Türk diLİ tariHİ Başlangıcından Yirminci Yüzyıla



Yüklə 4,22 Mb.
səhifə157/181
tarix13.10.2023
ölçüsü4,22 Mb.
#127472
1   ...   153   154   155   156   157   158   159   160   ...   181
0260-Turk Dili Tarihi-Bashlangicinda Yirminci Yuzyila(Ahmet B. Ercilasun)

0.1. BATI TÜRKÇESİNİN DOĞUŞU
11. yüzyılın başı, yani bin yıllan civan, Türk tarihinin ve sonuçlan bakı­mından dünya tarihinin dönüm noktalarından biridir. 999 yılında Karahanlıların, Sâmânoğulları saltanatına son vermesi, İran'da siyasî bir boş­luk doğurmuş ve Seyhun boylarında yaşayan, kuzeylerindeki Kıpçaklarca tazyik edilen Oğuzların önce Mâverâünnehir'e, sonra İran'a akarak bu boşluğu doldurmalarına yol açmıştır. Selçuklu ailesinin önderliğinde kuvvetli bir siyasî
TÜRK DİLİ TARİHİ 435
teşekkül hâline gelen Oğuzlar; 1064'ten itibaren Kars'a ve Kuzey Azerbay­can'a; 1071'den itibaren de Anadolu'ya girmeye başlamışlardı. Malazgirt'in hemen akabindeki yıllarda Marmara ve Adalar denizine dayanan Oğuz Türkle­ri, Haçlı seferlerinin başlamasıyla gerilemişler; ancak Orta ve Doğu Anado­lu'ya sahip olabilmişlerdi. 11. yüzyıl, Haçlılara ve Bizans'a karşı çetin savaş­larla geçti. 1176'daki Miryakefalon savaşında II. Kılıç Arslan'ın Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratması, Anadolu'daki Türk'ün kaderini tayin eden önemli bir hadi­sedir. Bu zaferle, hem Türk'ün Anadolu'da kalacağı kesin olarak anlaşılmış, hem de Batı Anadolu yollan açılmıştı. 13. yüzyılın ortalarına doğru "kuzeyde ve güneyde denize ulaşılmış ve batıda da Denizli ve Kütahya ötesine kadar gidilmişti." 13. yüzyıl başlarında Çengiz'in zuhuru, doğudan batıya doğru, bütün dünyayı sıkıştırırken, Türkistan'da kalmış diğer Oğuzları da Azerbaycan'a ve Anadolu'ya atıyor, böylece bu iki ülke, önlenemez şekilde ikinci bir Türk ana yurdu hâline geliyordu. Çengiz ve çocuklarının baskısı, Anadolu Sel­çuklularını zayıflatmış; fakat Anadolu'daki Türk nüfusunu birden bire hızla çoğaltmıştı. 1243'teki Kösedağ bozgunu ile Anadolu Selçuklularının otoritesi kırılır ve Moğol hâkimiyeti başlarken yeni gelen kalabalık Oğuz nüfusunun da tesiriyle Anadolu'da birçok beylikler ortaya çıkar. 1256-1336 yıllarında Anado­lu, İlhanlılara bağlı beyliklerce idare edilir. 1336'da İlhanlıların yıkılışıyla bey­likler istiklâl kazanır. 1243'te Moğollara tâbi olan Anadolu Selçukluları ise gittikçe zayıflayarak 1308'de son bulur.
Kısaca özetlediğimiz bu tarihî olayların neticelerini birkaç madde hâlinde yazmak faydalı olacaktır.

  1. İkinci binin başlarına kadar yüzlerce yıl Türklüğe kapalı olan İran, A-
    zerbaycan ve Anadolu açılmış; Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlar Türk yurtla­
    rı hâline gelmiştir.

  2. Seyhun boylarında ve Aral'ın doğusunda yüzlerce yıldan beri yaşamakta
    olan Oğuzlar; 11-13. yüzyıllar arasında buradan ayrılarak Azerbaycan, Anadolu
    ve Balkanlara yerleşmişlerdir.

  3. Bin yıldan beri Balkanların ve Orta Doğu'nun en büyük siyasî gücü olan
    Doğu Roma yıkılmış, yerini Türk gücü ve onun doruk noktası olan Osmanlı
    almıştır.

  4. Orta Doğu ve Balkanlardaki bugünkü Türk varlığı ve Türkiye Cumhu­
    riyeti bu hadiseler sonucu ortaya çıkmıştır.

  5. Ve nihayet bu hadiselerin en büyük sonuçlarından biri de Türk dilinde
    görülmüş, Orta Doğu ve Balkanlarda, Oğuz ağzına dayanan ikinci bir Türk yazı
    dili doğmuştur.

436 Ahmet B. ERCİLASUN
Hiç şüphesiz Oğuzlar, Seyhun boylarında yaşarken kendi sözlü edebiyatla­rına malik bulunuyorlardı. O zamanki Türk kültür muhitine (Kâşgar, daha son­ra Harezm) girebilmiş ve kültürce belli bir seviyeye ulaşmış olan pek az bir kısmı da edebî dil olarak Hâkaniye Türkçesini kullanıyordu. 11. yüzyıldan itibaren İran'a, Azerbaycan'a ve Anadolu'ya gelenler ise bu edebî muhitler­den iyice uzaklaşmışlardı. Esasen ilk gelenler göçeri oldukları için Hâkaniye denilen edebî dilin kültürünü almamışlar, onu öğrenmemişlerdi. Türkçe olarak bildikleri; yaylakta, kışlakta, ordugâhta, günlük hayatta, sadece sözlü olarak kullandıkları Oğuz konuşma dili, yani Oğuz ağzı idi. Bu dili sadece konuşu­yorlar ve destanlarında, halk şiiri türlerinde, atasözlerinde, masallarında şifahî bir edebiyat vasıtası olarak kullanıyorlardı. Ama bu tahsilsiz Oğuzlar, daha elli yıl geçmeden, yeni geldikleri bu topraklarda Orta Doğu'nun en büyük devletini de kurmuşlardı: Büyük Selçuklu Devleti. Bu devlete bir dil lâzımdı. Yazışmalar için, edebî eserler için, ilmî kitaplar için kullanılacak bir dil. Geldikleri bu yeni topraklarda iki dili hazır buldular. Bunlardan biri Farsçaydı ve nice zamandan beri edebiyat dili olarak fevkalâde gelişmişti. Üstelik yeni devletin bürokratla­rından önemli bir kısmının da ana diliydi. Diğer dil ise daha da şanslıydı. Büyük ve samimî bir imanla bağlandığımız yeni dinimizin ve onun mukaddes kitabının dili idi. Arapça birkaç asırdan beri işlenmiş, kaideleri zapturapt altına alınmış, ilmî eserlerin vazgeçilmez dili olmuştu. Kendilerine ait bir kültür ve edebiyat dili olmayan Oğuz Türkleri ne yapacaklardı? Üstelik bir cihan devleti de kur­muşlardı. İşte bu hazır dillere başvurdular, ilim dili olarak Arapçayı, edebiyat ve devlet dili olarak Farsçayı kullandılar.
Bugüne kadar mes'eleye lengüistik açıdan bakıldığını zannetmiyorum. Lengüistik bakımdan şu soruyu sormamız lâzımdır. Yazı dili geleneğine sahip olmayan bir topluluk, günlük konuşma dilini, birdenbire bir yazı dili olarak kullanabilir mi? Konuyu günümüze aktaralım ve daha müşahhas olarak sora­lım. Ailesiyle birlikte Kayseri'nin bir köyünden çıkıp Almanya'ya giden bir çocuk; ilk, orta, lise ve üniversite tahsilini Alman okullarında görür ve farzımu­hal Türkçe yazılmış eserleri, gazeteleri görmemiş, Türk radyo, televizyonunu dinlememiş olursa bu çocuk Türkçe bir makale, bir edebiyat ve ilim eseri ya­zabilir mi? Elbette bu mümkün değildir. Almanya'da okuyan çocuk eğer hukuk tahsil etmişse hukukla ilgili bir yazıyı Almanca olarak yazabilir; fakat Türkçe yazamaz. Bugün Suriye'de yüksek tahsil görmüş pek çok Türk, Türkçeyi sadece evde, çarşıda konuşabilmekte; yazı dili olarak kullanamamakta­dır. İşte Selçuklu devletindeki Oğuz Türkleri de böyleydi. Tahsil görenler, medreselerde Arapça ve Farsça tahsil görüyorlar ve yine bu dillerle ilim ve edebiyat yapılan muhitlerde bulunuyorlardı. Türkçenin edebî dil olarak kulla­nıldığı Kâşgar çok uzakta kalmıştı ve Anadolu'ya gelen ilk Oğuzların Kâşgar'la hiç teması olmamıştı. Dolayısıyla onlardan Türkçe eser vermelerini bekleme-
TÜRK DİLİ TARİHİ 437
miz haksızlıktır. 11. ve 12. yüzyılda niçin Türkçeyi kullanmamışlardır di­yerek onları suçlamak yerine, nasıl oldu da iki asır sonra kendi millî yazı dillerini yarattılar diyerek onları takdir etmek daha doğrudur.
13. yüzyılda Oğuz ağzına dayanan yeni bir yazı dili yaratılabilmesinin se­bepleri şunlardır:

  1. 11. ve 12. yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu'ya gelen Türkler nüfusça çok
    kalabalık değildiler. Üstelik Bizans'la ve Haçlılarla savaşarak Anadolu'da tutun­
    ma kavgası veriyorlardı. 12. yüzyılda da Oğuz göçleri devam etmekle beraber 13.
    yüzyıl başlarında Çengiz'in zuhuruyla, Türkistan'da kalan diğer Oğuzlar da Ana­
    dolu'ya gelmek zorunda kalmış ve Azerbaycan'la Anadolu'daki Türk nüfusu asıl
    o zaman birdenbire çoğalmış, böylece yeni bir yazı dili ihtiyacını ortaya çıkara­
    cak nüfus yoğunluğuna ulaşılmıştı.

  2. Çengiz'in zuhuru, kendisinin ve çocuklarının Batı seferleri, Türkistan'da
    da mühim değişikliklere sebep olmuş, Kâşgar'daki Türk edebî dil muhiti
    Harezm'e kadar kaymış, böylece Oğuzlara yaklaşmıştı. Çok uzaktaki Kâşgar ile
    temas edemeyen Azerbaycan ve Anadolu'daki Oğuzlar, İlhanlılar çağında
    Harezm'le temas etme imkânına sahiptiler. Üstelik İlhanlı bürokrasisi içinde de
    eski Türk edebî dilini kullanan Uygur kâtipleri vardı.

  3. İlk iki asırda gelen Oğuzlar göçeri idiler ve Türkistan'daki edebî dili bil­
    miyorlardı. Halbuki Çengizlilerin önünden şehirli Oğuzlar da kaçıp Anadolu'ya
    gelmişlerdi ve bunların hiç olmazsa bir kısmı oradaki yazı dili geleneğine sahip
    idiler. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde Fuad Köprülü, Türkis­
    tan'daki edebî dil ile yazan mutasavvıf şairlerin, Ahmed Yesevî ve haleflerinin,
    Oğuz dervişleri ve bilhassa Yunus Emre üzerindeki tesirlerini göstermiştir.
    Mevlânâ'da geçen Türkçe kelime ve şiirler arasında "kiçkinen, öpkine, öler men,
    tiler men, bar, kop, bolgay, olgay" gibi Orta Asya Türkçesine mahsus kelime ve
    şekillerin bulunması, onun da Türkistan'daki edebî dil geleneğimizden haberdar
    olduğunu gösterir.

Türkistan'daki edebî dil geleneğini bilenler Anadolu'da bu edebî dili kul­lanmadılar; çünkü hitap ettikleri zümre Oğuzlardı. Fakat Oğuz ağzından yeni bir edebî dil yaratmada bu bilgilerinden ve eski edebî dil geleneğimizden faydalan­dılar.
4. Türkler çok canlı bir din ve tasavvuf hayatı yaşıyorlardı. Bu hayata ait i-
nançların, tasavvufî görüşlerin, ahlâkî prensiplerin halka, onların diliyle anlatıl­
ması lâzımdı. Bunun heyecanını duyan sanatkâr ruhlu insanlar vardı. Bu heyecan
ve ihtiyaç ancak halkın anladığı dili kullanmak ve onlara o dille hitap etmekle
tatmin edilebilirdi.
438 Ahmet B. ERCİLASUN

  1. Bir başka sebep de Oğuzların şüphesiz bir sözlü edebiyat geleneklerinin
    bulunmasıdır. Yazıya geçmeyen, ağızdan ağıza dolaşan sözlü şiir; hikâye ve
    destan geleneği, elbette yeni edebî dilin yaratılmasında önemli rol oynamıştır.

  2. Ve nihayet Anadolu Selçuklularının yerine beyliklerin ortaya çıkması da
    en önemli sebeplerdendir. Candaroğulları, Karamanoğullan, Aydınoğulları,
    Osmanoğulları gibi beyliklerin başında bulunan boy beyleri umumiyetle Farsça
    ve Arapçaya yabancı idiler. Fakat onlar da bir devletin, sanatkâr ve edebiyatçıları
    himaye etmesi gerektiğini biliyorlardı. Bundan dolayı Türkçe yazan bilgin, şair
    ve edipleri teşvik ettiler.

İşte bu tarihî, coğrafî, siyasî ve lengüistik şartlar, Azerbaycan ve Anadolu'da yeni bir yazı dilinin meydana gelmesine yol açmıştır.
Batı Türkçesinin doğuşuyla ilgili olarak bir de karışık dilli eserler me­selesi vardır. Behcetü'l-Hadâik fî Mev'izati'l-Halâik (Bursa nüshası), Kudûrî Tercümesi, Ali'nin Kıssa-i Yûsuf u, Kitâb-ı Güzîde, Kitâb-ı Ferâiz, Kitâb-ı Gunya, Süleymaniye Kütüphanesindeki bir Kur'an tercümesi, Mevlânâ'nın Türkçe şiirleri ve Şeyyad Hamza'nın bazı manzumeleri "karışık dilli eserler" olarak adlandırılmakta ve bunların Karahanlı Türkçesi ile Eski Anadolu Türkçesi arasındaki "geçiş devri"ni temsil ettiği ileri sürülmektedir. Bu fikre göre Karahanlı dönemi edebî dili, 12. ve 13. yüzyıllarda Oğuzlar arasında, Oğuz konuşma dilinin özelliklerini almak suretiyle tedricen gelişerek Azer­baycan ve Anadolu'da yeni bir yazı diline, Batı Türkçesinin ilk dönemi olan Eski Anadolu Türkçesine dönüşmüştür. Başka bir ifadeyle Karahanlı edebî diliyle Eski Anadolu Türkçesi arasında organik bir bağ vardır.
Bu fikir ilk defa 1956 yılındaki V. Türk Tarih Kongresinde Reşit Rah­meti Arat tarafından ileri sürülmüştür.
Arat meseleye, şu soruyu sorarak başlıyor: "Cenup şivesinin (Batı Türkçesinin-ABE) bugüne kadar malûm olan en eski metinleri XIII. asrın ikinci yarısına ait bulunduğuna göre, bundan önceki XIII., XII. ve hatta XI. asırlara ait metinler nerede?" (Arat 1987: 317).
Reşit Rahmeti Arat, Akaid-i İslâm adlı bir eserde geçen bir kayda daya­narak, bahsettiği ara döneme ait eserlerin mevcut olması gerektiğini düşünür ve bu eserlerin dil açısından geçiş özelliklerine sahip olması gerektiğini be­lirtir:
"Bu metinlerin, inkişaf bakımından, XI. ve XIII. asırlarda bu şivede gö­rülen dil hususiyetleri arasında bulunması icap eder. Bu hususiyetler XIII. asırdan geriye doğru gittikçe azalacak ve XI. asırdan bu yana geldikçe de artacaktır. Bu eski Anadolu metinlerinin bizim bugün hususiyetlerine alışmış olduğumuz dilden farklı olacağı tabiîdir. Hatta o derece farklı ki, bugünkü
TÜRK DİLİ TARİHİ 439
nesil bunu kendi şivesi mahsulünden saymadığı gibi, bundan birkaç asır önceki nesiller de bunları beğenmeyerek, bu metinlerin bir kısmını oluruna bırakmışlar ve bir kısmını da kendi devirlerinin hususiyetlerine uydurarak, yeniden kaleme almışlardır. Bu hususta Manisa kütüphanesinde 6886 numa­rada kayıtlı, 863 (1458) yılında istinsah edilmiş olan Akaid-i İslâm adlı ese­rin mukaddimesindeki şu kayıt, meseleyi aydınlatması bakımından, dikkate değer:"
'....Bu zayif ve günahlu kul kim Muhammed b. Boydur gördüm kim mütekaddimler ulusı imâm-ı zâhid Ebû Nasr b. Zâhir b. Muhammed es-Serahsî, rahmetullahi aleyhi, bir kitâb cemeylemiş kim her bir sözi bin can değer; amma gördüm kim terkib muhallel ve muhabbat olga bolga ibâretin-ce yazmışlar. Diledim kim bu lâtif ve şerif nüshanın lütfı ve şerefi dahi artuk ola; ol sakim ibâretten sarih ve fasih ve rûşen türkçeye döndürdüm.'
"Türk dilinin ve bilhassa Anadolu yazı dilinin tarihî inkişafında bir ge­çiş merhalesi teşkil eden bu eski metinler, dil hususiyetleri bakımından, bu 'karışık' devreye ait bulunmaktadır. Dilin bir taraftan teşekkül ve inkişafını, diğer taraftan bunun eski umumî yazı dili ile olan ilgisini daha yakından tâyin ve tesbit etmek için, bu karışık devir yahut Muhammed b. Baydur'un ifadesi ile, 'olga bolga' devri metinlerinin dikkatle taranması ve araştırılması lâzımdır." (Arat 1987: 317-318).
1959'da Muharrem Ergin, Sadettin Buluç tarafından bulunan Behcetü'l-Hadâik ile kendisi tarafından Bursa'da bulunan Şerhü'l-Menâr'ı, "Eski Türkçeyi Batı Türkçesine bağlayan, Batı Türkçesinin XIII. asırdan önceki durumunu, başlangıcını içine alan aşağı yukarı bir iki asırlık çok önemli devre"nin, "metinleri ele geçmediği için Türk dilinin başlıca karanlık devre­si" olan "bu devrenin ilk metinleri" kabul eder (Ergin 1959: 137).
Nihayet Behcetü'l-Hadâik üzerinde doktora yapan Mustafa Canpolat bu eserin "Oğuz lehçesinin ilk verilerinden" olduğunu kabul eder. Ona göre eserin "yazıldığı bölgenin Anadolu, yazılış tarihinin de XII. yüzyıl sonlan ya da XIII. yüzyıl başı olması gerçeğe en yakın ihtimaldir." Eserdeki dil karı­şıklığının sebebi, "yazı dilinin etkisi ve buna kendiliğinden yerli özelliklerin karışmaya başlaması"dır. Yazar, "etkisi altında kaldığı Doğu Türkçesi yazı dili geleneği ile yerli lehçe özellikleri arasında bocala"mıştır (Canpolat 1968: 174-175). Yine Canpolat'a göre "bütün yerli lehçe özellikleri bir anda ve bir çırpıda yazı diline girmemiş, ortak kültür dili ile yerli lehçe arasında uzun bir çarpışma olmuş, bu arada bir yandan eski yazı dilinin, bir yandan da yavaş yavaş bir yazı dili hâline gelmeye başlayan yerli lehçenin özelliklerini taşı­yan eserler yazılmıştır." (Canpolat 1968: 166).
440 Ahmet B. ERCİLASUN
Zeynep Korkmaz da 1973, 1974 ve 1994 yıllarında yazdığı muhtelif ya­zılarda aynı fikri savunur.
Korkmaz 1973'te yazdığı "Selçuklular Çağı Türkçesinin Genel Yapısı" adlı yazısında görüşlerini şu maddelerle ortaya koyar:
"1. Anadolu yazı dilinin kuruluşu sanıldığı gibi Anadolu bölgesinde XI-II. yüzyıl sonlarında ve kendi içinde başlamış bir kuruluş değildir. Aynı dö­nemdeki Orta-Asya yazı dili ile bağlantılı bulunmaktadır. Anadolu'ya gelen Oğuzlar, kendileri ile beraber bir yazı dili geleneği de getirmişlerdir. Bu durum Eski Anadolu Türkçesinin imlâsında, Arap Fars imlâ geleneği yanın­da bir süre eski Uygur imlâ geleneğinin devam ettirilmiş olması ile de tanıklanmaktadır.

  1. XI-XII. yüzyıllarda Orta-Asya'da tek bir yazı dili durumunda olan
    Karahanlı Türkçesinden, Oğuz-Türkmen özelliklerine dayalı Eski Anadolu
    Türkçesine atlayış, iki yazı dili arasındaki bir geçiş dönemi ile gerçekleştiri­
    lebilmiştir. Bu nedenle Anadolu'da Selçuklu Türkçesi diye adlandırdığımız
    dönem bu bağlantıyı sağlayan bir geçiş dönemi niteliğindedir.

  2. Bir yazı dilinden başka nitelikte yeni bir yazı diline geçerken, önceki
    yazı dilinin kalıntıları ile yeni yazı dilini oluşturan özellikler bir süre bir
    arada ve karışık olarak yer alacağı için, bir geçiş dönemini yasıtan Selçuklu
    Türkçesi de genellikle karışık bir dil yapısındadır." (Korkmaz 1995: 286).

Zeynep Korkmaz bu fikirlerine paralel olarak "karışık dilli eserlerin" dil özelliklerini, 11 madde hâlinde "Selçuklu Çağı Türkçesi'nin dil özellikleri olarak verir (Korkmaz 1995: 284-285).
Korkmaz 1974'teki "XI-XHI. Yüzyıllar Arasında Oğuzca" adlı yazısın­da da karışık dilli eserlerdeki karışıklığın "istinsahlardan gelme karışıklıkları aşan ve doğrudan doğruya yazıldıkları devrin genel dil yapısı ile ilgili olan organik birer karışıklık olduğu"nu ifade eder (Korkmaz 1995: 271).
"Geçiş devri" fikrine karşı en ciddî itiraz Şinasi Tekin'den gelmiştir. Ş. Tekin "1343 Tarihli Bir Eski Anadolu Türkçesi Metni ve Türk Dili Tarihin­de Olga-bolga Sorunu" başlıklı yazısında (1974) geçiş devri taraftarlarına, 14. yüzyılın başındaki Tezkiretü'l-Evliya, Kelile ve Dimne, Kısas-ı Enbiyâ, Yunus Emre, Ahmed Fakîh, Sultan Veled, Âşık Paşa'da niçin karışık dil özellikleri bulunmadığını; eğer karışık dilli bir devir yaşanmışsa 13. yüzyıl başında birdenbire bu "katıksız Oğuzca" eserlerin nasıl ortaya çıktığını sorar (Ş. Tekin 1974: 67-68).
Ş. Tekin'e göre "Oğuz yazı dili, Eski Türkçenin etkisi altında doğmuş olsaydı, Yunus Emre, Âşık Paşa, Ahmed Fakîh ve Sultan Veled'in bu cere­yanın dışında kalmaması gerekirdi." Şinasi Tekin şöyle devam eder: "Orta
TÜRK DİLİ TARİHİ 441
Asya İslâm-Türk yazı dilinin Anadolu'ya etkisi, yalnız tektük kişiler aracıyle olmuş ve bu etki de, sadece onu getiren ve Anadolu yöresine yerleşen Orta Asyalı yazarın kendi eserlerine inhisar etmiş, kendi dışını, çevresini etkile-yememiştir."
"Orta Asya'nın Türk ve İran asıllı bilgin ve şairleri, siyasî baskılar ve huzursuzluklar yüzünden, özellikle XII. yy.ın sonundan itibaren Anadolu'ya göç etmeye başlamışlardır. Bunlar tabiî olarak Oğuzca konuşan Anadolu halkına, eserlerinde doğrudan doğruya Orta Asya Türkçesiyle hitap edeme­dikleri gibi, Oğuzca'yı da pürüzsüz bir şekilde hemen öğrenememişlerdi; onun için isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek, birbirini tutmayan ayrı şive özelliklerini eserlerinde yanyana kullanmak zorunda kal­mışlardı." (Ş. Tekin 1974: 69).
Konunun sonunda Ş. Tekin görüşlerini şu maddelerle sonuçlandırır:

  1. Oğuz şivesine aykırı özellikler taşıyan Eski Anadolu Türkçesi me­
    tinlerinin dili, Eski Türk yazı dilinin etkisi veya kalıntısıyla ilgili değildir.

  2. Yani bu özellikler genel değil, özeldir; tek tek kişilerindir (bununla
    ilgili olarak Mevlâna ile oğlunun dillerini yeniden hatırlatalım).

  3. Orta Asya'dan Anadolu'ya, Suriye'ye gelen yazarlar XII-XIII-XIV.
    yy.da henüz kuruluş devrini yaşayan Oğuz yazı dilini, eserlerinde kendi şi­
    velerinin de özelliklerini kullanmakla etkileri altına almaya çalışmışlardır.
    Fakat bu etki uzun ömürlü olmamış XV. yy.dan itibaren bu türden eserler
    büsbütün ortadan kalktığı gibi, konularının çekiciliği dolayısiyle ilgi görenler
    de bilerek değiştirilip yeniden katıksız Osmanlıcaya aktarılmışlardır." (Ş.
    Tekin 1974: 70).

Biz de 1988'deki Uluslar Arası Türk Dili Kongresinde okuduğumuz bildiride, "Batı Türkçesinin doğuşuna yol açan tarihî, coğrafî, siyasî ve len­güistik" şartlan açıklamış ve Eski Anadolu Türkçesinin doğrudan doğruya Oğuz ağzı üzerine kurulduğunu savunmuştuk. Bu fikirleri yukarıda, "Batı Türkçesinin Doğuşu" bahsinin başında tekrarladık. Burada birkaç hususu daha belirtmek gerekmektedir. Karışık dilli eserlerin içinde 11 ve 12. asırlar­da, hatta 13. yüzyılın başlarında yazıldığı kesin olarak bilinen hiçbir eser yoktur. Behcetü'l-Hadâik'ın 12. yüzyılda veya 13. asrın başında yazıldığı sadece tahmin edilmektedir. Bizce bu eserler de 13 ve 14. yüzyıllarda yazıl­mışlardır. Yazarları Orta Asya'daki edebî dili bilen kimselerdi ve belki de Oğuz asıllıydı. Bildikleri edebî dilde yazdılar; fakat zaman zaman Oğuzca özellikleri de eserlerine kattılar. Daha büyük bir ihtimalle Oğuzca özellikler müstensihlere ait özelliklerdir. 15. yüzyılda Muhammed bin Baydur'un kul­landığı "olga-bolga ibâreti" tabiri "karışık dil"i değil, doğrudan doğruya "Doğu Türkçesi"ni anlatmak için kullanılmış ve yazar eseri Doğu
442 Ahmet B. ERCİLASUN
Türkçesinden "sarih ve fasih ve rûşen Türkçe" dediği Batı Türkçesine çevir­diğini ifade etmiştir. Bunun böyle olduğunu Mustafa Canpolat'ın Şedit Yük-sel'den alıntıladığı yine 15. yüzyıla ait Işknâme'deki şu beyit açıkça göster­mektedir:

Yüklə 4,22 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   153   154   155   156   157   158   159   160   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə