Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə11/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   20

<'> Korku Ağı (Altın Kitaplar).

160


Yazma Sanatı

değil, eğer tatili uzatırsanız öykünüzün üzerinizdeki baskısını ve telaşını yitirirsiniz. Günlük hedefinizi belirledikten sonra da, o hedefe ulaşana dek kapının kapalı kalmasına söz verin. Ve oturup o bin kelimeyi kâğıda veya ekrana dökmeye başlayın. Eski bir röportajımda, (galiba Carrie'nin tanıtımı içindi) radyoda program yapan bir sunucu nasıl yazdığımı sormuştu. Cevabım -"Her seferinde tek kelime"- nutkunun tutulmasına yol açmış gibiydi. Sanırım şaka yapıp yapmadığımı anlamaya çalışıyordu. Yapmıyordum. Neticede, daima bu kadar basittir. İster tek sayfalık bir mizah öyküsü olsun, ister Yüzüklerin Efendisi gibi epik bir üçleme olsun, iş daima her seferinde tek kelime yazılarak tamamlanır. Kapı, dünyanın geri kalanını dışarıda bırakır; ayrıca kendi içinize kapanmanızı ve elinizdeki işe odaklanmanızı sağlar.

Eğer mümkünse, çalışma odanızda telefon olmamalıdır, tabi ki kafanızı karıştıracak televizyon ya da video oyunları filan da olmamalıdır. Eğer odada pencere varsa, perdeleri veya panjurları sıkıca kapamalısınız. Bütün yazarlar için, ama özellikle de yazmaya yeni başlayanlar için zihin dağıtacak her şeyden uzak kalmak akıllıca olur. Eğer yazmayı sürdürürseniz bu tür şeyleri otomatik olarak elimine etmeye başlarsınız, ama başlarken en iyisi her şeyi kontrol etmektir. Ben yüksek sesle müzik dinleyerek çalışırım... AC/DC, Guns'n Roses ve Metallica gibi hard rock parçalar en sev-diklerimdir... ama benim için müzik de kapıyı kapatmanın başka bir yoludur. Beni kuşatır ve dış dünyadan koparır. Yazarken dış dünyadan kopmak istersiniz, öyle değil mi? Tabi ki istersiniz. Yazarken siz kendi dünyalarınızı yaratırsınız.

Sanırım gerçekten de yaratıcı uykudan söz ediyoruz. Yatak odanız gibi, çalışma odanız da mahrem bir yer, kendinize ait düşlere dalma mekânınız olmalıdır. Kendinize alışkanlık kazandırmak

161

F:ll


Stephen King

için, tıpkı her gece belli bir saatte yatar gibi sabahları da aynı işleri tekrarlamak için kendinize program yaparsınız... her gün yaklaşık aynı saatte oturup 1000 kelimenizi kâğıda veya ekrana dökersiniz. Hem uyurken hem de yazarken, fiziksel olarak her gün aynı vakitte, zihnimizi normal gündelik yaşamımızdaki yeknesak düşüncelerden kurtarmayı öğreniriz. Bedeninizin ve zihninizin giderek her gece belli bir süre uyumaya alışması gibi -altı, yedi saat ya da önerildiği gibi sekiz saat- uyanık durumdaki zihninizi de yaratıcı uykuya dalmak ve kurgularda başarıyı sağlayan canlı düşleri görmek üzere eğitebilirsiniz.

Fakat odaya, kapıya ve kapıyı kapatacak kararlılığa ihtiyacınız vardır. Aynı zamanda sarsılmaz bir hedefiniz de olmalıdır. Bunları temel olarak kabul ettiğiniz sürece, yazma işi de giderek kolaylaşır. İlham perisini beklemeyin. Daha önce de dediğim gibi, pek çok yaratıcı çabaya yatkın, taş kalpli bir heriftir o. Burada Ouija tahtasından ya da ruhlar âleminden söz etmiyoruz, boru döşemek veya koca koca kamyonları kullanmak gibi bir işten söz ediyoruz. Sizin göreviniz, ilham perisinin her gün sabah dokuzdan öğlene veya akşam on dokuza kadar nerede olacağınızı bilmesini sağlamak. Eğer bilirse, sizi temin ederim ki, er ya da geç çıka gelir, purosunu tüttürür ve sihrini gösterir.

.4.


Tamam... perdeler ve kapı kapalı olarak odanızdasınız ve telefonun fişi de çekilmiş durumda. Televizyonu ortadan kaldırdınız ve kendi kendinize iki dünya bir araya da gelse günde bin kelime yazacağınıza dair söz verdiniz. Şimdi asıl büyük soru geliyor: Ne hakkında yazacaksınız? Ve en az onun kadar büyük bir cevap: Ne

162


Yazma Sanatı

halt biliyorsanız onu yazacaksınız. Her ne olursa... doğruyu söylediğiniz sürece.

Yazı derslerinin anayasası genellikle, "Bildiğin şeyi yaz," der. Bu kulağa hoş gelir, ama ya başka gezegenlere keşfe giden uzay gemileri hakkında yazmak istiyorsanız ya karısını öldüren ve sonra da cesedini baltayla ortadan kaldırmaya çalışan bir adamı yazmak istiyorsanız? Ortada "Bildiğini yaz" komutu varken bir yazar bunlardan birini ya da binlerce hoş fikirden birini nasıl yazabilir?

Sanırım, işe "Bildiğini yaz" kuralını elinizden geldiğince geniş ve kapsamlı bir biçimde yorumlayarak başlamalısınız. Eğer bir te-sisatçıysanız tesisat kurmayı bilirsiniz, ama bilginiz bununla sınırlı değildir; yürek ve hayal gücü de bir şeyler bilir. Tanrı'ya şükür. Eğer yürek ve hayal gücü olmasaydı, kurgu dünyası pejmürde bir yer olurdu. Hatta var olmayabilirdi de.

Tarz açısından bakılırsa, yazmaya muhtemelen sevdiğiniz tarzla başlayacağınızı söyleyebiliriz... eskiden çok sevdiğim EC korku öyküleri kesinlikle ilk çalışmalarıma yansımıştı. Ama onları seviyordum, keza / Married a Monster from Outer Space gibi korku filmlerini de seviyordum ve bunun sonucu da "/ Was a Teenage Graverobber"w türünden hikâyeler oldu. Bugün bile o öykülerin biraz daha gelişmiş biçimlerini yazmaktan öteye gitmiş değilim; gece ve faal bir mezar öykülerine âşık olmuş durumdayım, hepsi bu. Onaylamıyorsanız sadece omuz silkebilirim. Çünkü elimde olan bu.

Eğer kurgubilim hayranrysamz, kurgubilim yazmak istemeniz doğaldır (ve ne kadar çok kurgubilim okursanız, klasik eserlerden ve beslenme yetersizliği çeken satirlerden o kadar uzaklaşırsınız).

(1) Mezar Soyguncusu Delikanlı.

163


Stephen King

Eğer sırlara meraklıysanız, o tür kitaplar yazmak istersiniz ve eğer aşktan hoşlanıyorsanız doğal olarak kendi aşklarınızı yazmayı arzu edersiniz. Bütün bunlarda hiçbir yanlışlık yok. Bana göre, büyük bir yanlış olacak şey, bildiğiniz ve hoşlandığınız (ya da benim o eski EC'lere ve siyah beyaz korku filmlerine olduğum gibi âşık olduğunuz) konulardan uzaklaşıp dostlarınızı, akrabalarınızı ve yazı dünyasındaki meslektaşlarınızı etkileyeceğine inandığınız şeyler yazmaya kalkmanızdır. En az bunun kadar yanlış olacak başka bir şey de, para kazanmak için kasıtlı olarak belli bir tarz ya da tipte kurguya yönelmektir. Bunun ahlaki açıdan yanlış olması sorunun bir yanı... kurgu işi, öykünün yalan ağları içinde gerçeği bulmaya dayanır, kasayı doldurmak üzere entelektüel sahtekârlık yapmaya değil. Ayrıca bu hiç işe yaramaz dostlarım.

Bana neden bu tür şeyler yazmayı seçtiğim sorulduğu zaman, bu sorunun, verebileceğim her türlü yanıttan daha açıklayıcı olduğunu düşünürüm. Sürekli çiğnenen bir sakız gibi, yazarın yazdıklarını kontrol ettiği söylenir (ilk gerçek ajanım olan Kirby McCauley bu konuyu kurgu yazarı Alfred Bester'in -The Stars My Destination,^'' The Demolished Man-{2) sözleriyle vurgulardı. Alfie konuyu kapatacak bir ses tonuyla, "Patron kitaptır," derdi.). Ciddi ve kararlı bir yazar, bir yatırımcının iyi gelir getireceğini düşünerek yatırım aracı seçtiği gibi hikâye malzemesini seçemez. Bu iş gerçekten böyle yapılabilseydi zaten yazılan tüm kitaplar çok satan olur ve bir avuç "Büyük" yazara muazzam avanslar ödenmezdi (bu durum yayıncıların hoşuna giderdi).

Grisham, Clancy, Crichton ve bendeniz -diğer bazı yazarlarla birlikte- bu muazzam avansları alan kişileriz, çünkü yazdığımız çok

"> Hedefim Yıldızlar. (2) Komando Adam.

164


Yazma Sanatı

fazla sayıdaki kitap çok fazla sayıda okura ulaşıyor. Ara sıra, bizlerin öteki (ve genellikle bizden daha iyi) yazarların bulamadığı veya kullanmaya tenezzül etmediği kutsal metinlere ulaştığımıza dair eleştire' varsayımlar yürütülür. Bunun doğruluğundan kuşkuluyum. Ayrıca, bazı popüler romancıların (her ne kadar bir tek o olmasa da, ben son zamanların Jacqueline Susan'ını düşünüyorum) başarılarının kitaplarının edebi değerine bağlı olduğu görüşüne de inanmıyorum... halkın ancak zor anladığı şeyleri değerli bulduğu, diğer kitapların edebiyatı geliştiremediği görüşüne. Bence bu gülünç bir fikir, kendini beğenmişlik ve güvensizliğin eseri.

Kitap satın alanlar, çok büyük çoğunlukla, romanın edebi değerine kapılarak almazlar; kitap satın alanlar uçakta onlara eşlik edecek güzel bir hikâye isterler, onları önce büyüleyecek sonra da içine çekip sayfaları çevirmelerini sağlayacak bir hikâye. Bence bu da, ancak kitaptaki kişiler, o kişilerin davranışları, bulundukları ortamlar ve konuşmaları okura tanıdık gelirse mümkün olur. Okur, kitapta kendi yaşamının, inançlarının yansımalarını buldukça hikâyeye ilgisi artar. Bu tür bir bağı, önceden tasarlanmış bir yöntemle, pazarı yarış pisti çığırtkanlığı ile tartarak sağlamanın mümkün olmayacağını düşünüyorum.

Tarz taklidi yapmak bir şeydir, yazarlığa başlarken kullanılacak dürüst bir yöntemdir (ve bundan kaçınmak gerçekten imkânsızdır; bir yazarın gelişimi her yeni aşamada çeşitli taklitlerin izlerini taşır) ama, yaptığı ne kadar basitmiş gibi görünürse görünsün, hiç kimse bir yazarın özel tarzını taklit edemez. Başka bir deyişle, bir kitabı cruise füzesi gibi yönlendiremezsiniz. John Grisham veya Tom Clancy gibi yazarak bir servet edinmeye karar veren kişiler, soluk taklitler üretmekten öteye gidemezler, çünkü kelime dağarcığı ile hissetmek ayrı şeyler olduğu gibi, romanın akışı da zihin ve

165

Stephen King



yürek tarafından algılanışından ışık yılı uzaktadır. Üzerinde "John Grisham veya Patricia Cornwell veya Mary Higgins Clark veya Dean Koontz tarzında" ibaresi gördüğünüz bir kitap gördüğünüz zaman, bilin ki, aşırı hesapçı davranılarak üretilmiş (ve de muhtemelen sıkıcı) bir taklide bakmaktasınız.

Hoşunuza giden şeyi yazın, sonra onu hayatla karıştırın ve kendi hayat deneyiminizi, dostluklarınızı, ilişkilerinizi, cinselliğinizi ve işinizi katarak yoğurun. Özellikle de işinizi. İnsanlar iş hakkında kitap okumayı sever. Nedenini Tanrı bilir, ama severler. Eğer bilimkurgudan hoşlanan bir tesisatçıysanız, pekâlâ bir yıldız gemisine binen veya bilinmedik bir gezegene giden bir tesisatçı üzerine yazabilirsiniz. Saçma mı geldi? Clifford D. Simak tıpkı buna benzer bir konuda Cosmic Engineersw diye bir kitap yazdı. Ve de inanılmayacak kadar çok okundu. Hatırlamanız gereken tek şey, bildiklerinizi öğretmekle, onları bir hikâyeyi zenginleştirmek için kullanmak arasında fark olduğu. İkinci iyidir. Birincisi ise iyi değildir.

John Grisham'ın bomba romanı The Firm 'i(2) düşünün. Bu öyküde, genç bir avukat, doğru olamayacak kadar güzelmiş gibi görünen ilk işinde aslında mafya için çalışmakta olduğunu keşfeder. Gerilimi yüksek, insanı saran ve baş döndürücü bir hızla akan The Firm milyonlarca sattı. İşin insana büyüleyici gelen yanı ise, okurların da kendilerini genç avukatın düştüğü ikilemde bulmasıydı: çete için çalışmak kötüydü, bunda tartışılacak bir taraf yoktu, ama iş karşılığında alınan ücret de şahaneydi! İnsan bir Beemer kullanabiliyordu ve bu daha sadece başlangıçtı.

(1) Uzay Mühendisleri. <2> Şirket.

166

Yazma Sanatı



Okurlar ayrıca avukatın kendini bu açmazdan kurtarmak için harcadığı zekice çabayı da sevdiler. Çoğunluğun davranış şekli öyle olmayabilirdi ve son elli sayfada deus ex machinam epeyce ses veriyordu, ama avukatın yaptıkları çoğumuzun yapmaktan hoşlanacağı şeylerdi. Ve biz de hayatımızda bir deus ex machina olmasını istemez miydik?

Kesin olarak emin olmasam da, köpeğim üzerine bahse girerim ki, John Grisham asla çetede çalışmamıştır. Bütün öykü tamamen uydurmadır (ve tamamen uydurmak da bir kurgu yazarının en büyük zevkidir). Ancak, bir zamanlar kendisi de genç bir avukattı ve belli ki, mücadelesinin hiçbir anını unutmamış. Ne çeşitli mali tuzakların yerleri aklından çıkmış ne de kurumsal hukuku onca güç hale getiren bal kapanları. Ustaca örülmüş mizahı da kontr-puan olarak kullanıp bütün zalimlerin üç parçalı takımlar giydiği Darwin tarzı bir boğuşma dünyası yaratmış. Ve bu -güzel kısmı şimdi geliyor- inanmamanın imkânsız olduğu bir dünya. Grisham orada bulunmuş, bölgeyi ve düşmanın pozisyonlarını gözetlemiş ve tam bir raporla geri dönmüş. Bildiği doğruları anlatmış ve başka bir nedenle değilse bile, sırf bu yüzden The Firm'in doldurduğu kasayı hak ediyor.

The Firm'i ve Grisham'ın sonraki kitaplarını kötü yazılmış diye dışlayan ve niye bu kadar başarılı olduğunu çözemediklerini itiraf eden eleştirmenler ya çok büyük ve çok aleni olduğu için asıl noktayı gözden kaçırıyorlar ya da kasıtlı olarak kahnkafalılık ediyorlar. Grisham'ın inandırıcı öyküsü, sağlam bir şekilde kendi bildiği, bizzat yaşadığı gerçeklere oturuyor ve tam bir dürüstlükle (adeta saflıkla) kaleme alınmış. Sonuçta ortaya hem cesur hem de

(I> İlahi adalet.

167

Stephen King



eşsiz bir biçimde tatmin edici bir kitap çıkmış (karakterlerin karton olabilir ya da olmayabilir, bunu ayrıca tartışabiliriz). İşe yeni başlayan bir yazar olarak, Grisham'ın yaratmış göründüğü başı beladaki avukatlar tarzını taklit etmeyebilirsiniz, ama Grisham'ın açıklığına ve doğruca ana noktaya vurmaktan başka bir şey yapma yeteneksizliğine öykünebilirsiniz.

John Grisham elbette ki avukatları biliyor. Ne bildiğiniz de sizi başka bir açıdan eşsiz kılar. Cesur olun. Düşmanın yerini saptayın, geri dönün ve bize bildiklerinizi anlatın. Ve unutmayın ki uzaydaki tesisatçılar bir öykü için hiç de fena bir kurgu olmaz.

-5-

Benim gözümde hikâyeler ve romanlar üç bölümden oluşur: öyküyü A noktasından B noktasına ve nihayet Z noktasına taşıyan akış; okur için makul bir gerçeklik sağlayan tanımlar; ve konuşmalarıyla karakterlere hayat veren diyalog.



Bütün bunların içinde kroki nerede diyebilirsiniz. Cevap -yani benim cevabım- hiçbir yerde şeklinde. Size hiç plan yapmadığımı söylemem, hiç yalan söylemediğimi söylemem gibi olur, ama ikisini de mümkün olduğunca seyrek yaparım. Plana iki nedenle güvenmem: birincisi, çünkü, ne kadar makul ve mantıklı planlar yapmaya çalışsak da hayatlarımız da büyük ölçüde plansız akar; ve ikincisi, çünkü planlamayla gerçek yaratıcılığın özgürlüğünün kıyaslanamayacağına inanırım. Bu konuda elimden geldiğince açık olmam en iyisi... hikâyeleri yaratma konusunda benim temel inancımın, daha ziyade onların kendi kendilerini yarattıkları şeklinde olduğunu bilmelisiniz. Yazarın görevi onlara büyüyecekleri bir yer açmaktır (ve yazılı biçime uyarlamak elbette). Eğer olayları bu bi-

168


Yazma Sanatı

çimde görebilirseniz (ya da en azından bunu denerseniz), birlikte rahat rahat çalışabiliriz. Diğer yandan, eğer, benim deli olduğuma karar verirseniz onda da sorun yok. Siz ilk olmayacaksınız.

The New Yorker için yapılan bir röportajda, gazeteciye (Mark Singer) hikâyelerin, yeraltındaki fosiller gibi, bulunan şeyler olduklarına inandığımı söylemiştim, o da bana inanmadığını söyledi. Ben de, benim inandığıma inandığı sürece bir sorun olmadığını belirttim. Ve inanıyorum. Hikâyeler hediyelik tişörtler veya bilgisayar oyunları değildir. Hikâyeler kalıntıdır, keşfedilmemiş var oluş öncesi dünyadan kalmışlardır. Yazarın görevi alet kutusundaki aletleri kullanarak o hikâyeyi mümkün olduğunca el değmemiş bir şekilde yeryüzüne çıkarmaktır. Bazen bulduğunuz fosil küçüktür; bir deniz kabuğudur. Bazen de muazzamdır, bütün o devasa kaburga kemikleri ve sırıtan dişleriyle koca bir dinazordur. Her iki durumda da, ister kısa hikâye, ister bin sayfalık bir roman olsun, kazı teknikleri temel olarak aynı kalır.

Ne kadar iyi olursanız olun ne kadar tecrübeli olursanız olun, bütün fosili birkaç kırık ve kayıp olmadan çıkarmanız hemen hemen imkânsızdır. Çoğunu sağlam çıkarabilmek için bile, kürek yerini çok daha hassas aletlere bırakması gerekir: basınçlı hava hortumu, el küreği ve hatta belki de diş fırçası. Kroki ise çok daha büyük bir alettir, yazarın havalı matkabıdır. Bir fosili sert zeminden havalı matkapla çıkarabilirsiniz, bunda tartışılacak bir şey yok, ama siz de benim kadar iyi bilirsiniz ki, havalı matkap çıkardığı kadarını da kırabilir. Hantaldır, mekaniktir, yaratıcılığa aykırıdır. Kroki, bana göre, iyi bir yazarın son çaresi, bir ahmağın ilk seçimidir. Krokiden yola çıkılarak bitirilen hikâye yapay ve zorlama görünme eğilimindedir.

169

Stephen King



Ben daha çok sezgilere güvenme eğilimindeyim ve bunu yapabiliyorum, çünkü benim kitaplarım hikâyeden ziyade durumu temel almaya yönelik. Bu kitapları üreten fikirlerin bazıları diğerlerine göre daha karmaşıktır, ama çoğunluğu alışveriş merkezindeki bir mağazanın vitrini ya da mum boyayla yapılmış bir tablonun basit yalınlığı ile başlar. Bir grup karakteri (belki bir çifti, belki sadece tek bir kişiyi) bir tür durumun içine koyup sonra da onların özgürleşmeye çalışmasını izlemeyi severim. Benim işim onların yolunu açmak veya emniyete ulaşsınlar diye maniple etmek değildir -bunlar kroki denen o gürültülü matkabı isteyenlerin işidir- benim işim, neler olduğunu izlemek ve sonra da oturup yazmaktır.

Durum önce gelir. Karakterler -başlarken daima düz ve şekillenmemiş olarak- sonra gelir. Bir kez bunlar zihnimde oturunca, anlatmaya başlarım. Genellikle nasıl bir sonuç çıkacağı hakkında bir fikrim vardır, ama asla, olayları benim tarzımda çözen, kurulmuş karakterler istemem. Aksine, her şeyi kendi yöntemleriyle yapmalarını isterim. Bazı durumlarda ortaya benim öngördüğüm sonuçlar çıkar. Ancak çoğunlukla hiç ummadığım sonuçlarla karşılaşırım. Bir gerilim yazarı için bu harika bir şeydir. Ne de olsa, ben sadece romanın yaratıcısı değil aynı zamanda da ilk okuruyum. Ve eğer ben, olayların akışını bildiğim halde o kahrolası şeyin neye dönüşeceğini kestiremiyorsam, okurun da heyecanla sayfaları çevireceğinden emin olabilirim. Ve bir şeyin sonu için niye endişelenmen ki? Niye bunca kontrol manyaklığı? Her hikâye er ya da geç bir yerlere ulaşır.

80'lerin başlarında, karımla hem iş hem keyif için Londra'ya gitmiştim. Uçakta uyuyakaldım ve popüler bir yazar hakkında bir rüya görmeye başladım (gördüğüm kişi ben olabilirdim de olmayabilirdim de ama Tanrı biliyor ki, James Caan değildi), yazar, bilin-

170


Yazına Sanatı

nıez bir yerlerdeki bir çiftlikte yaşayan psikopat bir hayranının eline düşüyordu. Hayranı, giderek artan paranoyasıyla izole olmuş bir kadındı. Ahırda evcil domuzu Misery de dahil olmak üzere yiyecek stoku vardı. Domuz, adını yazarın çok satan romanlarının sürekli kahramanından almıştı. Uyanmadan önce bu rüyada en iyi hatırladığım kısım, kadının, arka yatak odasında bir bacağı kırık olarak esir tutulan yazara söylediği bir şeydi. Sözleri American Airlines'ın kokteyl peçetesine yazdım ki unutmayayım, peçeteyi de cebime koydum. Sonra peçeteyi bir yerde kaybettim ama yazdıklarımın çoğunu hatırlıyorum:

Kadın ağır ağır konuşuyor ama göz temasından hiç kaçınmıyor. İri bir kadın ve tepeden tırnağa sert; kadında bir talep eksikliği var. (Bunlar her ne demekse; ama unutmayın ki yeni uyanmıştım.) "Domuzuma Misery adını verirken kötü bir şekilde komik olmaya çalışmıyordum, hayır efendim. Lütfen böyle düşünmeyin. Hayır, ona bu adı bir hayranın sevgisiyle verdim, bu da var olan en saf sevgidir. Koltuklarınız kabarmak."

Tabby ile Londra'da Brown's Hotel'de kaldık ve ilk gecemizde uyuyamadım. Kısmen, odamızın tam üstündeki odadan küçük kızların oluşturduğu bir jimnastik grubu varmış gibi sesler gelmesinden, kısmen jet sersemliğinden, ama en çok da o kokteyl peçetesi yüzündendi. Onun üzerine karaladıklarını, mükemmel bir hikâyeye dönüşebileceğine inandığım tohumlardı, korkunç olduğu kadar komik ve şeytani bir hikâyeye. Bunu yazmamak müsriflik olur diye düşünüyordum.

Kalkıp aşağı indim ve resepsiyondaki görevliye çalışabileceğim sakin bir yerleri olup olmadığını sordum. Adam, beni ikinci kat sahanlığındaki muhteşem bir masaya götürdü. Muhtemelen haklı bir gururla, masanın Rudyard Kipling'e ait olduğunu söyledi.

171


Stephen King

Bu malumattan biraz gözüm korkmuştu ama mekân sessizdi ve masa da yeterince konuksever görünüyordu; her şeyden önce kiraz ağacından geniş bir çalışma yüzeyi vardı. Çay üstüne çay içerek (çalışırken çayı galonla içerim... tabi eğer bira içmiyorsam), bir steno defterinin on altı sayfasını doldurdum. Aslında el yazısıyla çalışmayı severim; tek sorun bir kez coşunca kafamda oluşan satırların hızına yetişemememdir.

Bitirince tekrar lobiye inip görevliye Bay Kipling'in güzelim masasında çalışmama izin verdiği için teşekkür ettim. "Beğenmenize çok sevindim," diye cevap verdi. Yazarı sanki bizzat tanıyormuş gibi, minik, garip bir tebessüm vardı yüzünde. "Aslında Kipling orada öldü," dedi. "Felç indi. Yazarken."

Birkaç saat uyumaya çalışmak üzere yukarı döndüm, aslında ne kadar çok gereksiz bilgi veriliyor bize diye düşünüyordum bir yandan da.

Yaklaşık 30.000 kelimelik bir büyük hikâye olarak düşündüğüm kitabımın üzerinde çalışırken kullandığım ad "The Annie Wilkes Edition" idi. Bay Kipling'in güzel masasına oturduğumda ana durum -sakatlanmış yazar, psikopat hayran- kafamda tam olarak oturmuş durumdaydı. O sırada aktüel öykü henüz ortada yoktu (tamam vardı, ama -elle yazılmış on altı sayfası hariç- toprağa gömülmüş bir kalıntı halindeydi), ama çalışmaya başlamam için öyküye gerek olmadığını biliyordum. Fosilin yerini saptamıştım; gerisinin dikkatli bir kazıdan ibaret olduğunun da farkındaydım.

Bence benim için geçerli olan pekâlâ sizin için de olabilir. Eğer, krokilerin ve defterler dolusu "Karakter Notları"nın yorucu uranlığının kölesi olmuşsanız (veya gözünüz yılmışsa), bu yöntem sizi özgürleştirebilir. En azından, zihninizi Kroki Çıkarmak'tan daha ilgi çekici bir yola döndürür.

172

Yazma Sanatı



(Eğlenceli bir dipnot: Kroki Çıkarma'nın en hararetli taraftarlarından biri, belki de 1920'lerde çok satan bir yazar olan Edgar Wallace'dir. Wallace, adına Edgar Wallace Kroki Tekerleği denen bir aygıt icat etmişti... patentini de almıştı. Acilen kroki geliştirmeniz veya olaylara bir dönüm noktası yaratmanız gerektiğinde, tek yapmanız gereken tekerleği çevirip açılan pencerede yazan şeyi okumaktı: tesadüfen biri gelir veya kadın kahraman aşkını ilan eder gibi şeyler çıkardı karşınıza belki. Herhalde bu aygıt peynir ekmek gibi satmıştır.)

Paul Sheldon'un uyanıp da kendini Annie Wilkes'in esiri olarak bulduğu o ilk Brown Hotel çalışmasını tamamladığımda, neler olacağını bildiğimi düşünüyordum. Annie, Paul'ün cesur ve sürekli kahramanı Misery Chastain'in yeni bir romanını sırf kendisi için yazmasını isteyecekti. İlk itirazlardan sonra da Paul tabi ki bunu yapmayı kabul edecekti (sanırım psikopat bir hemşire oldukça ikna edici olabilir). Annie, ona, sevgili domuzunu bu projeye kurban etmek niyetinde olduğunu anlatacaktı. Söylediğine göre, Mi-sery'nin Dönüşü, tek kopya olacaktı: domuz derisine tutturulmuş holografik bir elyazması!

Perdeyi burada kapatır ve altı ya da sekiz ay sonra sürpriz son için Annie'nin Colarodo'nun uzak bir köşesindeki inziva yerine döneriz diye düşünüyordum.

Paul gitmiştir, hasta odası bir Misery Chastain mabedine dönmüştür, ama domuz Misery ahırın yanındaki barınağından sakin bir şekilde homurtular çıkarmakta ve hâlâ hayatta olduğunu kanıtlamaktadır. "Misery Odası"nın duvarlarında kitap kapakları, Misery filmlerinden afişler, Paul Sheldon'un resimleri, belki, ÜNLÜ AŞK ROMANLARI YAZARI HÂLÂ KAYIP başlığının göründüğü bir gazete kupürü vardır. Odanın ortasında, özenle aydınla-

173

Stephen King



tılmış bir masanın (Bay Kipling şerefine kiraz ağacından bir masa) küçük bir masa ve üzerinde tek bir kitap durmaktadır. Bu, Misery'nin Dönüşü'nün Annie Wilkes kopyasıdır. Cilt çok güzeldir ve de öyle olması gerekir, çünkü Paul Sheldon'un derisinden yapılmıştır. Peki ya Paul'ün kendisi? Kemikleri ahıra gömülmüş olabilir ama bence domuz lezzetli kısımlarını yemiştir.

Fena değil ve pekâlâ da güzel bir hikâye olurdu (ama güzel bir roman olmazdı; hiç kimse on altıncı ile on yedinci bölüm arasında domuz tarafından yendiğini öğrendiği bir adamm peşinde üç yüz sayfa dolaşmak istemez), ama sonunda işler böyle yürümedi. Paul Sheldon, benim düşündüğümden çok daha akıllı çıktı ve Şeh-razat'ı oynayarak hayatta kalmayı başarması, bana uzun zamandır hissettiğim ama asla kâğıda dökmediğim bir şeyden, yani yazı yazmanın bu kurtarıcı gücünden söz etme fırsatı verdi. Tabi ki Annie de benim ilk düşündüğümden çok daha karmaşık birine dönüştü ve onu yazmak da çok eğlenceliydi, küfür etmeye gelince son derece tutucu ama sevdiği yazar ondan kaçmaya çalıştı diye ayağını doğrarken hiçbir pişmanlık duymayan bir kadındı. Sonunda, An-nie'nin korkulası olduğu kadar acınası biri olduğunu hissettim. Ve hikâyenin hiçbir ayrıntıyı, hiçbir olayı krokiyle çıkmadı; hepsi organikti, her biri fosilin keşfedilmemiş bir parçası olarak doğallıkla ilk bulundukları yerden çıkıyordu. Ve bütün bunları gülümseyerek yazıyorum. Bu kitabı yazarken uyuşturucu ve alkol yüzünden hastaydım ama yine de çok eğlenmiştim.


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə