Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə14/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   20

Benim bütün bu konulara yaklaşımım basittir. Hepsi, her bir parçası masanın üzerinde durur ve yazınızın kalitesini artıracak, ama öykünüzün yolunu kesmeyecek ne varsa kullanırsınız. Aynı seslerin tekrarlandığı bir cümle mi kurmak istiyorsunuz, alıp kullanın ve kâğıtta nasıl durduğuna bakın. Eğer işe yarar gibi görünü-

203


Stephen King

yorsa kalabilir. Yaramıyorsa (ki bana göre, Spiro Agnew'in Robert Jordan'la küsüşmesi gibi, hiç hoş durmaz), eh makinenizdeki İPTAL tuşu ne güne duruyor?

Çalışmanızda kesinlikle dar görüşlü ve tutucu olmanıza gerek yok, tıpkı The Village Voice veya The New York Review of Books roman öldü diyor, diye deneme yazmak mecburiyetinde olmadığınız gibi. İster geleneksel yolu ister moderni seçebilirsiniz. Laf, isterseniz tepe takla yazın veya Crayola figürleriyle yazın. Ama nasıl yazarsanız yazın, ne yazdığınızı ve ne kadar iyi yazdığınızı değerlendirmeniz gereken bir nokta vardır. Yazdıklarınızın okura anlamlı geleceğine siz ikna olmadıkça, o hikâyenin veya romanın çalışma odanızın ya da stüdyonuzun kapısından çıkmasına izin verilmesi gerektiğine inanmıyorum. Her zaman bütün okurları memnun edemezsiniz; hatta okurların bir kısmını bile her zaman memnun edemezsiniz, ama gerçekten, en azından okurların bazılarını, bazen mutlu etmek zorundasınız. Sanırım bunu William Shakespeare söylemişti. Ve artık uyarı bayrağını bütün o OSHA, MENSA, NASA ve Yazarlar Birliği'ni tatmin edecek şekilde, usulüne uygun olarak salladığıma göre, izninizle her şeyin masanın üzerinde emrinize amade olduğunu tekrarlayayım. Bu insanın başını döndüren bir düşünce değil mi? Bence öyle. Ne kadar sıkıcı ya da kışkırtıcı olduğuna bakmadan, hoşunuza giden ne varsa deneyin. Eğer işe yarıyorsa mesele yok. Yaramıyorsa, kaldırıp atın. Sevseniz bile kaldırıp atın. Sir Arthur Quiller-Couch bir keresinde "Sevgililerinizi öldürün," demişti ve haklıydı.

Asıl hikâyeyi anlatma işim bittiğinde, çoğu zaman çeşitli süsleme dokunuşları yapma şansı görürüm. The Green Milem adlı kitabıma başladıktan hemen sonra da böyle bir durum yaşadım; ana

"> Yeşil Yol (Altın Kitaplar).

204


Yazma Sanatı

karakterim şu ya da bu suç yüzünden idam edileceğini düşündüğüm masum bir adamdı ve dünyanın en ünlü masum adamına atfen adının J. C. harfleriyle kısaltılmasını istedim. Bunun örneğini ilk kez Light in August'da<]) (hâlâ en sevdiğim Faulkner romanıdır) kurbanlık kuzuya Joe Christmas adı verildiğinde görmüştüm. Böylece ölüm mahkûmu John Bowes, John Coffey'ye dönüştü. Kitabın sonuna kadar benim J. C. yaşayacak mı ölecek mi emin olamadım. Yaşamasını istiyordum, çünkü ondan hem hoşlanmıştım hem de acıyordum, ama öyle ya da böyle bu harflerin kimsenin canını yakmayacağını fark ettim. (Birkaç eleştirmen J.C. harfleri yüzünden beni sembolizmi basite indirgemekle suçlamıştı. Ben ise ne bu, roket bilimi mi, diye düşünmüştüm. Yani, abartmayalım arkadaşlar.)

Çoğunlukla bu tür şeyleri hikâye tamamlanana dek görmem. Hikâye bitince arkama dayanıp yazdıklarımı okuyabilirim ve satır aralarındaki desenlere bakarım. Eğer bir şeyler bulursam (ki hemen hemen her zaman bulurum), hikâyenin tamamına daha vakıf olduğum için anında temizleyebilirim. İkinci gözden geçiriş ise sembolizm ve tema içindir.

Eğer okulda Moby-Dick'te beyaz rengin sembolizmini veya Hawthorne'un "Young Goodman Brown" gibi hikâyelerinde ormanı sembolik olarak kullanışını işlediyseniz ve o derslerden sersemlemiş bir halde çıktıysanız, şu anda bile kendinizi korumak üzere kollarınızı öne uzatmış kafanızı sallıyor ve yok, kalsın teşekkür ederim, diyor olabilirsiniz.

Ama durun. Sembolizmin güç ve acımasızca kafa patlatması gerekmez. Hikâyenin mobilyalarına uyacak süslü bir Türk halısı gibi bilinçle dokunmuş olmak zorunda da değildir. Eğer hikâyenin

205


Stephen King

ana temasıyla önceden var olan bir şey, yeraltındaki bir fosilmiş gibi uyum içinde gidebiliyorsanız, o zaman sembolizmin de zaten önceden var olması gerekmez mi? Sadece yeni bir kemik daha (ya da bir grup kemik daha) keşfetmişsiniz demektir. Eğer karşınıza çıkarsa. Yok çıkmazsa ne olmuş? Hâlâ elinizde hikâyenin kendisi var, öyle değil mi?

Eğer oradaysa ve onu fark ettiyseniz, bence onu da elinizden geldiğince çıkarmanız, parlayana kadar cilalamanız ve sonra da bir ustanın değerli ya da yarı değerli bir taşı işlediği gibi işlemeniz gerekir.

Daha önce de belirttiğim gibi, Carrie içinde bir telekinetik enerji olduğunu keşfeden seçilmiş bir kız hakkında kısa bir romandı... düşünce gücüyle nesneleri hareket ettirebiliyordu. Duşlarda onun da katılmış olduğu acı bir eşek şakasının bedelini ödemek üzere, Carrie'nin sınıf arkadaşı Susan Snell erkek arkadaşını Car-rie'yi mezuniyet balosuna davet etmesi için kandırıyordu. Orada Kral ve Kraliçe seçiliyorlardı. Kutlamalar sırasında Carrie'nin başka bir sınıf arkadaşı, sevimsiz Christine Hargensen Carrie'ye başka bir eşek şakası düzenliyor, ama bu öldürücü oluyordu. Carrie, kendisi de ölmeden önce, telekinetik gücünü kullanarak sınıf arkadaşlarının çoğunu (ve iğrenç annesini) öldürüp intikamını alıyordu. Bütün hikâye buydu sahiden de; peri masalı kadar basitti. Her ne kadar anlatı bölümlerinin aralarına mektup tarzında çeşitli sahneler (kurgu kitaplardan parçalar, bir günlükten alıntılar, mektuplar, teleks bültenleri) eklemiş olsam da, aslında çanlarla ıslıklarla donatmama gerek yoktu. Bunu kısmen daha büyük bir gerçeklik duygusu vermek (Orson Welles'in War of the Worlds'umm^ radyo

(1) Dünyalar Savaşı.

206


Yazma Sanatı

adaptasyonunu düşünüyordum.) ama daha çok da, ilk müsveddeler gözüme roman olamayacak kadar kısa göründüğü için yapmıştım.

İkinci tur düzeltmeleri yapmak üzere Carrie 'yi tekrar okuduğumda, hikâyenin üç önemli noktasında kan olduğunu gördüm: başlangıçta (Carrie'nin doğaüstü yeteneği belli ki ilk âdet kanama-sıyla ortaya çıkmıştı), dorukta (baloda Carrie'yi delirten eşek şakasında bir kova domuz kanı yer alıyordu-Chris Hargensen erkek arkadaşına, "Domuza domuz kanı," diyordu) ve sonunda (Carrie yardım etmeye çalışan Sue Snell kendi âdet kanaması başladığında, yarı isteyip yarı korktuğu gibi hamile olmadığını anlıyordu.).

Elbette çoğu korku hikâyesinde pek çok kan vardır, bizim ticaretin stoku olduğu söylenebilir. Yine de, Carrie'deki durum kan sıçramasından öte bir şey gibi gelmişti bana. Sanki özel bir anlamı varmış gibiydi. Carrie'yi yazarken bir kez bile durup, "Ah, bütün bu kan sembolizmi bana eleştirmenlerin gözünde puan kazandıracak" veya "Oğlum, bu kitap mutlaka bir iki üniversite kütüphanesinde yer almalı," diye düşünmüş değilim. Çünkü bir yazarın Carrie'nm herhangi birinin entelektüel zevkine hitap edeceğini düşünebilmesi için benden çok daha kaçık olması gerekir.

Entelektüel zevki olsun ya da olmasın, bira ve çay lekeleriyle dolu müsveddeleri okurken, onca kanın bir önemi olması gerektiğini fark etmemek zordu. O yüzden, elimden geldiğince geniş bir yelpazede kan fikriyle, görüntüsüyle ve çağrıştırdığı duygularla oynamaya başladım. Çok fazla anlam vardı ve çoğu da oldukça ağır anlamlardı. Kan güçlü bir biçimde kurban verme fikriyle bağlantılıydı; genç kadınlar için fiziksel olgunluğa erişme ve çocuk doğurma yeteneği kazanma anlamı taşıyordu; Hıristiyan dininde (pek çok diğer dinde de olduğu gibi) günahın ve kurtuluşun simgesiydi.

207


Stephen King I

Son olarak, ailelerde kuşaktan kuşağa geçen özellikler ve yeteneklerle ilgisi vardı. Birine benzemeyi veya onun gibi davranmayı "Kanımızda var," diye açıklarız. Bunun pek de bilimsel olmadığını biliriz, çünkü bunlar aslında genlerimizde ve DNA'mızda bulunan özelliklerdir, ama birini özetlemek için diğerini kullanırız.

Sembolizmi bu kadar ilginç, yararlı ve -iyi kullanıldığı zaman-çekici kılan da bu özetleme ya da kısaltma yeteneğidir. Bunun da bambaşka bir şekil dili olduğu düşünülebilir.

Peki hikâyenizi ya da romanınızı mutlaka başarıya ulaştırır mı? Aslında ulaştırmaz, hatta, özellikle de aşırıya kaçıldığında, zarar bile verebilir. Sembolizm süslemek ve zenginleştirmek için vardır, bir tür yapay derinlik yaratmak için değil. O çanların ve ıslıkların hiçbiri hikâye hakkında değildir, bunda anlaşalım. Sadece hikâye, hikâye hakkındadır. (Bunu duymaktan bıkmadınız mı daha? Umarım bıkmamışsınızdır, çünkü ben söylemekten yorulmaya başlamadım bile.)

Yine de sembolizm (ve diğer süslemeler de) belli bir amaca hizmet eder... ızgaranın üzerindeki kromdan fazla bir anlamı vardır. Hem size hem de okura bir odaklanma aracı olarak iş görür, daha birleşik ve keyifli bir çalışma yaratılmasına yardım eder. Sanırım, müsveddenizi tekrar okurken (ve onun hakkında konuşurken) hikâyenizde sembolizm veya bu konuda bir potansiyel olup olmadığını görürsünüz. Yoksa, öylece bırakın zaten. Ancak eğer varsa, yeryüzüne çıkarmaya çalıştığınız fosilin net bir parçasıysa... uğraşmaya devam edin. Bunu yapmazsanız maymunsunuz demektir.

208


Yazma Sanatı

-10-


Aynı şeyler tema için de geçerlidir. Tema da, yazı ve edebiyat derslerinde insanı kızdıracak kadar (ve boğacak kadar) çok işlenir ve sanki en korkunç meseleymiş gibi davranılır, ama (şok olmayın) hiç de o kadar büyük bir mesele değildir. Bir roman yazmışsanız, onu haftalarca, aylarca kelime kelime yakalamışsanız, bitirdiğiniz zaman şöyle bir arkanıza yaslanmayı (ya da uzun bir yürüyüşe çıkmayı) ve niye onca zaman harcadığınızı, niye bunu yapmanın o kadar önemliymiş gibi göründüğünü sormayı hem kitaba hem de kendinize karşı borçlu olursunuz. Başka bir deyişle, bütün bunlar ne içindi arkadaş?

Bir kitap yazdığınızda, günbegün ağaçları tarar ve tanımlarsınız. Bitirdiğinizde ise geri çekilip ormana bakmanız gerekir. Her kitabın sembolizm, ironi ya da müzikal bir dille (bildiğiz gibi, düz yazı denmesinin bir nedeni var) dolu olması gerekmez, ama bana öyle geliyor ki her kitabın -en azından okunmaya değer her kitabın- bir şey hakkında olması gerekiyor. Yazarken veya ilk müsvedde bitince, göreviniz sizin kitabınızın ne ya da neler hakkında olduğuna karar vermektir. İkinci müsveddede -veya kaçıncıysa artık-ise göreviniz o bir şeyi daha da net hale getirmektir. Bunu yapmak bazı büyük değişiklikler ve revizyonlar gerektirebilir. Yararı ise, size ve okurunuza daha net bir odak ve daha bütünleşmiş bir öykü sunmasıdır. Bu kural pek değişmez.

Yazılması en uzun zaman alan kitabım The Standm oldu. Aynı zamanda, sürekli okurlarımın en beğendiği kitapmış gibi de görünüyor (insanın en iyi kitabını yirmi yıl önce yazmış olduğuna dair

(1) Mahşer (Altın Kitaplar).

209

F:14


Stephen King

böyle ortak bir görüşün varlığı biraz tedirgin edici, ama bu konuya şimdi girmeyeceğiz, teşekkürler). İlk müsveddeyi kitaba başladıktan altı ay kadar sonra bitirebilmiştim. The Stand gerçekten uzun bir zaman aldı çünkü neredeyse üçüncü turu yazarken ölüp gidiyordu.

Dağınık, çok karakterli türden bir roman yazmak istemiştim -becerebilirsem fantezi bir destan olacaktı- ve bu amaçla uzun birinci kısmın her bölümüne ana bir karakter ekleyerek değişen perspektif yöntemi kullandım. Böylelikle, Birinci Bölüm, Teksas'lı bir fabrika memuru olan Stuart Redman oldu; İkinci Bölüm kendini Maine'li hamile bir üniversiteli kız olan ve sonra Stu'ya dönüşen Fran Goldsmith olarak gördü; Üçüncü Bölüm New York'lu rock and roll şarkıcısı Larry Underwood olarak başladı, sonra tekrar Fran'a ve sonra da Stu Redman'a döndü.

Planım bütün bu karakterleri, iyi, kötü ve çirkini iki mekâna bağlamaktı: Boulder ve Las Vegas. Muhtemelen sonunda birbirlerine girecekleri düşüncesindeydim. Kitabın ilk yarısı aynı zamanda, Amerika ve dünyayı silip süpüren, insan ırkının yüzde doksan dokuzunu ortadan kaldıran ve sonunda teknolojiye dayalı kültürümüzü yok eden insan yapısı bir virüsün hikâyesini anlatıyordu.

Bu hikâyeyi, 1970'lerdeki sözde Enerji Krizi'nin sonlarına doğru yazmaktaydım ve korkunç salgınların yayıldığı bir yaz mevsiminde (aslında bir aydan uzun sürmüyordu) harap olan bir dünya tasarlayarak gerçekten çok harika vakit geçiriyordum. Manzara panoramik, ayrıntılı, ülke çapında ve (en azından bana göre) nefes kesiciydi. Hayalimde, New York'un Lincoln Tüneli'inin ölü metrosunun yarattığı trafik karmaşasından, Randall Flagg'ın kırmızı gözüyle tetikte (ve çoğu zaman eğlenerek) izleyen bakışları altında Nazi bir ruhla yeniden doğan Las Vegas'a kadar, olayları bu kadar

210


Yazma Sanatı

net canlandırabildiğim durumlar çok az olurdu. Bütün bunlar korkunç geliyordu, korkunçtu da, ama bana göre gördüklerim aynı zamanda son derece gerçekçiydi. Artık ne enerji krizi ne kıtlık ne Uganda'da katliamlar ne asit yağmuru ne de ozon tabakasında delik vardı. Kılıçlarını bileyen nükleer güçlerin ve aşırı nüfus artışının da sonu gelmişti. Bütün bunların yerine, insanlığın geri kalan parçasının Tanrı merkezli, mucizelerin, sihrin ve kehanetin geri döndüğü bir dünyada yeniden başlama şansı vardı. Hikâyemi seviyordum. Karakterlerimi seviyordum. Ve yine de ne yazacağımı bilemediğim için bir satır daha yazamadığım bir nokta gelip çatmıştı. John Bünyan'ın epiğindeki Hacı gibi, doğru yolun kaybolduğu bir yere gelmiştim. Bu korkunç yeri keşfeden ilk yazar ben değildim ve sonuncusu olmaktan da çok uzaktım; burası yazarlar blokunun arazisiydi.

Eğer beş yüz sayfadan fazla değil de, iki hatta üç yüz tek satır aralıklı sayfa yazmış olsaydım, sanırım The Stand'ı terk eder ve başka bir şeyler yazardım... Tanrı biliyor ki, bunu daha önce yap-mışlığım vardı. Fakat beş yüz sayfa hem zaman hem de yaratıcı enerji açısından fazla büyük bir yatırımdı; bırakmam mümkün değildi. Üstelik, şu küçük ses de kitabın sahiden güzel olduğunu ve eğer bitirmezsem sonsuza dek pişmanlık duyacağımı fısıldıyordu. O yüzden başka bir projeye geçmek yerine, uzun yürüyüşlere çıkmaya başladım (yirmi yıl sonra bu alışkanlık başıma büyük dertler açacaktı). O yürüyüşlerde yanıma bir dergi veya kitap da alırdım ama, aynı yaşlı ağaçlara aynı geveze, hastalıklı tabiatlı ala kargalara ve sincaplara bakmaktan sıkılmış görünsem de, pek açmazdım. Yaratıcılık bunalımı geçiren biri için can sıkıntısı bire bir olabilir. O yürüyüşleri sıkıntıdan patlamış olarak ve devasa yararsız müsveddelerimi düşünerek geçirdim.

211


Stephen King

Haftalarca bir yere varamadım... her şey çok zor, çok fazla karmaşık geliyordu. Çok fazla entrika çevirmek zorundaydım ve bütün o entrikalar karmakarışık olma tehlikesi içindeydiler. Sorunu kafamda defalarca evirip çevirdim, yumrukladım, kafa attım... ve sonra bir gün pek de bir şey düşünmezken, cevap aklıma geliverdi. Tam ve tek bir parlak ışık yandı, hediye paketine sarılı olduğu da söylenebilir. Eve koştum ve aklımdakileri bir kâğıda aktardım, böyle bir şeyi ilk kez yapıyordum, ama unuturum diye dehşete düşmüştüm.

Gördüğüm şey, The Stand'm geçtiği Amerika'da salgınlar yüzünden nüfus azaldığı halde benim hikâyemin tehlikeli bir şekilde aşırı kalabahklaşmış olduğuydu... gerçek bir Kalküta'ya dönmüştü. Gördüğüm kadarıyla çözüm, beni ilerleten yerdeydi, virüs yerine bir patlama, ama Gordiyon düğümünü bir kerede çözecek büyük bir patlama olmalıydı. Kurtulanları Boulder'den batıya, Las Vegas'a gönderecektim, hiçbir şeyleri ve planları olmadan, bir vizyon bulmaya ya da Tanrı'nın dileğini anlamaya çalışan İncil karakterleri gibi gideceklerdi. Vegas'ta Randall Flagg'la karşılaşacaklar ve iyi adamlar da kötü adamlar da ayakta kalmaya uğraşacaklardı.

Bir an önce elimde bunların hiçbiri yoktu, bir an sonra ise hepsi vardı. Yazmanın en sevdiğim tarafı, o her şeyin birbirine bağlanıverdiğini gördüğüm ani kavrayış anı. Buna "Mantık üstü," dendiğini duymuştum ki bence de doğru, ayrıca "Eğrinin üstünde düşünmek," dendiğini de duymuştum ve o da doğru. Her ne ad verirseniz verin, çılgın bir heyecan içinde bir iki sayfa not tuttum ve sonraki iki üç günü de bulduğum çözümü zihnimde evirip çevirerek, kusurlarını ve boşluklarını arayarak (ve bir yandan da hikâyeyi yazmaya devam edip, iki yan karaktere bir ana karakterin dolabına bir bomba yerleştirterek) geçirdim, fakat bu doğru olamayacak ka-

212

Yazma Sanatı



dar güzel duygusunu da kafamdan atamıyordum. İster güzel olsun ister olmasın, o vahiy anında bunun gerçek olduğunu anlamıştım: Nick Andros'un dolabmdaki o bomba bütün akış sorunlarımı çözecekti. Nitekim çözdü de. Kitabın geri kalanı dokuz hafta içinde kendi kendine tamamlandı.

Daha sonra, The Stand'm ilk müsveddesini bitirdiğimde, beni kitabın ortasında tamamen durduran şeyi daha iyi oturtmayı başardım; kafamın içinde sürekli olarak "Kitabımı kaybediyorum! Ah, lanet olsun, beş yüz sayfa ve kitabımı kaybediyorum! Kırmızı alarm! KIRMIZI ALARNir diye sızlanan o ses olmayınca düşünmek çok daha kolaydı. Tekrar çalışmamı sağlayan şeyi de analiz etme fırsatı buldum ve olayın ironisi hoşuma gitti: ana karakterlerin neredeyse yarısını tuzla buz ederek kurtarmıştım kitabımı (aslında toplam iki patlama olmuştu, Boulder'dekini Las Vegas'ta benzer bir sabotaj hareketiyle dengelemiştim).

Huzursuzluğumun asıl sebebinin virüsten sonraki gelişmelerden kaynaklandığına karar vemiştim, Boulder karakterlerim -yani iyi adamlar- aynı eski teknolojik ölü girdaplara giriyordu. İlk kararsız CB yayınları, insanları Boulder'e çağırmak kısa süre sonra televizyonları harekete geçirecekti; haber programları ve 900'lü hatlar anında devreye girecekti. Aynı şey enerji santrallerinde de yaşanacaktı. Benim Boulderlilerin, Tanrı niye bizi korudu sorusunun, buzdolaplarını ve klimaları bir an önce tekrar devreye sokmaktan çok daha önemsiz olduğuna karar vermesi uzun sürmezdi. Vegas'ta, Randall Flagg ve yandaşları elektriği yeniden devreye sokmanın yanı sıra jetleri ve bomba uçaklarını kullanmayı öğreniyorlardı, ama bunda bir sorun yoktu -beklenen bir şeydi- çünkü onlar kötü adamlardı. Beni durduran şey, zihnimin bir düzeyinde, iyi adamlarla kötü adamların riskli bir biçimde birbirlerine benze-

213


Stephen King

meye başladıklarını algılamış olmamdı ve tekrar devam etmemi sağlayan da, iyi adamların elektronik bir altın boğaya taptıklarını ve uyanmak için bir dürtüye ihtiyaçları olduğunu fark edişimdi. Dolapta bir bomba bu işi gayet güzel halletti.

Bütün bunlar, çözüm olarak şiddetin, kahrolası bir kırmızı iplik gibi insan dokusuna işlemiş olduğunu görmemi sağladı. Bu da The Stand'm teması oldu ve ikinci müsveddeyi kitap kafamda tamamen oturmuş olarak yazdım. Karakterler (Stu Redman ve Larry Underwood gibi iyiler kadar Lloyd Henreid gibi kötüler de) tekrar tekrar "Bütün her şey -yani kitle imha silahları- ortalıkta toplanmayı bekliyor" gerçeğinden söz ettiler. Boulderliler eski neon Babil Kulesi'ni yeniden inşa etmeyi önerdiklerinde -masumca, iyi niyetle- daha fazla şiddete maruz kaldılar. Bombayı koyanlar Randall Flagg ne derse onu yapıyordu ama Flagg'ın zıt karakteri Başrahibe Abagail sürekli olarak "Her şey Tanrı'ya hizmet eder," diyordu. Eğer bu doğruysa -ve The Stand bağlamında kesinlikle doğruydu- o zaman bomba aslında yukarıdakinin bir uyarısı, "Ben sizi onca şeyden bu eski bokları yeniden yapasınız diye kurtarmadım," demenin bir yoluydu.

Romanın sonuna doğru (hikâyenin ilk, daha kısa versiyonun sonuydu), Fran, Stuart Redman'a bir umut olup olmadığını, insanların hatalarından ders alıp almayacaklarını soruyordu. Stu da, "Bilmiyorum," deyip duraklıyordu. Hikâye zamanına göre bu duraklama okur göz açıp kapayana kadar geçer. Yazarın stüdyosunda ise çok daha uzun sürdü. Zihnimi araştırdım ve Stu'nun söyleyebileceği, durumu netleştirecek bir şey daha aradım. Onu bulmak istiyordum çünkü Stu tam o sırada benim adıma konuşuyordu. Fakat sonunda, Stu sadece daha önce söylediğini tekrar etti: Bilmiyorum. Elimden gelen buydu. Bazen kitap size yanıtlar verir ama her

214

Yazma Sanatı



zaman değil ve okurları yüzlerce sayfa peşimden koşturduktan sonra benim de inanmadığım, boş ve yavan bir yanıtla bırakmak istemiyordum. The Stand'da ne ahlak dersi, ne de "Artık bir şeyleri anlasak iyi olur, yoksa lanet gezegeni toptan yok edeceğiz" türünden bir mesaj yoktu. Ama tema net bir şekilde ortaya konmuşsa, bu tartışma kendi ahlaki yönünü ve sonuçlarını doğurabilirdi. Bunda yanlış bir şey yok; bu tür tartışmalar okuma hayatının en büyük zevklerinden biridir.

Romanımı büyük salgın noktasına getirmeden önce sembolizm, betimleme ve edebi biat kullanmış olsam da, The Stand'm yol taşlarını döşemeden önce tema üzerine pek fazla düşünmediğimden kesinlikle eminim. Bence bu tür şeyler Daha Akıllı Kimseler ve Daha Büyük Düşünürlere göre. Hatta hikâyemi kurtarmak için çırpmıyor olmasam temaya bu kadar çabuk ulaşmış olacağımdan bile emin değilim.

Tematik düşünmenin ne kadar işe yarayabileceğini görmek şaşırtmıştı beni. Bu sadece İngiliz Dili Profesörlerinin dönem sonu sınavlarında üzerinde tartışmanızı istediği ("Wise Blood'un tematik fikirlerini üç paragrafta tartışın... 30 puan") içi boş bir fikir değil, alet kutusunda bulunması gereken başka bir gereç, büyüteç gibi bir şeydi.

Dolaptaki bomba konusunda vahiy geldikten sonra ne ikinci müsveddeye başlarken, ne de ilk müsveddedeki bir şeye takıldığımda, kendime ne hakkında yazdığımı, neden gitarımı çalmak veya motosikletimle gezmek yerine ta başında burnumu bileğitaşına soktuğumu ve orada tutmaya devam ettiğimi sormakta hiç durak-samadım. Cevap her zaman anında gelmiyor, ama genellikle bir cevap var ve genellikle de onu bulmak o kadar zor değil.

215

Stephen King



Herhangi bir romancının, hatta kırktan fazla roman yazmış olanların bile çok fazla tematik düşüncesi olduğuna inanmıyorum; pek çok ilgi alanım var ama sadece birkaçı roman için zorluyor. Bu derinden ilgilendiğim konular (onlara takıntı demeyeceğim) arasında Pandora'nın teknokutusu bir kez açıldı mı kapatmanın ne kadar zor -belki de imkânsız!- olacağı (The Stand, The Tommyknockers Fi-restarter);m eğer bir Tanrı varsa niye böyle korkunç şeyler olduğu sorusu (The Stand, Desperation, The Green Mile); gerçeklikle fantezi arasındaki ince çizgi (The Dark Half(2) Bag of Bones, The Drawing of the Three);^ ve hepsinden çok da, aslında iyi olan insanları da bazen şiddete iten korkunç cazibe (The Shining, The Dark Half) var. Ayrıca çocuklarla yetişkinler arasındaki önemli farklar ve insandaki hayal gücünün iyileştirici etkisi üzerine de tekrar tekrar yazdım.

Ve tekrar ediyorum: hiç de zor değil. Bunlar sadece yaşamımda ve düşüncelerimde, çocukken ve sonra bir erkek olarak, koca olarak, baba olarak, yazar ve sevgili olarak gelişen meraklar. Gece ışığı kapatıp yalnız başıma, bir elim yastığın altında karanlığa bakarak yatarken zihnimi meşgul eden sorular.

Hiç kuşkusuz sizin de kendi düşünceleriniz, merak ettikleriniz ve ilgi duyduklarınız var ve benimkiler gibi onlar da bir insan olarak yaşadıklarınızdan, deneyimlerinizden kaynaklanıyor. Bazıları benim yukarıda saydıklarıma benziyor, bazıları da son derece farklı ama onlar var ve onları işinizde kullanmanız gerek. Bütün o fikirler sırf bu amaçla orada değil belki ama bu konuda da iyi oldukları kesin.

<" Tepki (Altın Kitaplar).

(2> Hayatı Emen Karanlık (Altın Kitaplar).

p» Üç'ün Çekilişi (Altın Kitaplar).

216


Yazma Sanatı

Bu küçük vaazı bir uyarı sözüyle kapamalıyım, sorularla ve tematik düşüncelerle işe başlamak kötü kurgu reçetesi olur. İyi kurgu daima hikâyeyle başlar ve temaya doğru gelişir; hemen hemen hiçbir zaman temayla başlayıp hikâyeye doğru ilerlemez. Bu kuralın yegâne olası istisnası olarak George Orwell'in Animal Farm 'ını(1) düşünebiliyorum (ve Animal Farm da da aslında hikâye konusunun önce geldiğinden kuşkulanmaktayım; eğer öteki tarafta Orwell'i görürsem ona bu durumu sormak niyetindeyim).

Fakat temel öykünüz bir kez kâğıda geçtikten sonra, ne anlama geldiğini düşünmeniz ve sonraki müsveddelerinizi vardığınız sonuçlarla zenginleştirmeniz gerekir. Daha azmi yapmak kendi işinizden (ve sonuçta okurlarınızdan) anlattığınız her hikâyeyi eşsiz bir şekilde sizin kılan vizyonu çalmak olur.

-11-


Buraya kadar iyiydi. Şimdi de işin düzeltilmesinden söz edelim; kaç müsvedde ve ne kadar düzeltme? Benim açımdan bu sorunun cevabı hep iki müsvedde ve bir cila olageldi (kelime işlemci teknolojisindeki gelişmeler sayesinde, cilalarım da üçüncü bir müsvedde olmaya yaklaştı).

Burada sadece kendi kişisel yazı tarzımdan söz ettiğimi anlamalısınız; gerçekte düzeltme yazardan yazara büyük farklılık gösterir. Örneğin Kurt Vonnegut, romanlarının her bir sayfasını tam kendi istediği gibi olana kadar yeniden yazardı. Sonuç olarak bazen günlerce sadece bir veya iki sayfayı bitirebiliyordu (ve çöp sepeti buruşturulmuş, kabul görmemiş yetmiş bir, yetmiş iki sayfayla


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə