıl sonra aday listesinde benim adım yer aldığında beni veto etmişti. Takdir Topluluğu'nun "bu türden" oğlanlara ihtiyacı olmadığını söylemişti. Sonradan bu dediğinde haklı olduğunu kabullendim. Kendi kıçını zehirli sarmaşıkla silmiş bir oğlan çocuğunun, akıllı insanlardan oluşan bir kulüpte yeri olmazdı muhtemelen.

Ondan sonra mizahla pek fazla ilişkim olmadı.

56

Yazma Sanatı



-20-

Cezalılar sınıfından çıkmamın üstünden iki hafta geçti geçmedi, bir kere daha müdürün odasına çağrıldım. Bu defa nasıl bir boka battığımı merak ederek, yüreğim darala darala gittim.

Neyse ki bu defa beni görmek isteyen Bay Higgins değildi; bu defa okulun rehberlik danışmanı çağırtmıştı. Benimle ilgili ve "huzursuz kalemim"in daha yapıcı kanallara nasıl yönlendirilebileceğine ilişkin tartışmalar olmuş, dedi. Lizbon haftalık gazetesinin editörü John Gould'la temasa geçmiş ve Gould'un bir spor muhabirine ihtiyaç duyduğunu keşfetmişti. Okul bu işi kabul etmem için bana baskı yapamayacak ise de, idaredeki herkes bunun iyi bir fikir olduğunu hissediyordu. Ya bunu yaparsın ya da ölürsün, diyordu rehberlik danışmanının gözleri. Belki yalnızca paranoyaydı bu, ama kırk yıl sonra şimdi bile hiç sanmıyorum.

İçimden homurdandım. Dave'in Paçavrası'ndan yırtınıştım, Davuldan hemen hemen yırtmış sayılırdım, ama şimdi de karşıma Lizbon Haftalık Teşebbüs çıkmıştı işte. A River Runs Through 7r'de,(1) tekinsiz suların haksızlığına uğrayan Norman Maclean gibi ben de tekinsiz gazetelerin haksızlığına uğrayan bir yeniyetmey-dim. Ancak, yapacak neyim vardı ki? Rehberlik danışmanının gözlerindeki bakışı bir daha denetledim ve bu iş için görüşmeye gitmekten büyük bir keyif alacağımı söyledim.

New England'h mizahçı da, The Greenleaf Fires'ıi2) yazan romancı da olmayan ve sanırım her ikisiyle de akrabalık bağları bulunan Gould, beni ihtiyatla ama bir miktar ilgi göstererek karşıla-

(1) İçinden Bir Nehir Geçiyordu.

(2) Yeşil Yaprak Ateşleri.

57

Stephen King



di. Eğer bu bana da uyarsa, birbirimizden bir şeyler öğrenebiliriz, dedi.

Artık Lizbon Lisesi idare bölümünden uzakta olduğumdan bir miktar dürüstlük gösterdim. Bay Gould'a spordan pek bir şey anlamadığımı söyledim. Gould, "Bunlar, insanlar barlarda sarhoş halde seyrederken anladığı oyunlar. Eğer çaba gösterirsen sen de öğrenirsin," dedi.

Bana, üstüne metinlerimi daktilo edeceğim koskocaman bir sarı kâğıt rulosu verdi (galiba rulonun bir kısmı hâlâ bir yerlerde duruyor) ve kelime başına yarım sent ücret ödemeyi vaat etti. Biri bana ilk defa yazma karşılığı ücret öneriyordu.

Yazdığım ilk iki haber bir Lizbon Lisesi oyuncusunun okul rekoru kırdığı bir basketbol oyunuyla ilgiliydi. Bunlardan bir tanesi kesinlikle bir haber metniydi. Diğeri ise Robert Ransom'un rekor kıran performansına ilişkin bir yorumdu. Cuma günkü baskıya ye-tfşmesi için iki yazıyı da maçın ertesi günü Gould'a götürdüm. Maçla ilgili haberi okudu, iki küçük değişiklik yaptı ve ardından duvara çiviledi. Sonra yorum yazısına geniş bir siyah kalemle girişti.

Lizbon'da geçirdiğim son iki yılda yeterince İngiliz Edebiyatı dersi gördüm ve kolejde kompozisyon, kurgu ve şiir dersleri de aldım, ama John Gould on dakikayı aşmayan bir süre içinde bana orada öğrendiklerimden çok daha fazlasını öğretti. Keşke o metin hâlâ elimde olsaydı (editöre özgü düzeltmeleriyle çerçevelenmeyi hak ediyordu) ama yok; yine de neyi nasıl yazdığımı gayet iyi hatırlıyorum ve Gould o siyah kalemiyle üstünden geçtikten sonra nasıl göründüğünü. İşte bir örnek:

58

Yazma Sanatı



Geçen gece, Lizbon Lisesi'nin .golt oovüoır spor salonunda, gerek Lizbon gerekse Jay Hills taraftarları okul tarihinde eşi görülmemiş atletik bir performans karşısında şaşkına döndüler. Hı?m_ rHfim hrn Hn ^-¦'"•tl; ¦»*-«ı-'-7s> nodoniyl» "Kıuşun" Brab alarak tanınaa Bob Ransom oüj*. yem^uam yaptı. Evet, beni doğru duydunuz. Art?tounu zarafetle ve hızla yaptı.... Ve Lizbon oyuncularının? 1953'ten Koro eavaşınaan bu yana kırılmamış olan, rekor arayışında yalnızca iki faul yaptı.

Gould, "Kore savaşı yılı"nda duraksayarak aşağıdan yukanya doğru bana baktı. "Son rekor hangi yıl kırılmıştı?" diye sordu.

Şansıma, notlarım yanımdaydı. "1953," dedim. Gould homurdandı ve tekrar işine döndü. Metnimi yukarıda gösterdiğim gibi karalamayı bitirdiğinde tekrar bana baktı ve yüzümde bir şey gördü. Sanıyorum gördüğünü" dehşetle karıştırdı. Dehşet değildi; saf bir vahiydi; Niye, diye merak etmiştim, İngilizce öğretmenleri bunu asla yapmazlar? Sanki Görünür Adam Ham Moruk Diehl'in biyoloji dersliğindeki masasındaydık.

"Biliyorsun, sadece kötü kısımları çıkarttım," dedi Gould. "Büyük kısmı oldukça iyi."

"Biliyorum," dedim iki şeyi birden kastederek: Evet, büyük kısmı iyiydi (neyse işte, işe yarar diyelim) ve evet kendisi yalnızca kötü kısımları çıkartmıştı. "Bir daha yapmam."

Güldü. "Eğer bu doğruysa, hayatını kazanmak için çalışmana hiç gerek kalmayacak demektir. Onun yerine bu işi yapabilirsin. İşaretlerimden anlamadığın var mı?"

"Hayır," dedim.

59

Stephen King



"Bir öykü yazdığında, öyküyü kendine anlatıyorsun," dedi. "Öyküyü yeniden yazdığında ise, esas iş öykü olmayan kısımların tamamını çıkartıp atmak."

İlk iki metnimi kendisine götürdüğüm o gün Gould ilginç başka bir şey daha söyledi: Kapın kapalıyken yaz; yeniden yazma işini ise kapın açıkken yap. Başka bir deyişle, yazdığın şey yalnızca sana ait bir şey olarak varolur, ama sonra senin elinden çıkar. Öykünün ne olduğunu anlayıp onu doğru bir biçimde yazdığında (yapabildi-ğince doğru) artık o okumak isteyen kimsenin malıdır. Ya da eleştirmek isteyen. Eğer şanslıysan (bu benim fikrim, John Gould'un değil; ne var ki bu kavrama imzasını atacağına inanıyorum) çoğunluk birinciden ziyade ikinciyi yapmak isteyecektir.

-21-

Son sınıf olarak Washington D.C.'ye yaptığımız geziden hemen sonra Lisbon Falls'da Worumbo Dokuma Fabrikası'nda bir iş buldum. Bu işte çalışmak istemiyordum; zor ve sıkıcı bir işti; fabrika ise, bir Charles Dickens romanındaki bir işlik gibi kirli Androscoggin Nehri'nin üstüne asılı karanlık bir fare yuvasıydı, ne var ki, ücret çekine ihtiyacım vardı. Annem New Gloucester'de, akıl hastalarının kaldığı bir tesiste kâhya olarak düşük bir ücret alıyordu, ama ağabeyim David gibi (Maine Üniversitesi, '66 mezun şeref listesine girmişti) benim de koleje gitmem konusunda kararlıydı. Annemin zihninde öğrenim neredeyse ikincil bir hale gelmişti. Durham ile Lisbon Falls ve Orono'daki Maine Üniversitesi, insanların birbirleriyle komşuluk ettiği ve o zamanlar Sticksville ilçelerini oluşturan dörtlü ve altılı gruplar olarak hâlâ birbirlerinin işiyle ilgilendiği küçük dünyanın bir parçasıydı. Büyük dünyada oğlanlar,



60

Yazma Sanatı

Bay Johnson'un belirlenmemiş savaşında birlikte denizaşırı yerlere yollanıyorlardı ve çoğu da eve kutular içinde dönüyordu. Annem, Lyndon'un Yoksulluğa Karşı Savaşı'ndan hoşlanmıştı ("Benim çarpıştığım savaş bu," derdi bazen), ama Güneydoğu Asya'da giriştiği savaşı desteklemiyordu. Bir keresinde ona askere yazılıp oralara gitmenin benim için iyi olacağını; bundan mutlaka bir kitap çıkacağını söyledim.

"Aptallaşma Stephen," dedi. "Sendeki bu gözlerle ilk vurulan sen olursun. Ölürsen yazar olamazsın."

Kararlıydı; zihnini bu işe yatırmıştı; yüreğini de. Bunun sonucu olarak burs ve kredi almak için başvurularda bulundum ve fabrikada çalışmaya başladım. Girişim için bowling turnuvaları ve Soap Box yarışları hakkında yazı yazarak bir haftada kazanabileceğim beş ya da altı dolarla fazla ileri gitmeyeceğim kesindi.

Lisbon Lisesi'ndeki son haftalarımda programım şöyleydi: Yedide ayakta, yedi buçukta okul, son zil saat on dörtte, 2.58'de Worumbo'nun üçüncü katında kartı del, sekiz saat boyunca gevşek dokumaları paketle, saat 11.02'de tekrar kartı delerek çık, yirmi üç kırk beş gibi eve ulaş, bir kâse gevrek ye yatağa düş, ertesi sabah uyan, her şey sil baştan. Birkaç kere çift vardiya çalıştım, okuldan önce bir saat kadar '60 modeli Ford Galaxie'mde uyudum (Da-ve'in eski arabası), ardından öğle yemeğinden sonra beşinci ve altıncı dersler boyunca hemşirenin odasında uyudum.

Yaz tatili geldiğinde işler kolaylaştı. Birincisi bodrum kattaki boyahaneye nakledilmiştim ki, burası otuz derece daha soğuktu. İşim, yünlü kumaş parçalarını mora ya da denizci mavisine boyamaktı. Tahmin ediyorum ki, New England'da hâlâ gardıroplarında bendeniz tarafından boyanmış ceketler asılı insanlar vardır. O güne kadar geçirdiğim en iyi yaz değildi, ama bir tarafımı makineye kaptırmaktan ya da boyanmamış kumaşı tutturduğumuz fabrika ti-

61

Stephen King



pi dikiş makinelerinde parmaklarımı birbirine dikmekten kaçınmayı becerdim.

Dört Temmuz haftasında fabrika kapandı. Worumbo'da beş yıl veya daha uzun süre çalışmış işçilere ücretli izin verildi. Beş yıldan az çalışmış olanlara fabrikayı, kırk ya da elli yıldır el sürülmemiş bodrum kat da dahil tepeden tırnağa temizleyecek olan ekipte iş önerildi. Büyük bir olasılıkla bu ekiple çalışmayı kabul ederdim (ücretin bir buçuk katını veriyorlardı) ama ustabaşı eylülde işi bırakıp gidecek olan lise çocukları listesine gelmeden çok önce bütün pozisyonlar dolmuştu. Ertesi hafta işe geri döndüğümde boyahanede çalışan heriflerden biri orada olsaydım iyi olacağını, çok eğlendiklerini söyledi. "Bodrumdaki sıçanlar kedi kadar iriydi," dedi. "Hatta bazısı köpek kadar iri değilse canım çıksın!"

Köpek kadar iri sıçanlar! Vay!

Kolejdeki son sömestrimin sonlarına doğru bir gün, finaller bitmiş ve ortam gevşemişken boyahanedeki herifin fabrikanın altındaki sıçanlara dair öyküsünü hatırladım (kedi kadar iri, hatta canım çıksan ki köpek kadar iri) ve Graveyard Shiftm adında bir öykü yazmaya başladım. İlkbaharın son günlerinden birinde bir akşamüstü oyalanmaya çalışıyordum yalnızca, ama Cavalie^ dergisi öyküyü iki yüz dolara satın aldı. Bundan önce iki öykü daha satmıştım, ama onlar toplam altmış beş dolar kazandırmışlardı bana. Bu, onun üç katıydı ve tek atımda kazanmıştım. Nefesim kesildi, kesildi gitti. Zengin olmuştum.

-22-

1969 yılının yazında Maine Üniversitesi kütüphanesinde ince-leme-çalışma işi bulmuştum. Hem keyifli hem keyifsiz bir dönem-



(1) Mezarlık Vardiyası.

(2) Süvari.

62

Yazma Sanatı



di. Vietnam'da Nixon, Güneydoğu Asya'nın çoğu yerinin Kibbles 'n Bits bombalanmasından ibaret gibi görünen savaşı sona erdirme planını yürütüyordu. "Yeni patronla tanış," diye şarkı söylüyordu The Who, "Eski patronun tıpkısı." Eugene McCarthy şiiri üstünde yoğunlaşıyor ve mutlu hippiler çan biçimi pantolonlar ile üstünde

BARIŞ ADINA ÖLDÜRMEK İFFET ADINA BECERMEK GİBİDİR yaZlll tişörtler giyiyorlardı. Ben koyun pirzolası biçimi müthiş bir favori bırakmıştım. Creedence Clearwater Revival0' "Green River"ı söylüyordu (ay ışığında dans eden çıplak ayaklı kızlar) ve Kenny Rogers hâlâ The First Edition ile birlikteydi. Martin Luther King ile Robert Kennedy ölmüşlerdi, ama Janis Joplin, Jim Morrison, "Ayı" Bob Hite, Jimi Hendrix, Cass Elliot, John Lennon ile Elvis Presley hâlâ hayattaydılar ve müzik yapıyorlardı. Kampusun hemen dışındaki Ed Price'ın Yeri'nde kalıyordum (haftada yedi papel, çarşafların bir kere değiştirilmesi fiyata dahil). İnsanoğlu aya ayak basmıştı ve bendeniz de Dean'ın listesine ayak basmıştı. Mucizeler ve harikalar mebzuldü.

O yazın haziran ayının sonlarına doğru bir gün kütüphanede çalışan arkadaşlardan bir grup üniversite kitapçısının ardındaki çimenlikte öğle yemeğimizi yemiştik. Paolo Silva ile Eddie Marsh'm arasında tiz bir kahkahası, açık kızıl rengi saçları ve kısa sarı renkte bir eteğin altmda güzelce sergilenen, o güne dek gördüğüm en güzel bacaklar olan bir çift bacağı olan, bakımlı bir kız oturmaktaydı. Elinde Eldrigde Cleaver'ın Soul on Icem kitabı vardı. Kendisine kütüphanede hiç rastlamamıştım ve bir kolej öğrencisinin böylesine harika, korkusuz kahkahalar atabileceğine inanmazdım. Ayrıca, ister çok okumuş olsun ister olmasın, karma okulda oku-

"> Yeşil Nehir.

(2) Buzun Üstündeki Ruh.

63

Stephen King



yan bir kız öğrenciden ziyade bir fabrika işçisine benzer bir biçimde küfrediyordu (Şahsen fabrika işçisi olduğumdan yargılamaya hakkım vardı.). Adı Tabitha Spruce idi. Bir buçuk yıl sonra evlendik. Hâlâ evliyiz ve kendisi ilk tanıştığımızda onun Eddie Marsh'ın kasabalı kız arkadaşı olduğunu düşünmüş olmamı unutmama asla izin vermedi. Belki de yerel bir pizza dükkânında çalışan ve o gün için izin almış kitapsever bir garson kız...

-23-


Yürüdü. Evliliğimiz, Castro hariç dünya liderlerinin tümünden uzun ömürlü oldu ve biz konuşmaya, münakaşa etmeye, sevişmeye ve Ramones'e dans etmeye (gabba-gabba-hey) devam ettikçe muhtemelen daha da sürecek. Farklı dinlere mensubuz, ama bir feminist olarak Tabby kuralları erkeklerin koyduğu ve kadınların iç çamaşırları yıkadığı Katoliklere pek de deli olmuyordu. Bana gelince, Tanrı'ya inanıyorsam da organize dinle bir ilgim yoktu. Birbirine benzer, işçi sınıfı geçmişlerimiz vardı, ikimiz de et yiyorduk, siyaset olarak ise, New England dışındaki hayata yönelik tipik Yanki kuşkuları olan iki demokrattık. Ancak bizi birbirimize bağlayan en güçlü etmen kelimeler, dil ve hayatlarımızın işleriydi.

Bir kütüphanede çalışırken tanışmıştık ve ona, 1969 yılının sonbaharında ben son, Tabby ikinci sınıf öğrencisiyken yapılan bir şiir seminerinde âşık oldum. Ona kısmen ne yapmaya çalıştığını anladığım için âşık olmuştum. Âşık olmuştum, çünkü o neyi yaptığını biliyordu. Âşık olmuştum çünkü ayrıca seksi bir siyah elbise ve çengelleri olan bir jartiyer ile ipek çoraplar giyiyordu.

64

Yazma Sanatı



Kendi kuşağımı fazlaca aşağılamak istemiyorum (genellikle aşağılarım; dünyayı değiştirme şansımız vardı ama biz bunu ıskalayıp yerine Ev Gereçleri Alışveriş Şebekesi'ni yeğledik); ne var ki o zamanlar tanıdığım öğrenci yazarlar arasında, iyi yazının bir an önce yakalanması gereken bir duygu seli içinde kendiliğinden ortaya çıktığına dair bir görüş vardı; cennete giden o çok önemli merdiveni döşerken orta yerde elinizde çekiçle öylece dikilemezdiniz. 1969'da ars poetica belki de en iyi, "Önce bir dağ vardır/Sonra artık dağ yoktur/Sonra vardır" şeklinde gelişen bir Donovan Leitch şarkısıyla ifade edilebilir. Olası şairler çiyle kaplı bir Tolkien dünyasında yaşıyorlar, şiirleri eserden yakalıyorlardı. Ciddi sanatın orada bir yerden geldiğine dair bir ittifak vardı. Yazarlar ilahi emirleri dikte eden kutsanmış daktiloculardı. O dönemden kalma eski dostlarımı utandırmak istemiyorum; dolayısıyla aşağıda, bir sürü gerçek şiirden alınma parçalarla derlenmiş kurgusal bir versiyonu var anlattığım şeyin:

gözlerimi kaparım karanlıkta görürüm Rodan Rimbaud'yu karanlıkta sineme çekerim yalnızlığın örtüsünü buradayım ben karga buradayım ben kuzgun

Şairine bu şiirin ne anlama geldiğini sorsanız, sizi hor gören bir bakışla karşılaşmanız muhtemeldir. Geri kalanlardansa biraz rahatsız edici bir sessizlik yayılır. Şairin size yaratının mekaniğine ilişkin herhangi bir şey söylemeye muktedir olmaması gerçeği

65

F:5



en King

önemli sayılmayacaktır kesinlikle. Eğer baskı yapılırsa şair mekaniğin olmadığını, yalnızca ufuk açan o duygu fışkırması olduğunu; önce bir dağ bulunduğu, sonra dağın olmadığını, sonra olduğunu söyleyeceklerdir. Ve eğer ortaya çıkan şiir uyduruk bir şey ise, "yalnızlık" gibisinden genel sözcüklerin hepimiz için aynı anlama geldiği varsayımına dayanır ise; eh adamım, ne olmuş ki, modası geçmiş o bok yığınından kurtul gitsin ve ağırlığı olan şeyleri kaz. Ben bu tutumu çok benimsemedim (gerçi bunu yüksek sesle söylemeye cesaret de edemedim, en azından bu kadar çok sözcükle) ve siyah elbiseli ve ipek çoraplı güzel kızın da bunu fazla benimsemediğini anladığımda çok keyiflendim. Kendini ortaya atıp da bunları söylemedi ama söylemesi gerekmiyordu. Yaptığı iş onun adına konuşmaktaydı zaten.

Seminer grubu okutman Joe Bishop'un evindeki oturma odasında haftada bir ya da iki kere toplanmaktaydı; bir düzine kadar öğrenci ile üç ya da dört fakülte üyesi şahane bir eşitlik ortamında çalışıyorduk. Şiirler, her seminer günü, İngilizce Bölümü'nün sekreterliğinde daktilo ediliyor ve kopyaları çıkartılıyordu. Diğerleri ellerindeki kopyalardan izlerken şairler şiirlerini okuyorlardı. O sonbahar Tabby'nin yazmış olduğu şiirlerden biri aşağıda:


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə