Stephen King Yazma Sanatı



Yüklə 0,96 Mb.
səhifə5/20
tarix19.07.2018
ölçüsü0,96 Mb.
#56547
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20

AUGUSTINE İÇİN KADEMELİ BİR İLAHİ

Uzak tepelerdeki sedir ağaçlarından kopup gelen

Rüzgârın dölyatağında taşıdığı

Çöl kumlarının bal kokusu

Düş gören arıların vızıltısı

Çekirgelerin uykulu kahkahaları

Sıska ayıyı kış uykusundan uyandırdı

Ayı kesin bir vaat duydu.

66

Yazma Sanatı



Bazı kelimeler anlaşıldı;

Gümüş tabaklardaki kar yığınlarıyla

Ya da altın taslardan akan buzlarla beslenecekti.

Ne sevgilinin dudakları arasındaki

buz parçaları ne de tatlı

rüyalar her zaman hayal değildir

Uyanan ayı kısık sesle bir şarkı mırıldanır,

Yavaş yavaş dönerek kentleri feth eden kum dokuları.

İltifatları denize doğru esen rüzgârı baştan çıkarır.

Balıklar ağlara takılmıştır.

Ayı buz gibi kokan karda şarkı söylemeye başlar.

Tabby okumayı bitirdiğinde sessizlik çöktü. Kimse nasıl bir tepki vereceğini kesin olarak bilmiyordu. Şiir boyunca gomeneler uzanıyor, neredeyse tümüyle okunana dek mısraları birbirine bağlıyor gibiydi. Diksiyon işçiliği ile çılgın betimleme bileşimini heyecan verici ve aydınlatıcı bulmuştum. Şiiri ayrıca bende, güzel yazımın aynı anda hem insanı kendinden geçirebileceği hem de düşündürebileceği inancımda yalnız olmadığım duygusunu yaratmıştı. Eğer taş gibi ayık insanlar akıllarını kaçırmışçasına sevişebiliyorlarsa (o karmaşada gerçekten akıllarını yitiriyor olabilirler) yazarlar niye keçileri kaçırıp aynı zamanda da aklı başında kalamasınlar?

Ayrıca şiirde benim sevdiğim türden bir çalışma etiği vardı; şiir yazmak (ya da öykü veya deneme) ile yerleri silmek arasında efsanevi vahiy anları itibariyle çok fazla ortak yan var. A Raisin in the Sun'da(1) karakterlerden birinin, "Uçmak istiyorum. Güneşe dokunmak istiyorum," diye bağırdığı karısının da, "Önce yumurtalarını ye!" diye cevap verdiği bir yer vardır.

(1) Güneşe Tırmanmak.

67

Stephen King



Tab'in okumasını izleyen tartışma sırasında, kendi şiirini anlamış olduğunu anladım. Ne demek istemiş olduğunu kesinlikle biliyordu ve söylemek istediklerinin büyük kısmını söylemişti. Hem Katolik olduğu hem de ana dalı tarih olduğu için Aziz Augustine'i (MS 354-430) tanıyordu. Augustine'in annesi (o da bir azizdi) Hıristiyan, babası ise pagandı. Hıristiyanlığı kabul etmezden evvel Augustine hem para hem kadın peşinde koşmuştu. Hıristiyan olmasından sonra cinsel dürtüleriyle mücadele etmeyi sürdürmüştü ve aşağıda yer alan Libertine'nin Duası ile tanınıyordu: "Ah Tanrım, beni iffetli kıl... Ama hemen değil." Metinlerinde insanın, Tanrı'ya inanmak uğruna kendine inancından vazgeçme mücadelesi üstünde odaklanmıştı. Ve bazen kendi kendisini bir ayıya benzetmişti. Tabby'nin gülümserken çenesini aşağıya doğru titretmek gibi bir alışkanlığı vardı (bu onun hem akıllı hem de fevkalade sevimli görünmesini sağlıyordu). Hatırlıyorum; o gün de öyle yaptı ve sonra, "Üstelik, ben ayıları severim," dedi.

İlahi kademeliydi, çünkü ayının uyanışı kademeliydi. Ayı zamanı geçmiş olduğu için sıska da olsa güçlüydü ve tenseldi. Kendisinden ayrıntılı açıklama istendiğinde, bir anlamda Tabby, ayıya, insanoğlunun dertlenmesini ve doğru hayalleri yanlış zamanda kurmak yönündeki harikulade alışkanlığını sembolize ediyor denebilir, diye açıklamıştı. Bu tür hayaller zordur, çünkü uygunsuzdurlar; ama aynı zamanda vaat ettikleri itibariyle harikuladedirler. Şiir ayrıca hayallerin güçlü olduğunu da söylüyor; ayı rüzgârı, bir ağın içinde yakalanmış bir balığa iletmesi için baştan çıkartacak kadar güçlü.

"Kademeli Bir İlahi"nin önemli bir şiir olduğunu tartışacak değilim (bir hayli iyi bir şiir olduğunu düşünmeme rağmen). Önemli

68

Yazma Sanatı



olan, histerik bir zaman diliminde yazılmış, hem yüreğimde hem ruhumda titreşimler yaratan bir yazım etiğinden kaynaklanan mantıklı bir şiir olması.

O gece Tabby, Jim Bishop'un sallanan iskemlelerinden birinde oturuyordu. Bense hemen yanı başında yerde oturuyordum. O konuşurken elimi baldırına koyarak çorabının üstünden sıcak etinin kıvrımını avuçladım. Bana gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Kimi zamanlar bu tür şeyler kazayla olmuyor. Bundan kesinlikle eminim.

-24-

Üç yıllık evliyken iki çocuğumuz olmuştu. Ne planlayarak yapmıştık çocukları ne de planlamaksızın; geldikleri zaman gelmişlerdi ve geldiklerine memnun olmuştuk. Naomi kulak enfeksiyonundan muzdaripti. Joe yeterince sağlıklıydı, ama asla uyumuyor gibiydi. Tabby, Joe'yu doğururken ben bir arkadaşımla birlikte Brewer'da bir açık hava sinemasmdaydım. (Memorial Day üçlü-süydü; üç tane korku filmi). Üçüncü filme ve altılı bira paketlerinin ikincisine gelmiştik ki, (The Corpse Grinders)(n yönetimdeki herif bir duyuruyla araya girdi. O zamanlar hâlâ hoparlörler vardı; arabanızı park ettiğinizde birini yuvasından alıyor ve pencerenize asıyordunuz. Dolayısıyla yöneticinin duyurusu bütün park yerinde çınladı: "steve king, lütfen evinize gidin, kariniz doğum yapi-



YOR. STEVE KING LÜTFEN EVE GİDİN. KARINIZ BEBEĞİ DOĞURACAK."

Eski Plymouth'u çıkışa doğru sürerken birkaç yüz araba kornası alaycı bir biçimde selama durdu. Birçok kişi farları yakıp sön-

(1) Ceset Öğütücüler.

69

Stephen King



dürerek beni yanar döner bir parıltıyla yıkadı. Arkadaşım Jimmy Smith o kadar çok güldü ki, ön koltuğun yolcu tarafındaki ayak boşluğuna düştü. Bangor'a yolculuğumuzun hemen tamamında, bira tenekelerinin arasında kıkırdayarak orada kaldı. Eve ulaştığımda Tabby sakin ve hazırdı. Üç saatten az bir zaman sonra Joe'yu doğurdu. Joe dünyaya kolaycacık geldi. Bunu izleyen yaklaşık beş yıl boyunca Joe'ya ilişkin hiçbir şey kolay olmadı. Yine de büyük zevkti. İkisi de öyleydi, gerçekten. Naomi beşiğinin üstündeki duvar kağını söktüğünde (belki de evi temizlediğini düşünüyordu) ve Joe Sanford Caddesi'ndeki dairemizin verandasındaki sallanır koltuğun hazeran oturma yerine kakasını yaptığında bile zevk veriyorlardı insana.

-25-


Annem yazar olmak istediğimi biliyordu (yatak odamın duvarındaki enserden sarkan bütün o ret notlarıyla nasıl bilmezdi?), ama beni öğretmenlik belgeleri edinmeye ikna etti "ki böylece, ne olur ne olmaz diyerek, kolunda bir altın bilezik olsun."

"Evlenmek isteyebilirsin Stephen ve Seine Nehri kıyısında bir tavan arası yalnızca bekâr ise romantik gelir insana," dedi bir defasında. "Aile kurmaya müsait bir yer değildir öyle bir yer."

UMO'daki Eğitim Koleji'ne girip dört yıl sonra öğretmenlik sertifikasıyla çıkarak dediğini yaptım; Bir golden retrieverın ağzında bir ördekle havuzdan çıkması gibi bir şeydi. Ördek gerçekten ölüydü. Öğretmen olarak iş bulamadım ve New Franklin Çamaşırhanesinde dört yıl önce Worumbo Dokuma Fabrikası'nda almış olduğumdan çok da yüksek olmayan bir ücretle iş buldum. Ailemi

70

Yazma Sanatı



Seine'e değil ve fakat Bangor'un, polis arabalarının her cumartesi sabaha karşı iki buçukta geçtikleri türden en iştah kapatıcı sokaklarına bakan bir dizi tavan arasında yaşatıyordum.

Bir "yangın temizliği" olarak bedeli bir sigorta şirketi tarafından ödenen (yangın temizliği için yollanan çamaşırlar iyi gibi görünüyorlardı, ama ızgara edilmiş maymun eti gibi kokuyorlardı) kişisel çamaşır asla görmedim. Benim yükleyip taşıdıklarımın büyük kısmı Maine'in kıyı bölgelerinden gelmiş motel çarşafları ile Ma-ine'in kıyılarındaki restoranların masa örtüleriydi. Masa örtüleri çok kirli oluyordu. Turistler Maine'e akşam yemeği yemeğe gittiklerinde genellikle deniztarağı ile ıstakoz ısmarlıyorlardı. Çoğunlukla da ıstakoz... Üstünde bu lezzetlerin servis edildiği masa örtüleri bana ulaştığında pis kokulan göğün yüksek katlarına ulaşır halde oluyordu ve genellikle larva kaynıyorlardı. Çamaşır makinelerini doldururken bu larvalar kollarınızdan yukarıya doğru tırmanmaya çalışırlardı; sanki kendilerini haşlayacağınızı bilir gibiydi küçük boklar. Zamanla alışacağımı düşünmüştüm, ama asla alışamadım o larvalara. Larvalar kötüydü; çürüyen deniz tarafı ve ıstakoz etinin kokusu daha da kötüydü. İnsanlar neden bu kadar hödük ki? Testa'nm Harbor Ban'dan gelme mikroplu masa örtülerini makinelerime doldururken merak ederdim. Tanrı'nın cezası lanet insanlar neden bu kadar hödüktü?

Hastane çarşafları ile örtüleri daha da beterdi. Yazın bunlar da larva kaynardı, ama burada larvalar ıstakoz eti ya da deniztarağı jölesi yerine kanla besleniyorlardı. Mikrop bulaşmış olabilecek giysiler, çarşaflar ve yastık kılıfları "veba torbası" adını verdiğimiz, sıcak suya değdiğinde eriyen torbaların içine tıkıştırılmış oluyordu; ne var ki, kan erimiyordu; o zaman bunlar özellikle tehlikeli hale

71

Stephen King



geliyordu. Bunlar çoğunlukla hastane çamaşırının içindeki küçük ekstralardı; bunlar içinde tuhaf armağanlar bulunan pis kraker kutuları gibiydiler. Bir bohçanın içinde çelikten bir ördek, bir başkasında ise cerrah makası bulmuştum (çelik ördeğin pratik bir yararı yoktu, ama makas kullanışlı lanet olası bir mutfak gereciydi). Yanında çalıştığım Ernest "Rocky" Rockwell Doğu Maine Tıp Mer-kezi'nden gelen bir bohçanın içinde yirmi dolar bulmuş ve öğle-üzeri içmeye başlamak için kendini fabrikadan dışarı atmıştı. (Rocky işten çıkma zamanına 'kafa çekme zamanı' derdi.)

Bir defasında benim sorumluluğumda olan üç gözlü çamaşır makinesinden birinden tuhaf bir tıkırtı geldiğini işittim. Lanet şeyin dişli sıyırttığını filan düşünerek acil durdurma düğmesine bastım. Kapağı açtım ve suyun içine dalarak üstünden sular damlayan koca bir ameliyat önlüğü ve yeşil bere tomarını dışarıya çektim. Bunların altında, orta gözün kevgire benzeyen iç manşonuna yayılmış duran tam bir set gibi görünen insan dişleri vardı. Zihnimden bunlarla ilginç bir kolye yapılabileceği geçti; sonra eli kepçeleye-rek hepsini toplayıp çöpe attım. Karım yıllardır yaptığım garipliklere alışmıştı, ama mizah duygusu ancak bu kadar esneyebilirdi.

-26-

Mali açıdan bakıldığında bir çamaşırhanede çalışan ve Dun-kin' Donuts dükkânında ikinci vardiya yapan bir kolej mezunu için iki çocuk muhtemelen çok fazlaydı. Tek avantajımız, Ören Eniş-te'min "memeci kitaplar," diye tanımladığı Dude, Cavalier, Adam ve Swank gibi dergiler sayesinde ortaya çıkıyordu. 1972'de bunlar olağandan fazla çıplak göğüs sergiliyorlardı ve kurgu patlama yap-



72

Yazma Sanatı

mak üzereydi; ama ben son dalganın üstüne atlayacak kadar şanslıydım. İşten sonra yazıyordum; Yeni Franklin'e yakın olan Grove Sokağı'nda oturduğumuz sıra bazen öğle arasında da biraz yazdığım oluyordu. Öyle sanıyorum ki, bu inanılmayacak kadar Abe Lincoln tarzı gibi geliyor kulağa ama önemli bir şey değildi; ben eğleniyordum. Kimisi pek korkunç olan bu hikâyeler patron Bay Brooks ile kapıcı Harry'den kısacık kaçamaklar oluşturuyordu.

II. Dünya Savaşı sırasında silindir ütü makinesinin üstüne düşmüş olduğundan Harry'nin ellerinin yerinde kancalar vardı (makinenin üstündeki kirişlerin tozunu alırken üstüne yuvarlanmış). Ruhen komedyen olduğundan bazen banyoya dalar ve kancalarından birini soğuk, diğerini sıcak suya tutardı. Ardından, siz çamaşır yüklerken sessizce arkanızdan yanaşır ve çelik kancaları ensenize değdirirdi. Rocky'le, Harry'nin banyodaki belli bazı temizlik etkinliklerini nasıl becerdiği üstüne bir hayli kafa yormuştuk. "Eh," demişti Rocky bir gün onun arabasında öğle yemeğimizi içerken. "Neyse ki ellerini yıkamak zorunda değil."

Öyle zamanlar vardı ki, özellikle yazlan, öğleden sonraki tuz hapımı yutarken, bana, annemin hayatını tekrarlıyormuşum gibi gelirdi. Genellikle bu düşüncenin komik olduğunu düşünürdüm. Bu bana eğer yorgunsam veya eğer ödenecek fazladan faturalar varsa ve o faturaları ödeyecek para yoksa o zaman da korkunç gelirdi. Hayatımızın böyle olmaması gerekiyor, diye düşünürdüm. Sonra, dünyanın yarısı bunu düşünüyor diye düşünürdüm.

"Graveyard Shift" adlı öykümün karşılığında iki yüz dolarlık çekimi aldığım 1970 Ağustos ayı ile 1973-1974 kışı arasında erkek dergilerine satmış olduğum öyküler, bizimle sosyal yardım bürosu arasında hareketli kaba bir marj oluşturacak kadardı (bütün ömrü boyunca bir Cumhuriyetçi olmuş olan annem, bana, belediyeye

73

Stephen King



başvurmak konusundaki derin dehşetini iletmişti; bu dehşet kısmen Tabby'de de vardı).

O günlere dair en net anım, hafta sonunu annemin Dur-ham'daki evinde geçirdiğimizin bir pazar günün akşamüzeriydi (bu olay, kendisini öldüren kanserin belirtilerini göstermeye başladığı zamana denk geliyor olmalı). O günden kalma bir fotoğraf var elimde; hem yorgun hem keyifli görünen annem kapı önündeki avlusunda bir iskemlede oturmuş, Joe kucağında, Naomi ise bütün canlılığıyla arkasında duruyor. Ancak pazar akşamüzeri Naomi artık o kadar canlı değildi; bir kulak enfeksiyonuyla yere serilmişti ve ateşler içinde yanıyordu.

O yaz günün akşamüzeri, yorgun argın arabadan çıkıp apartmanımıza yürüdüğümüz an, kötü bir andı. Benim kucağımda Naomi ile bebeklerin hayatta kalmasını araç gereçle dolu (şişeler, losyonlar, bebek bezleri, pijamalar, fanilalar, çoraplar) dolu bir el çantası vardı; Tabby ise üstüne tükürmekte olan Joe'yu taşıyordu. Ardı sıra da bir torba kirli bebek bezini sürüklemekteydi. İkimiz de Naomi'nin O PEMBE ŞEYE, sıvı amoksisillin dediğimiz şeye ihtiyacı olduğunu biliyorduk. O PEMBE ŞEY pahalıydı ve biz meteliksizdik. Tam anlamıyla meteliksiz.

Posta kutumuzda bir mektup olduğunu gördüğümde, kızımı düşürmeden apartmanın kapısını açmayı becermiş, onu içeri sokup rahatlatmaya çalışıyordum (o kadar ateşi vardı ki, göğsümde bir mangal kömür koru varmış gibiydi). Genç çiftler pek mektup almazlar; gaz ve elektrik şirketleri dışında herkes onların yaşadığını unutmuştur sanki. Bunun da yeni bir fatura olmaması için dua ederek zarfı yırttım. Değildi. Dugent Yayıncılık Şirketi'nde Cavalier ve pek çok başka yetişkin kitabını piyasaya çıkaran dostlarım, herhangi bir yere satılacağına inanmadığım Sometimes They Come

74

Yazma Sanatı



Backw adlı uzun öyküm için bana bir çek göndermişlerdi. Çek beş yüz dolarlıktı, o güne dek aldığım en büyük çek olduğu söylenebilirdi. Aniden hem doktor vizitesini ve bir şişe PEMBE ŞEYİ, hem de güzel bir pazar akşam yemeğini karşılayabilecek duruma gelmiştik. Ve çocuklar uyuduktan sonra Tabby ile hoşça vakit geçireceğimizi hayal ediyordum.

Sanırım o günlerde pek çok mutluluğumuz oluyordu, ama bir o kadar da korkuyorduk. Kendimiz de daha çocuk sayılırdık (deyimde söylendiği gibi) ve hoşça vakit geçirmek o kötü borçları unutmamıza yardımcı oluyordu. Hem kendimize, hem çocuklara hem de birbirimize elimizden geldiğince iyi bakıyorduk. Tabby Dunkin' Donuts'ın pembe üniformasını sırtına geçiriyor ve kahve içmeye gelen sarhoşlar olay çıkardığında polisi arıyordu. Ben de motel çarşaflarını yıkayıp bir yandan da tek makaralık korku filmleri yazıyordum.

-27-

Came'ye(2) başladığım sırada, yakın kasabalardan biri olan Hampden'de İngilizce öğretmenliği yapmaya başlamıştım. Yılda altmış dört bin dolar alacaktım, çamaşırhanede saati bir dolar altmış sente çalıştıktan sonra, böyle bir gelir inanılmaz görünüyordu. Aslında işin matematiğini yapmış olsam, okul soması konferanslarda ve evde ödev okumakla geçecek tüm zamam da hesaba katsam, aslında bunun bayağı inanılır bir rakam olduğunu görebilirdim, durumumuz her zamankinden de kötü olmuştu. 1973 kışının sonuna doğru, Ban-



(1) Bazen Geri Dönerler. (2> Göz (Altın Kitaplar).

75

Stephen King



gor'un batısında küçük bir kasaba olan Hermon'da geniş bir karavanda yaşar hale gelmiştik. (Çok sonra, Playboy Röportajı yapmam istendiğinde, Hermon'u "Dünyanın en boktan yeri" olarak nitelendirmiştim. Hermon'lular bu sözlerimden dolayı çok öfkelenmişlerdi ve burada onlardan özür diliyorum. Hermon aslında dünyanın koltu-kaltından başka bir şey değil.) Ben, tamirine paramızın yetmediği şanzıman sorunları olan bir Buick kullanıyordum, Tabby de hâlâ Dunkin' Donuts'ta çalışıyordu ve telefonumuz yoktu. Aylık faturasını ödemeye gücümüz yoktu, çünkü. Tabby o dönemde, çeşitli günah çıkarma hikâyeleri ("Too Pretty to Be a Virgin"'1' türü şeyler) deniyor ve anında, bu-bizim-için-pek-uygun-değil-ama-tekrar-deneyin türünden kişisel yanıtlar alıyordu. Ona her gün ekstradan bir iki saat verilse bu zinciri kıracaktı, ama o bildik yirmi dört saate sıkışıp kalmıştı. Üstelik, bu günah çıkarma formülünün (bu yönteme Üç R deniyordu... İsyan, Yıkım ve Kurtarılma) ona hemen yazmaya başlama dürtüsü verecek bir eğlendiriciliği de yoktu.

Ben de kendi yazılarımda daha başarılı değildim. Erkek dergilerindeki korku, bilimkurgu ve polisiye öyküleri, giderek yükselen bir grafikle yerlerini sekse bırakıyordu. Bu, sorunun bir kısmıydı sadece, tamamı değildi. Asıl sorun, hayatımda ilk kez, yazmanın zor gelmesiydi. Sorun, öğretmenlikti. Meslektaşlarımdan hoşlan-mıştım ve çocukları seviyordum -İngilizce Yaşam derslerindeki şamatacı tipler bile ilginç olabiliyordu- fakat çoğu cuma öğleden sonraları, haftayı sanki beynime kıskaçla kablolar bağlı olarak geçirmişim gibi hissediyordum. Eğer hayatta yazarlık geleceğimden umutsuzluğa düştüğüm bir dönem varsa, işte o dönemdir. Kendimi otuz yıl sonra, dirseklerine yamalar yapılmış aynı eski tüvit ceketle,

(1> Bu Güzel Bakire Olamaz.

76

Yazma Sanatı



aşırı biradan şişmiş göbeğim haki pantolonumun üstüne taşmış olarak görebiliyordum. Aşırı miktarda içtiğim Pall Mall sigaraları yüzünden sürekli öksürecek, daha kalın camlı gözlük takacaktım, başımda daha çok kepek olacaktı ve ara sıra, daha çok da sarhoşken, masamın çekmecesinde duran bitmemiş altı yedi müsveddeyi çıkarıp kurcalayacaktım. Boş vakitlerimde neyle uğraştığım sorulacak olursa, insanlara bir kitap yazdığımı anlatacaktım... kendine saygısı olan bir yaratıcı yazarlık öğretmeni boş zamanlarında başka ne yapardı ki? Ve elbette kendime yalan söyleyip hâlâ zamanım olduğunu, henüz çok geç olmadığını, elli, hatta altmış yaşından sonra işe başlamış yazarlar olduğunu anlatacaktım. Muhtemelen onlardan bol miktarda olduğunu da ekleyecektim.

Benim Hampden'de öğretmenlik yaptığım (ve yaz tatillerinde de New Franklin Çamaşırhanesi'nde çarşaf yıkadığım) o iki yıl içinde karım çok önemli bir fark yaratıyordu. Eğer, Pond Cadde-si'ndeki kiralık evimizin ön verandasında veya Hermon'daki Klatt Caddesi'nde duran kiralık karavanımızın çamaşır bölmesinde öykü yazarak geçirdiğim zamanları boşa harcadığımı söyleyecek olsa, sanırım kalbimin büyük bir bölümünü yitirirdim. Ancak Tabby asla tek bir kuşku belirtisi göstermedi. Desteği sürekliydi ve yaşamımda pek az olduğuna inandığım güzelliklerden biriydi. Ve ne zaman yazılan bir ilk romanın bir eşe adandığını görsem gülümser ve işte, anlayan biri var derdim. Yazmak yalnız yapılan bir iştir. Size inanan birinin olması çok fark yaratır. Konuşmaları gerekmez. Sadece inanç yeterli olur genellikle.

77

Stephen King



-28-

Kardeşim Dave üniversiteye giderken yaz aylarında, mezun olduğu Brunswick Lisesi'nde kapıcılık yapıyordu. Bir yaz orada bir süre ben de çalıştım. Hangi yıl olduğunu hatırlayamıyorum, tek bildiğim Tabby ile tanışmamızdan önce, ama sigaraya başlamamdan sonra olduğu. Sanırım, bu da on dokuz, yirmi yaşlarında olduğumu gösteriyor. Yeşil tulum giyen, koca bir anahtar destesi olan ve aksayarak yürüyen Harry adında biriyle eşleştirilmiştim. (Ama onun kanca yerine elleri vardı.) Bir öğle saatinde Harry, Tarawa Adası'nda, bütün Japon subayları Maxwell House kahve tenekelerinden yapılma kılıçlarını sallar ve arkalarında haykıran askerler susuzluktan ve yanmış haşhaşları koklamaktan taş kesilmiş bakarken, bir Japon bonzai hücumuyla karşılaşmanın ne mene bir şey olduğunu anlatmıştı. Dostum Harry gerçekten iyi öykü anlatan biriydi.

Bir gün ikimiz kızların duşlarındaki pas lekelerini temizlemekle görevliydik. Soyunma odasında, aynı nedenle kendini kadınlar kısmının derinliklerinde bulan bir Müslüman gencinin merakıyla etrafıma bakındım. Erkeklerin soyunma odasıyla aynıydı, ama yine de tamamen farklıydı. Elbette pisuvar yoktu ve fayans duvarlara fazladan iki metal kutu asılmıştı, kutuların üzerinde bir işaret yoktu ve kâğıt havlu için ebatları uygun değildi. Kutularda ne olduğunu sordum. Harry, "Kuku tıkaçları," dedi. "Ayın belirli günleri için."

Erkeklerin duşlarından farklı olarak, kızların duşlarında krom U şekli verilmiş borular ve onlara asılı pembe plastik perdeler olduğunu da fark etmiştim. Burada insan gerçekten kimse tarafından görülmeden duş yapabilirdi. Harry'ye bundan da söz ettim, o

78

Yazma Sanatı



da omuz silkti. "Sanırım genç kızlar çıplak olmaktan biraz daha fazla utanıyorlar."

Bir gün çamaşırhanede çalışırken bu an aklıma geldi ve gözümün önünde bir öykünün açılış sahnesi canlanmaya başladı: U biçimi borular, pembe plastik perdeler ve gizlilik olmayan bir soyunma odasında kızlar duş yapıyordu. Ve kızlardan birinin âdet kanaması başlıyordu. Ama bunun ne olduğundan haberi yoktu ve diğer kızlar -korkmuş, şaşırmış ve dehşete düşmüş olarak- kadın pedle-riyle onu taşa tutuyorlardı. Ya da Harry'nin kuku tıkacı dediği tamponlarla. Kız haykırmaya başlıyordu. Onca kan! Ölmek üzere olduğunu ve o böyle kan kaybederken diğer kızların onunla alay ettiklerini düşünüyordu... tepki duyuyor... o da karşılık veriyordu... ama nasıl?

Yıllar önce Life dergisinde okuduğum bir makalede, bildirilen bazı vakaların gerçekten de telekinetik olaylar olabilecekleri belirtiliyordu, yani, sadece objeleri düşünerek onları hareket ettirme yeteneğine bağlı olaylar olabilirlerdi. Makalede, gençlerin, özellikle de ergenlik dönemine yeni girmiş kızların ilk âdetleri civarında bu tür yetiler kazandığını gösteren bazı kanıtlar bulunduğu da belirtilmekteydi...

Bam! İki alakasız fikir, ergenlerin zalimliği ve telekinetik yetenekler bir araya gelmişti ve artık aklımda bir fikir vardı. Ama, Washex No.2'deki yerimi bırakıp da, "Eureka!" diye bağırıp kollarımı sallayarak ortalıkta koşmadım. Bunun kadar iyi, hatta bazıları daha da iyi olan bir sürü fikrim vardı. Yine de, zihnimin bir köşesinde Playboy 'da yayınlanma ihtimalini hayal ederek Cavalier öyküsü için iyi bir temel bulmuş olabileceğimi düşünüyordum. Playboy kısa bilimkurgulara iki bin dolar ödüyordu. İki bin dolarla hem Buick'e yeni bir şanzıman alabilir, hem de kalan parayla bol bol yi-

79

Stephen King



yecek alabilirdik. Hikâye bir süre arka planda pişmeyi sürdürdü, ne bilinç yüzeyine çıkıyor ne de tam olarak bilinçaltına gidiyordu. Öğretmenlik kariyerime, bir gece bu öykünün başına oturmadan önce başlamıştım. İlk müsvedde olarak tek satır aralıklı üç sayfa yazmış, sonra da yazdıklarımdan tiksinip buruşturup atmıştım.

Yazmış olduklarımla ilgili dört sorunum vardı. İlki ve en az önemli olanı öykünün beni duygusal anlamda sarmayışıydı. İkincisi ve birazcık daha önemli olanı, anakarakterden pek hoşlanmamış oluşumdu. Carrie White, kalın kafalı, pasif, kurban olmaya hazır biri gibiydi. Diğer kızlar, "Şunu koy! Şunu koy!" diye tempo tutarak tamponları ve pedleri ona fırlatıyorlardı ve benim hiç umurumda değildi. Üçüncü ve daha önemli sorun, ne çevre ne de tamamı kızlardan oluşan yardımcı karakterlerle kendimi rahat his-setmeyişimdi. Dişiler Gezegeni'ne inmiştim ve yıllar önce Brunswick Lisesi'nde kızların soyunma odasına yaptığım tek dalış, burada yolumu bulmama pek yardımcı olamıyordu. Yazmak benim için konuyla çok yakın olduğumda, ten teneymişçesine seksi olunduğunda en iyiydi her zaman. Carrie ile, sanki üzerimden çıkarıp atamadığım kauçuk bir dalış kıyafeti giymişim gibi hissediyordum. Dördüncü ve hepsinden önemli sorun ise, hikâyenin çok uzun olmadıkça güzel olmayacağını fark etmiş oluşumdu, muhtemelen "Sometimes They Come Back"ten bile uzun olması gerekiyordu ve bu da, kelime sayısı bazında erkek dergilerinin kabul edeceği uzunluktan çok fazla olması demekti. Her nasılsa iç çamaşırlarını giymeyi unutan amigo kızların resimleri için bol bol yer bırakmak zorundaydınız... erkekler dergileri aslında bu yüzden alıyorlardı. Hoşlanmadığım ve satma imkânı bulamayacağım bir öykü için iki hafta, hatta belki de bir ay harcamayı göze alamazdım. O yüzden de attım gitti.

80

Yazma Sanatı



Ertesi gece, okuldan eve döndüğümde, yazdıklarım Tabby'nin elindeydi. Çöp sepetimi boşaltırken onları görmüş, buruşturulmuş kâğıt topaklarındaki sigara küllerini silkelemiş, kâğıtları düzeltmiş ve oturup yazdıklarımı okumuştu. Devam etmemi istediğini söyledi. Hikâyenin gerisini bilmek istiyordu. Liseli kızlar hakkında bir bok bilmediğimi söyledim. O da kısmına yardım edeceğini belirtti. Çenesini yana yatırmış, o cidden sevimli tebessümüyle bana bakıyordu. "Burada bir şey yakalamışsın," dedi. "Gerçekten böyle düşünüyorum."


Yüklə 0,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   20




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə