527
İhsan ÇAPCIOĞLU
ğınak bulmaya götürmüştür. Türk tarihinde yabancı kültür ve dinlerle temas-
ların sıklığının yanı sıra başlan gıç tan iti baren oluşan sosyo-kül türel koşullar,
yabancı mil let lerin inançları ve gele nekle rine karşı hoşgörülü bir tu tumun
Türk kültüründe önemli bir karakte ristik olarak ortaya çıkmasına ve gele-
nekleşme sine imkân sağlamıştır (Günay ve Güngör 2009; Günay 1996: 189-
220). Nite kim bu dinî hoş görü, en tipik ör nekle rini, Anadolu’da, Mevlâna,
Yu nus, Ahi Evran ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi Ta savvuf bü yükle rinde sunmuş-
tur. Yesevîliğin Anadolu’da şekillenen kolları olarak kabul edilen Bektâşîlik
ve benzeri tarîkâtlara mensup Hacı Bektâş-ı Velî, Ahi Evran, Sadreddîn-i Ko-
nevî, Yunus Emre ve Mevlânâ gibi dervişler Anadolu’ya İslâmiyet’le birlikte
Türk örf ve âdetlerini getiren kültür elçileridir.
Konumuz bakımından bunlar arasında Mevlânâ Celâleddin Rûmî üzerinde
biraz daha fazla durmak gerekir. Çünkü o, çeşitli din ve inanç mensuplarını
hoşgörülü tutumuyla bir araya getirmeyi başarmıştı. Mevlânâ’nın hoşgörü
anlayışı hem hayatına hem de eserlerine yansımıştır. Hz. Mevlânâ’nın “Kim
olursan ol, gel!” sözleriyle sembol haline getirilen evrensel mesajı, bütün
insanları, “bir bedenin parçaları gibi” görerek sevmek esasına dayanır. “Bir
ayağım İslâm dininde sabit, 72 milleti dolaşırım” diyen büyük düşünür, bu
inanış çerçevesinde hangi dinden, ırktan, renkten olursa olsun, kadın-erkek,
zengin-fakir ayırımı yapmadan her insana insan olduğu için değer vermiş ve
ona daima saygı duymuştur.
Hz. Mevlana, toplumsal barış için birbirimizi hoş görmemiz ve zorluklara
göğüs germemiz gerektiğini öğütler. Çünkü dikensiz gülü görmek, sevmek
kolaydır, ama dikensiz gül olmayacağına göre gülü dikeniyle birlikte hatta
dikenin gülünü ön plana çıkararak görmek lazımdır. Mevlânâ, engin hoşgörü
anlayışıyla farklı dil, din, inanç, meslek ve zümreye mensup her insanı dışla-
madan, onların farklılıklarına saygı göstererek ve onlarla daima diyalog için-
de kalarak yaşamaya gayret göstermiştir. “Seviyoruz ve hayatımızın iyiliği
bu yüzden; inanıyoruz ve yaşantımızın güzelliği bu yüzden” diyen ve bütün
insanlara da ilişkilerinde sevgiyi öğütleyen Mevlânâ, sevginin diğer insanlar-
la ilişkilerdeki önemine dikkat çekerken insanın iç huzuru açısından da insan
hayatında ne denli vazgeçilmez bir unsur olduğunu şöyle ifade eder:
“İnsanları sev ki daima çiçekler ve güller içinde bulunasın. Eğer hepsini
düşman bilirsen düşmanların hayali gözünün önüne gelir ve gece gündüz di-
kenlerin yılanların içinde geziyor gibi olursun.” (Mesnevi, 2010: 1276).
Elbette insanlar içinde iyiler bulunduğu gibi kötüler, dostlar bulunduğu
gibi düşmanlar olacaktır, ama Mevlana, Fussilet suresinin 34. ayetinde veri-
528 Kültürümüzde Bir Arada Yaşama Tecrübesi:Teolojik Referansları ve Sosyolojik Sonuçları
len ölçüyle kötülükleri iyiliğe, düşmanlıkları da dostluğa çevirmenin mümkün
olduğunu hatırlatır: “İyilikle kötülük bir olmaz, o yüzden kötülüğü iyilikle
savmak gerekir. Böylece aranızda düşmanlık olan kişi bakarsınız dost olmuş.
Bu noktaya ancak sabredenler ulaşır.” (Kuran, 41/34). Sahip olduğu hoşgö-
rü anlayışının bir gereği olarak toplumun ahlaki sorumluluğunu üstlenen ve
bu sorumlulukla Mesnevisini yazan Mevlana, Mesnevi’de de farklılıklara
hoşgörüyle yaklaşılması ve sevgi temelli bir eğitimle hataların düzeltilmesi
gerektiğini işleyen örneklere yer verir. Bir gün Mevlana’ya, şiir ve düşünce-
lerini seçkin Müslümanlar zorlukla anlarken aynı zamanda kendisini dinleyen
Gayr-i Müslimlerin onun söylediklerinden ne zevk aldıkları sorulur. Bu so-
ruya Mevlana, Allah’a inandıkları yolları ayrı olsa da gayenin bir olduğu ce-
vabını vererek, Gayr-i Müslimlerin sözlerinin özünü kavradıklarını anlatmak
ister. Özellikle Moğol istilâsı öncesi ve sonrasında Anadolu’yu dolduran ilim
adamları ile mutasavvıflar, Anadolu’nun aydınlanmasında rol oynadıkları
gibi, Müslümanların kendi dinlerinden olmasa bile farklı din, mezhep ve tari-
kat mensupları ile bir arada yaşayabileceklerini göstermişlerdir (Şeker, 2005:
79–85). Esasen, bu büyük Türk sufileri ve Mevlevilik ve Bektaşilik gibi Türk
tari katlarının, kayda değer bir ortaklaşa özelliği de on ların, bir “Türk hüma-
nizmi” geliş tirmiş olmalarında yatmaktadır. Bu hümanizma, “dağıtıcı değil,
birleştiricidir. Orada Türk düşüncesi, töresi, hoş gö rüsü ve ahlâkı egemendir.
Bu Türk hüma nizmi; bir yönüyle millî değerleri vurgulamakta, bir başka yö-
nüyle de insanlığa açık bulun maktadır”. (Çubukçu 1986: 224). Türklerin dinî
tarihi içeri sinde, he men her devirde, sevgi ve hoşgörü bağnaz lığa daima üstün
görülmüş; bu ne denle çok bü yük taas sup dö nem leri, en azın dan uzun süreli
ve geniş kitlelerde yay gın bi çimde ha yatiyet bul ma imkânına eri şeme miştir.
Esasen Anadolu coğrafyası tarih boyunca muhtelif medeniyetlere beşiklik
etmiştir. Bu özelliğinden dolayı Anadolu’nun; Hititler, Lidyalılar, Frigyalı-
lar, Likyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ile Balkanlar-
dan, Kafkaslardan, Karadeniz ve Orta Asya’dan gelen halkların kendi içinde
ahenkli bir harmoni oluşturduğu görülmektedir. Bu harmoni, modern Türki-
ye’nin tarihi ve kültürel mirasına ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin
üzerinde bulunduğu Anadolu coğrafyasında Greko-Latin, Yahudi-Hıristiyan
kültür mirasları ile bin yılı aşkın bir süre egemen olmuş İslam kültürünün
bütün özelliklerini görmek mümkündür. Bir başka anlatımla farklı etnik, dini
ve kültürel topluluklar bu topraklar üzerinde asırlarca barış içinde yaşamışlar
ve bu coğrafya söz konusu unsurların bir arada güven ve huzur içinde yaşama
modelini insanlık âlemine bağışlamıştır. Bu bağlamda, Osmanlı Devleti’nde
birarada yaşama tecrübesinin tipik bir örneği olarak İstanbul üzerinde durmak
gerekir.