Uygarlik tariHİ Server Tardlli



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə29/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   46

Tarımda feodal ilişkiler, toprakların bütününe kişi, aile ve sülalelerin sahip olması ya da ortakçılık biçiminde kendini belli etmektedir.

Köy envanter etütlerine göre, toprakların bütünü bir kişiye, bir aile ya da bir sülaleye ait köylerin sayısı, toplam köy sayısına oranla % 2'den daha küçük bir rakamdır. Bu oranın en yüksek olduğu iller Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yer almaktadır. Türkiye'de bu tip köylerin 700 dolayında olduğu ve bunun da % 70'inin altı ilde olduğu düşünülürse, bu kalıntının % 2 oranında bir ağırlık taşıdığı söylenebilir.

Ortakçılık biçiminde tarımsal üretimde bulunan ailelerin sayısına gelince... Köy envanter etütlerine göre, bu sayı 71.077'dir; 1970 tarım sayımı sonuçlarına göre ise, 77.543 aile Türkiye'de ortakçılık yapmaktadır. Bu tür işletme biçiminin en yaygın olduğu iller Urfa, Diyarbakır, Adana, Adıyaman, Mardin ve Erzurum'dur. Tüm ortakçı aileleri feodal kalıntı varsayarak, 70 bin dolayındaki ortakçı ailenin, 3 milyon 800 bin çiftçi ailesi içindeki ağırlığı % 1,8'dir. Ortakçılıkla işlenen tarım topraklarının genişliği ise, 3 milyon 415 bin dönümdür.

Türkiye'de 280 milyon dönüm toprağın tarımsal üretimde kullanıldığı düşünülürse, feodal kalıntıların işle-

nen toprak açısından ağırlığının % l'den biraz daha büyük olduğu görülür. Ayrıca, Türkiye'deki tüm ortakçılık kumrularına feodal kalıntı demek de oldukça güçtür.

Sonuç olarak, tarımda feodal kalıntıların % 2 dolayında bir ağırlık taşıdığını söylemek olasıdır. Bu da büyük bir ağırlık demek değildir.

DAHA ÇOK BİLGİ

S. Aksoy, Türkiye'de Toprak Meselesi, İstanbul, 1969.

B. Akşit, Türkiye'de "Azgelişmiş Kapitalizm" ve Köylere Girişi, Ankara, 1967.

İsmail Beşikçi, Doğu’da Değişim ve Yapısal Sorunlar, Ankara, 1969.

İsmail Beşikçi, Doğu Anadolu'nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller, İstanbul, 1969.

M. E. Bozarslan, İslamiyet Açısından Şeyhlik-Ağalık, Ankara, 1984. Cavit Orhan Tütengil, Kırsal Türkiye'nin Yapısı ve Sorunları, İstanbul, 1975.

OKUMA


TARIM İŞÇİLERİNİN DRAMI

Türkiye'deki tarım işçileri sorunu, o çok sözü edilen toprak reformundan bile belki daha önemlidir.

Rakamlar ve gerçekler incelendiğinde, toprak reformundan sağlanacak yararların ekonomi geliştikçe azaldığını görüyoruz. 1923'ün, 1945'in bir toprak reformu çok daha etkili olabilecekken, günümüzün toprak reformu ancak Güneydoğu'da ve Orta Anadolu'nun bir bölümünde yararlı olabilecek. Toprak reformundan beklenen sonuçların önemli bölümü, örneğin ağalık düzeninin tasfiyesi, toplumun normal gelişme sürecinde fakat gecikme pahasına gerçekleşebiliyor. Reformun bu sürece katabileceği hız zamanla azalıyor.

Ekonomik gelişme oranında reformun önemi küçülürken, buna karşılık, tarım işçilerinin sayısı ve önemi -aynı gelişmeden ötürü- hızla artıyor. Tarımdaki makineleşme ve kapitalist işlet-

melerin kuruluşu, eskiden kendi küçük toprağında çalışanları yahut ağaların yanında ortakçılık gibi işler bulanları, bir anda topraklarından ve eski usullerden koparıyor. Onları, emeklerinden başka satacak bir şeyi olmayanların kategorisine dahil ediyor.

Bu gelişmeyi rakamlardan izlemek mümkün: 1950 yılında tarım kesiminde bulunan "topraksız" ailelerin sayısı 90.000 olarak belirtilmektedir. Türkiye'nin kapitalistleşme sürecinde hız kazandığı ve tarımda makine kullanımının başladığı 1950'yi izleyen 13 yılda, topraksız ailelerin sayısı % 400 artarak 1963'te 400.000'e ulaşıyor. Aynı rakam, 1969'da 600.000 olarak belirtiliyor. Hiç toprağı olmayan bu köylü ailelerine bir de çok az toprağı olup da geçimini ırgatlıkla sağlayanlar eklenince (1963'te 400.000), ülkemizde 1 milyondan fazla köylü ailesinin "tarım işçisi" kategorisine girdiği anlaşılıyor.

Gene istatistiklere göre, bu topraksız ailelere her yıl 50.000 aile daha ekleniyor. Tarım işçilerinin sayısal artış oranı da ekonomik gelişme paralelinde büyüyerek 1952'de toplam tarım nüfusunun % 9'uyken, 1963'te % 17'ye, 1968'de % 29'a varıyor...

Tarım işçilerinin bu artan önemine karşılık, ekonomik ve sosyal durumları her dönem ihmal edilmiş, haklan hiçe sayılmıştır. Geri kalmış ülkeler edebiyatının "toprağın lanetlenmişleri" deyimi, bizim tarım işçilerimizin bir bölümü için rahatlıkla kullanılabilir. Türkiye'nin tarım işçisi, yıllardır, hiçbir güvenliği olmaksızın ağalar ve aracılar tarafından sömürülmüş, perişan edilmiştir.

Tarım işçilerinin günümüzdeki sorunları, en basite indirildiğinde, şu üç noktada özetlenmektedir: asgari ücretlerin saptanıp fiilen uygulanması; "dayı", "kâhya" gibi deyimlerle tanımlanan aracıların ortadan kaldırılması; tarım işçilerine sosyal güvenliğin sağlanması.

Gerçekten, tarım kesimindeki işçi ücretleri görülmemiş ölçüde düşüktür...

Mevsimlik tarım işçilerinin yüz binlere ulaştığı bölgelerde, örneğin Çukurova'da emek arzı ile talebin dengesizliği, güçlü bir aracı zümre yaratmıştır. Belirli işler için toprak sahibi adına işçi toplayan bu aracılar, komisyonlarını işverenden alır gözüküp aslında işçi ücretinin % 10 kadar bir bölümüne sahip çıkmaktadırlar. Şöyle ki, haftalık ücretinde 80 lira alacağı bir durumda, aracı işçiye 70 liralık ücreti kabul ettirmekte ve aradaki 10 lirayı patrondan almaktadır.

Bir milyonluk tarım işçileri kitlesinin sosyal hakkı, güvenliği ise yok gibidir.

Tarım işçilerinin bir bölümüyle mevsimlik ve geçici işlerde çalışmaları, dağınık işletmelerde küçük topluluklar halinde bulunmaları ve güçlü örgütlere yeni yeni sahip olmaları, bu kesime bir çalışma düzeni getirilmesini zorlaştırmıştır.

Önümüzde hazırlıkları yapılan "Tarım İş Kanunu Tasarısı" ise, başarılı olduğu ve uygulama imkânı bulduğu ölçüde tarım işçilerinin sorunlarını bir ölçüde cevaplayacaktır.

Tasarı, asgari ücretleri, aracıların yerini devlet kuruluşlarının almasını ve sosyal güvenlik kurallarını bu kesime getirip yerleştirebilirse, bir milyonluk bir kitlenin dertleri bir oranda azalacaktır. En az toprak reformu kadar önemli olan bir sorun kamuoyunda etraflı şekilde tartışılır ve asıl ilgililerin uyarıları dikkate alınırsa, tarım işçilerinin durumu belki bir ölçüde düzelecektir.

"Toprağın lanetlenmişleri", artık bütün dünyada benzeri azalan, yok olan bir insan türüdür. Bu tanımın Türkiye'de hâlâ var olması, geçmişin olduğu gibi günümüzün de sırtına yüklenmiş bir sorumluluktur.

(İsmail Cem, "Tarım İşçileri", Milliyet, 8 Mart 1972) SORULAR



  1. Türkiye'de tarım kesimindeki sınıfsal bölünme ya da köylülük hangi sınıf ve tabakalardan oluşmaktadır?

  2. Tarım işçilerinin durumunu rakamlarla belirtiniz. Onların durumu niçin "dramatik"tir? Ve ne yapılmak gerekir durumlarını düzeltmek için? (Okuma parçasını okuyunuz.)

  3. Tarımda küçük üreticilerin durumu ne gibi özellikler taşımaktadır?

  4. Orta köylülük hangi özellikleri taşır?

  5. Büyük toprak sahiplerinin tarımdaki ayrıcalıklı yerini belirtiniz. Büyük toprak sahipleri, ne zaman kapitalistleşmeye başlar? Ve nasıl bir çizgi izler bu kapitalistleşme? Büyük toprak sahipleri, Türkiye'nin ekonomi ve siyaset yaşamında bugün nasıl bir rol oynamaktadır?

  6. Türk tarım kesiminde, bugün, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri var mıdır? Varsa bu kalıntıların ağırlığı ne ölçüdedir?

BÖLÜM III

TÜRKİYE'DE DEMOKRASİ


VE SORUNLARI

Türkiye'nin siyasal yaşamının, bugün göze ilk çarpan özelliklerinden biri şu: Demokrasi, siyasal idealler içinde "egemen" olanı.

Siyasal tablo, "demokrasi adına" yapılan mücadeleler ve onların doğurduğu sorunlarla dolu. Sınıflı bir toplum olmanın zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan çeşitli siyasal güçlerin büyük bir çoğunluğu, "demokrasiden yana" olduklarını ileri sürüyor. Otoriter eğilimler -hatta "12 Mart Rejimi"nde olduğu gibi faşist uygulamalar- siyasal yaşamı zaman zaman karanlığa gömse de, geniş zaman boyutları içinde ele alındığında, Türkiye -gözle görülür biçimde- bir demokratikleşme süreci içindedir.

Ne zaman girer bu sürecin içine Türkiye? Ve nasıl girer?

Bugün hangi aşamasında bulunuyoruz bu sürecin? "Demokratik oyun"un hukuksal kuralları nelerdir? Siyasal yaşamımızda rol almış siyasal güçler hangileridir ve demokrasiyi nasıl bir "yorum"a tabi tutmaktadırlar? Son olarak, Türkiye'de, demokratik mücadelenin ortaya çıkardığı sorunlar nelerdir? Ve nasıl bir gelecek beklemektedir demokrasimizi?

Türkiye'de, demokrasi ve sorunları, aslında II. Dünya Savaşı'ndan sonra siyasal gündemin başına geçer. Ne var ki, gündemi o içeriğe kavuşturan daha önceki gelişmelerdir.

TÜRKİYE'DE DEMOKRASİNİN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ

Demokratikleşme sürecinin başlangıçları

Türkiye, demokratikleşme sürecine ne zaman girer? Bu süreci, tarihimiz içinde hayli gerilerden başlatanlar vardır. Örneğin Profesör Bahri Savcı, bu sürecin başlangıcını Ko- çi Bey Risalesi'ne değin götürmektedir.1 Götürülebilir de bir bakıma. Ama, asıl anlamlı çizgiler 19. yüzyıldaki gelişmelerin içinde ortaya çıkıyor.

19. yüzyılın Türk toplumu için başta gelen iki özelliği vardır: "Kapitalizm"in girişi ve "Batı kurumları"mn kabulü. Birbirine bağlı bu iki olay Türkiye'de hemen bütün kurumlardaki değişikliği belirlerken, demokrasinin iktisadi ve sosyal çerçevesiyle tipini de belirler.

Bu tarihsel ve sosyal çerçeve içinde demokratikleşmenin, önce anayasacılık hareketleri ile yakın bir ilişkisi var. Anayasacılık hareketleri de, bizde, 19. yüzyılın sonlarına doğru doğar. Bunları, "Batı'daki anayasacılık hareketlerinin birer serpintisi" saymak doğrudur. Ne var ki, sınıfsal temellerden yoksun birer serpintidirler aslında...

Gerçekten, Batı'daki anayasacılık hareketleri, o top- lumların temel yapılarındaki köklü bir değişikliğin sonucu olarak göründüğü, daha açık bir deyişle, burjuvazinin -daha 18. yüzyılda- devlet yönetimine sahip çıkma çabasıyla ilişkili olduğu halde, Osmanlı İmparatorluğu'nda 19. yüzyılın ikinci yarısında beliren anayasacılık hareketleri böyle sınıfsal bir nitelik taşımıyor.

Niçin?


Çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun başta iç dinamiği, Batı'daki gibi bir burjuva sınıfının ortaya çıkıp siyasal iktidarı ele geçirmesine engel olmuştur. Başlangıçtaki ıslahat fermanları ve ondan sonra gelen hareketler, daha çok, "bürokrasiden gelen bir avuç insanın" çökmekte olan devleti kurtarmak için düşünebildikleri ve genellikle Batı'dan aktardıkları çarelerden başka bir şey değil. Öyle olunca da, yenileşme hareketleri gi-

* Bahri Savcı, "Demokratik Yapı Sorunumuz", Cumhuriyet, 5 Mart 1974.

bi, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki anayasacılık hareketleri, giderek "demokratikleşme" çabalan da "halkın dışında" -hatta "halka karşın"- yürütülen yüzeysel birer çaba olmaktan öteye geçememiştir.

- Bizde, modern anlamıyla ilk anayasa, 1876 tarihli "Kanun-ı Esasi"dir.

Gerçi, Osmanlı İmparatorluğu'nda, 19. yüzyılın ilk yıllarında, hatta 18. yüzyılın sonlarında "ıslahat" ve yenileşme hareketleri başlamış, giderek "meşveret usulü" doğmuş ve bununla ilgili kurumlar ortaya çıkmıştır. Ama bunlar, olsa olsa, mutlak otoritenin, işlerin daha iyi bilenlere danışılarak yürütülmesini sağlayan yardımcı organlarıdır. Ve ne bunlar ne de 1839 tarihli "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" ile başlayan Tanzimat döneminin fermanları, iktidarı sınırlama niteliğini taşımadıkları gibi, böyle bir amaçları da yoktur.

Tanzimat fermanlarının gerisinde asıl zorlayıcı gücün "dış baskı" olduğu da çok açıktır.

1876 Anayasası ile, ilk kez "parlamentolu" bir düzene geçilir.

Anayasa, "Meclis-i Umumi" adını taşıyan iki meclisli bir parlamento kurmaktadır. Meclislerden "Heyet-i Âyan'Tn üyeleri, padişahça -ve ömür boyunca görevde kalmak üzere- atanmaktadır. "Heyet-i Mebusan"ın üyelerini ise halk seçmektedir. Ne var ki, "iki dereceli" ve "kısıtlı oy"a dayanan bir seçimdir bu.

1876 Anayasası, "parlamentolu" bir düzen getirmiştir, ama "parlamenter" değildir o düzen: Bakanlar, giderek hükümet, hükümdardan başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığı gibi, padişahın durumu da, gelişmiş parlamenter sistemlerde görülen "sembolik devlet başka- nı"nm durumundan çok farklı. Fiilen olduğu gibi hukuksal bakımdan da, yasamanın ve yürütmenin dizginleri aslında padişahın elinde. Mutlakıyetten meşrutiyete geçilmiştir ama, bir yerde sadece bir ad değişikliğidir bu.

Osmanlı İmparatorluğu'nda, parlamentolu düzenin -hiç olmazsa biçim bakımından- "parlamenter" bir nitelik kazanması, İkinci Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra gerçekleştirilen çeşitli anayasa değişiklikleri ile mümkün olacaktır. Hükümdarın parlamenter bir düzende görülmeyen" yetkileri kaldırılacak, hükümet de, Meclis-i Me- busan'a sorumlu duruma getirilecektir.

- Osmanlı İmparatorluğu'nda meşrutiyet denemeleri


  1. Dünya Savaşı'yla sona erer. Hemen arkasından başlayan Milli Kurtuluş Savaşı dönemi, anayasacılık hareketleri bakımından da yepyeni bir aşamanın başlangıcı olur.

Gerçekten, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanmasıyla, devlette egemenliğin kaynağı ve kullanılışı bakımından köklü bir değişiklik olmuştur: Egemenlik milletindir ve tüm iktidar meclistedir.

2 Nisan 1920'de Ankara'da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi, yalnızca yasama yetkisini kullanan basit bir parlamento değildir; bütün yetkiler onda toplanmıştır (meclis hükümeti sistemi). Artık, hükümdarlı ve parla- mentolu bir "meşruti sistem" yerine, doğrudan doğruya "meclis üstünlüğü"ne dayanan bir ihtilal yönetimi söz konusudur.

1921 Anayasası, işte bu ihtilalci yönetim biçimini düzenler.

Bu gelişimi, Cumhuriyet'in ilanı tamamlar. Ve meclis hükümeti sistemi ile parlamenter sistemi bir araya getirme çabasında olan 1924 Anayasası gelir arkadan.

1945'lere dek, Cumhuriyet'in siyasal yaşamı "tek partili" dir. 1945'1 erde, yeni bir döneme girmektedir Türkiye'nin siyasal yaşamı: "Çok partili" düzene geçilmektedir. Kurtuluş Savaşı sonrasının özel koşullarına göre yapılan 1924 Anayasası tek partili dönemde rahatlıkla işler. Fakat, 1945'ten sonra ağır bir yük altına girer Anayasa: "Çok partili" bir düzene çerçevelik edecektir artık. Bunun için birtakım değişiklikler geçirmesi gerekirdi; onlar da yapılmamıştır.

Böylece, çok partili dönemde, anayasanın aksaması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu.



Tek partili paşamdan çok partili yaşama

II. Dünya Savaşı ertesinde, Türkiye'nin iktisadi ve sosyal tablosu hayli ilginçtir. Siyasal iktidar, Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri asker-sivil bürokrat kadroların elindedir. Ne var ki, o yıllardan bu yana -bir ölçüde- burjuvalaşmış olan bu kadrolar -daha önce de belirttiğimiz gibi— toplumda çeşitli sınıf ve zümrelerin muhalefeti ile karşı karşıyadır: Başta, ticaret ve maliye burjuvazisi olmak üzere, eşraf ve toprak ağaları muhalefet etmektedir. Daha önemlisi, küçük memuru, işçisi ve fakir köylüsü ile büyük halk yığınları memnun değildir iktidardan. Bu tepkilere, II. Dünya Savaşı sonlarında totaliter rejimlerin yıkılışı ve demokrasinin üstünlüğü de eklenir.

İç ve dış zorunluluklar, tek partili dönemden çok partili döneme geçişi gerektirmektedir böylece. Ve "ideolojik" bir engel de yoktur buna Asker-sivil aydın bürokrasinin bir siyaset felsefesi olarak kabul ettiği, devlet-toplum ilişkilerinde de uyguladığı "Kemalizm" bu geçişe engel değildir.

Aslında Kemalizm, pozitivist, laik, milliyetçi ve anti- emperyalist niteliklerinin yanı sıra, "çok partili demokrasi" ye de inanıyor. Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlayarak bir "tek parti" yönetimine gidilmişse, toplum düzenini değiştirmek için gerekli görülmüştür de ondan bu. Yoksa asıl amaç, çağdaş uygarlık düzeyine varmak, Ba- tı'ya karşın Batı gibi olmak ve Batı'nm en büyük özelliği olan "çok partili demokrasi"ye geçmek. Nitekim, Atatürk daha yaşarken, iki kez denemesi de yapılmış bu geçişin: 1925'te "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası", 1930'da da "Serbest Fırka" kurulmuş. Ne var ki, her ikisi de başarısızlıkla sonuçlanan denemeler bunlar.



Demokrat Parti'nin doğuşu (7 Ocak 1946) böyle bir ortamda olur ve kısa zamanda gelişir. Halk yığınlarının geniş ilgi ve desteğini de görse, özünde "halka karşı" bir harekettir. Çünkü çıkarları geniş halk kitlelerinin çıkarlarıyla zıtlaşan sınıf ve zümrelerin sözcüsüdür. Dışa bağımlı büyük sermayenin sözcüsü olarak çıkmıştır tarih sahnesine. Ve toplumdaki en geri ve kapitalizm öncesi kesimlerle bağlaşıklığını sağlamlaştırır; onların sömürü ağı içindeki geniş halk yığınlarına dayanarak iktidara gelir (14 Mayıs 1950).

İktidara geldikten sonra da, sözcülüğünü yaptığı sınıf ve zümrelere borçlarını ödeyerek, Türkiye'yi -yeniden- emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirir. Daha başlarda kendisini gösteren ve gitgide yoğunlaşan muhalefete karşı da tahammül etmemeye başlar. Parti, "demokrat" adını taşımaktadır, ama demokrasiyi de yanlış biçimde yorumlamaktadır. 1924 Anayasası'nın aksayan yönleri de siyasal yaşamın bunalımını yoğunlaştırmaktadır.

1924 Anayasası'nın, çok partili dönemde en çok aksayan yönleri neler olmuştur?

Milli kurtuluş hareketinin meclisli bir yönetim sayesinde başarılması yepyeni bir egemenlik anlayışı doğurmuş, ulus iradesiyle meclisin iradesini birbirine kaynaştırarak, meclis dışında bir ulusal irade aranmasını olanaksız- laştırmıştı. 1921 ve 1924 Anayasaları -Türk tarihinde ilk kez- "ulusal egemenlik" kavramını, parlamentonun varlığıyla kaynaştırılmış bir biçimde, siyasal felsefesinin temel kuralları arasına koyuyordu. Böyle bir yorum, tek partili bir yönetimde aksaklık doğurmayabilirdi, nitekim doğurmamıştır. Ama çok partili bir düzende, mecliste çoğunluğu ele geçiren bir partinin kendisini ulusal iradeyle bir tutması gibi bir sapmaya da yol açabilirdi.

Nitekim açtı da...

Demokrat Parti, 1950'de, büyük bir çoğunlukla iktidara gelince, kendi çoğunluğunun iradesini ulusal irade ile özdeşleştirdi ve -aslında ulusal iradenin bir parçasını temsil eden- muhalefete karşı üvey evlat muamelesi yapmaya başladı. Böylesine bir zihniyetin egemen olduğu bir ortamda, parlamenter düzenin gerektirdiği ve büyük bir kısmı Meclis içtüzüğünde zaten bulunan davranış kurallarının uygulanmasına olanak yoktu. Aslında, Anaya- sa'nın yeni bir yorumla, giderek yapılacak bir değişiklikle, çok partili yeni döneme uydurulması olasıydı. Ve Ana- yasa'da bir değişikliğin gerektiği yıllar da asıl o yıllardı.

Ne var ki, Demokrat Parti'nin temsil ettiği çıkarlar, öylesine bir yorum ya da değişikliği sürgit önleyecekti.

Önledi de...

Ve ortam bu olunca, tartışmalar da anayasa sorunları üzerinde toplandı.

Ancak, Türkiye'nin sorunları, doğrudan doğruya anayasa sorunları olmaktan çok, iktisadi ve sosyal yapı sorunlarıyla ilgili idi. "Demokrasinin ön koşulları"nı, ancak bu sorunların çözülmesi sağlayabilirdi. Sorunları yalnız anayasa sorunlarından ibaret saymada -türlü etkenlerin yanı sıra- o yılların siyasal kadrolarının yetersizliği de rol oynamıştır elbette.

27 Mayıs öncesindeki tablo budur.

17 Mayıs hareketi ve 1961 Anayasası

1959 yılına gelindiğinde Demokrat Parti ve büyük sermaye bir çıkmazın içindedir. Tarım ve ticaret alanlarında çok dar bir kesimin elinde tekelleşmiş sermayenin çıkarları dışında kalan bütün toplum kesimleri, başta kapitalizmin 1950 sonrası gelişmesinden gerekli payı alamamış sanayi kesimi olmak üzere, küçük burjuvazinin bürokrat kesimleri, köylülük, kent orta sınıflan DP'ye cephe almaya başlamışlardır.

Muhalefete karşı tahammülsüzlüğü zaten çok daha önceki yıllarda başlamış olan DP, son yıllarda çevresindeki muhalefet yoğunlaştıkça daha da tahammülsüz olmuştur. Aldığı önlemlerle sosyolojik anlamda olmasa bile, hukuksal anlamda "meşruluğunu yitirmeye başlamıştır."

Egemen sınıfların içine girdiği bunalıma çözüm, 27 Mayıs 1960 darbesi ile bulunur.

27 Mayıs hareketinin vurucu gücü, bürokrasinin silahlı kanadı, destekçisi ise, genellikle DP iktidarı döneminde uygulanan ekonomi politikasından en fazla zarar görmüş öteki bürokrat aydın kesimler olmuştur. Bununla birlikte uluslararası kapitalizmin ve arük sanayiye yönelme eğilimindeki yerli tekelci kesimin darbeye karşı çıküğı söylenemez. 27 Mayıs hareketi, büyük sermayenin kendi iç çelişkilerini çözümleyebilmesine bir vesile olmuştur. Ama öte yandan, kü-

çük burjuva köktenciliği de zaman zaman sermayenin denetimi dışına çıkarak harekete damgasını vurmuştur.

Bu köktenciliğin, özellikle 1961 Anayasası'nın "ilerici" bir nitelik kazanmasında büyük payı olacaktır.

27 Mayıs'tan sonra, hemen ilk günden başlayarak, Türkiye, yoğun bir "anayasacılık hareketi"nin içine girer. Akla ilk gelen yeni bir Anayasa yapmaktır. Bunun için faaliyete geçilir. Anayasa'nm yapılması, her şeyden önce bir "bilim işi" sayıldığından, İstanbul'da çalışacak bir bilim kuruluna havale edilir. Daha sonra bir "Kurucu Meclis" toplanır (6 Ocak 1961). Ve çeşitli görüşmelerden sonra, 27 Mayıs 1961 günü yeni Anayasa'yı kabul eder.

9 Temmuz 1961'de halkoyuna sunulan Anayasa'yı halk da kabul eder.



  1. maddesinde "milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" kurduğunu söyleyen Anayasa, "içerik" olarak şu özellikleri taşıyor:

  • Anayasa’nm göze ilk çarpan özelliklerinden biri -27 Mayıs'ın hemen sonrasındaki anayasacılık hareketlerinin birer kalıntısı olarak- yer yer "genel oy"a karşı çekingenlik ile bazı görevler için "seviye" aramak eğilimi.

  • 1961 Anayasası'nın bir başka özelliği, iktidarın sınırlanmasında getirdiği yeniliktedir. Anayasa'nm bu bakımdan en önemli yeniliği, hiç kuşkusuz kanunların Ana- yasa'ya uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurmasıdır. Böyle bir mekanizmanın, parlamento bakımından büyük bir sınırlama getirdiği pek açık.

  • Anayasa'nm, son olarak bir özelliği de, çağdaş özgürlük anlayışını benimsemiş olmasında görülüyor. 1924 Anayasasından farklı olarak, yalnız "klasik" hakları değil, "iktisadi ve sosyal haklan" da kabul ediyor.

Ve yine 1924 Anayasası'nda olmayan bir "güvenceler sistemi" getirerek...

27 Mayıs'tan 12 Mart'a

1960-70 dönemi tarihimize başlıca iki özelliğiyle geçecektir:



  • 1960 sonrasında burjuvazi, sanayiye yönelmiş ve bi- riktirebildiği sermayeyi, montajcılık, basit tüketim maddeleri imali vb. dallarında yatırımlara ayırmıştır. Başka bir deyişle, Türkiye'de kapitalizm, ağır sanayiden uzak kalmakla birlikte, yine de sanayileşmeyi hızlandırmış ve sermayenin tekelleşmesi güçlenmiştir. 1970'lere gelindiğinde, Türk burjuvazisi, artık uluslararası tekelci kapitalizm ile daha çok bütünleşmiş ve onun yurdumuzdaki bir uzantısı durumuna gelmiştir.

Bunun bir sonucu olarak da, iç ortakları üstündeki gücünü artırmak niyetindedir.

Tekelci kesim dışında kalan Anadolu burjuvazisinin ve tefeci-tüccar kesimlerin çıkarları ile tekelci sermayenin çıkarları da çatışmaya başlamıştır. Bu çatışma, 1969 seçimlerinden sonra somut sonuçlarını verir: Aracı-tefeci tüccarlığın temsilcileri Adalet Partisi'nden ayrılarak Demokratik Parti'yi kurarlar.

Büyük sermayenin parlamenter iktidarı zaafa uğramıştır.


  • 1960 sonrası dönemin ikinci belirgin özelliği, 1961 Anayasası'nın getirdiği demokratik ortamda, aydınların sola açılması, sosyalizmin önce aydınlarca benimsenmesi ve giderek emekçilere değin uzanmasıdır. 1960 sonrası dönemde, sosyal uyanış, geçmişe oranla büyük hız ve yaygınlık göstermiş, nicel olarak güçlenmekle kalmayıp, nitelik bakımından da bir içerik kazanmıştır. Bu uyanış içinde -işçi sınıfı başta olmak üzere- çeşitli emekçi kesimler, ekonomik ve demokratik istemler, hatta siyasal amaçlar doğrultusunda hareketlenerek, uluslararası ve yerli tekelci burjuvazi ile diğer iç ortaklarına karşı mücadeleye girişmişlerdir.

Tekelci sermayeyi ve öteki sömürücü kesimleri asıl kaygılandıran nokta da budur.

Egemen sınıfların güçlenmekte olan sosyalist harekete ve emekçi uyanışına uygulamakta oldukları politika, bir yandan İsmet Paşa'nm denetiminde bir Ortanın Solu icat ederek sol potansiyeli denetlemek; öte yandan sosyalistler üzerine gizli açık saldırılar düzenleyerek, sosyalist hareketi sindirmek biçimindedir. Sosyalistler arasındaki bölünmeler, hareketin henüz işçi sınıfına bütünüyle mal olmamış bulunması, küçük burjuva niteliğinin çeşitli kesimleriyle ağır basması da bu planı kolaylaştırmaktaydı. Ayrıca dünyada o yıllarda yaygınlaşan öğrenci hareketleri ve küçük burjuva terörizmi de, egemen sınıfların işini kolaylaştırdı. Yine de, sol hareketin bölünmesi, şiddet eylemlerinin yoğunlaşması, kendisine yeni çıkış yolları ve gelişme olanakları arayan büyük sermaye kesimi için -olsa olsa- bir bahane olmuştur.

Türkiye, 1971 yılına, işte böyle bir ortamda girdi.

Ortamda bir bunalım vardı. Ama bu bunalım, gerçekte egemen sınıfların bunalımıydı; onların çözümsüzlüğüydü.

12 Mart Muhtırası, bunalıma bir çözüm getirmek ister.

12 Mart 1971 tarihinde başlayıp 14 Ekim 1973 seçimlerine değin süren ve adına kısaca "12 Mart Rejimi" denen dönem, tarihimize çeşitli özellikleriyle geçecektir. Onları teker teker belirtmenin yeri burası değildir. 12 Mart Reji- mi'nin konumuz yönünden başlıca özelliği, yaptığı değişikliklerle, 1961 Anayasası'nm, gerçekten demokrat, özgürlükçü, giderek "sola açık" sistemini altüst etmesidir. Bu değişiklikler, Anayasa'yı kurulu düzenin savunulması için çok daha rahatlıkla kullanılabilecek bir metin durumuna getirir.

Özetle, 12 Mart Rejimi, karşı-devrimci güçlerin büyük fırsatlar yakaladığı bir dönem olmuş, 1961 Anayasa- sı'na karşı olan çevreler, 27 Mayıs'ın sağladığı özgürlükleri kısıtlama olanağı bulmuşlardır. Bununla da yetinilmemiş, devrimci güçlerin tasfiyesine girişilerek, rejim, sola kapatılmak istenmiştir. Ama bütün bunlara karşın, toplumun ilerici ve demokrat güçleri, 12 Mart'tan sonra uygulanan "parlamenter faşizm"e direnmesini bilmişler; geriye doğru zorlanan çarkı ileriye çevirmek gücünü göstermişlerdir.

14 Ekim 1973 seçimlerine böyle ulaşılmıştır.



1973 seçimlerinin anlamı

14 Ekim 1973 seçimlerinin, Türkiye'nin demokrasi tarihinde birkaç bakımdan özel bir anlamı ve kendine özgü bir yeri vardır:



  • Birincisi, bu seçimler, genç Türk demokrasisinin kritik ve karanlık bir aşamadan geçerek bir varlık savaşından çıktığı ve ağır darbe ve baskılar altında büyük bir sınav vererek yaşama şansını kazandığı bir dönemin başlangıcıdır.

  • İkincisi, 1973 seçimleri, Türk siyasal tarihinin uzun yıllardan beri süregelen geleneksel tablosunu önemli bir biçimde değiştirmiş, başka bir deyişle, 1950'den bu yana Türkiye'nin siyasal yaşamına damgasını vuran ve siyasal iktidarı belirleyen bir uzlaşmaya son vermiştir.

Bahis konusu uzlaşma, büyük sermayenin çeşitli kesimleriyle küçük köylü, esnaf ve zanaatkârlar arasındaki güç birliğidir.

Bu uzlaşmanın çözülmesi, 1960'tan başlayarak, büyük kentlerin tacir ve sanayicilerinin sözcüsü olan AP saflarında bütünleşmiş bulunan oyların parçalanması ve büyük toprak sahiplerinin partisi olan Demokratik Parti ile küçük üreticilerin temsilcisi olan Milli Selamet Partisi arasında bölüşülmesi biçiminde belirmiştir.



  • Üçüncüsü, bu seçimler, CHP'nin, işçi, köylü, küçük memur, küçük esnaf ve zanaatkârın, kısacası yoksul ve dar gelirli halkın geleneksel ve donmuş oy potansiyelinin çerçevesini kırarak gösterdiği önemli bir gelişmeyi dile getirir.

Ama, Ekim seçimlerinin ortaya koyduğu en temel gerçek, halkın büyük bir çoğunluğunun tekelci kapitalist gidişe karşı olduğu, bu düzenin değişmesini istediğidir.

Kitlelerin sınıfsal bilinci daha da gelişmiştir.



CHP-MSP ortaklığından MC ortaklığına

14 Ekim 1973 seçimleri CHP'nin büyük zaferi ile sonuçlanmıştı ama, parti yalnız başına bir hükümet kurabilmek için Millet Meclisi'nde yeterli çoğunluğu sağlayamamıştı. İster istemez bir başka partiyle ortaklığa gitme zorunluluğu vardı.

Ve öyle oldu: CHP-MSP, ortaklaşa hükümet kurdular.

Bu bağlaşıklık, aynı zamanda, Cumhuriyet'in başlarından beri süregelen bir "tarihsel yanılgı"nm da sonunu getiriyordu.

CHP-MSP ortaklığının iç politikadan çok dış politikada birtakım başarılı gelişmelerin kapısını açtığı söylenebilir. İç politikada "düşünce özgürlüğü" açısından "liberal" bir hava eserken, o tarihlere değin -bir başka "tarihsel yanılgının sonucu olarak- sırtımızı çevirdiğimiz "Üçüncü Dünya"ya doğru da güler bir yüzle bakmaya başlar.

Özellikle İslam ülkeleri, bu yeni ilginin merkezini oluştururlar.

O tarihlere değin, Türkiye, Batı'nın dümen suyunda bir dış politika izlemiştir. Kemalist dış politikanın bütünüyle zıttı olan bu politika, Türkiye'yi, İslam ülkeleri, giderek Üçüncü Dünya önünde bir yalnızlığa iterken, bazen en haklı göründüğü durumlarda bile, onun elini kolunu bağlar hale getirmiştir.

"Kıbrıs sorunu" bunun acı bir örneğidir.

İşte CHP-MSP ortaklığı, bu olağanüstü karmaşık soruna bir çözüm getirme girişiminde bulunan tek iktidar olmuştur. O soruna kalıcı bir çözüm getirilememiştir belki, ama dış politikada Batı'ya bağlı "teslimiyetçi" politikaya bir darbe vurulduğu da gerçektir.

Ne var ki, bu başarı, kendisinden çok şey beklenen o siyasal ortaklığın yıkılışının da bir nedeni olmuştur aynı zamanda. Bu yıkılışta, MSP'nin sorumsuz davranışlarının büyük payı olmakla beraber, CHP'nin kısa vadeli hesaplarının ağır bastığı da bir gerçektir. Daha açık söylemek gerekirse, CHP, Kıbrıs eylemindeki başarıyı, hemen gidilecek bir seçimde kendisine parlamentoda çoğunluğu sağlayabilmek için bir koz olarak kullanmak istiyordu. Ne var ki, bir erken seçime gidilemedi, olan da ortaklığa oldu.

Siyasal yaşamda, kendi kendisini yok eden ilk ve son iktidar da -herhalde- budur.

Sonraki yıllarda terörün tırmanışında CHP-MSP ortaklığının bozulmasının büyük sorumluluğu vardır. Nitekim veriler, şiddet olaylarında ölenlerin sayısının 1971'de 22,1972'de 22,1973'te 15,1974'te 37 kişi olduğunu gösteriyor. Katillerin devletçe korunduğu mahkemelerce saptanmış olan "Cephe hükümetleri" dönemi başlar başlamaz, ölümler yükselecek ve sayıları yüzlere, giderek binlere ulaşacaktır. Bunun günahı, bir ölçüde CHP-MSP ortaklığını sürdüremeyenlerindir de...

CHP-MSP ortaklığının yerini, AP-CGP-MSP-MHP ortaklığı alır. Bu işe önayak olanların adlandırmasıyla, bir "Milliyetçi Cephe" hükümetidir bu.

Ama nasıl bir milliyetçilik? Ve neyin cephesi?

Toplumda tüm anti-emperyalist, ilerici, demokrat ve devrimci güçlere karşı düşmanlık üzerine kurulu bir milliyetçilik, onun cephesi.

Yani sahte bir milliyetçilik; gerici bir cephe!

Başı çeken partinin, yani AP'nin tekelci sermayenin partisi olması, yalnızca bu ortaklığın niteliğini göstermeye yeter. AP, üstelik hükümetin kurulmasında hiçbir zorunluluk olmadığı halde, MHP'yi ortaklığa almıştır ve bilerek almıştır.

MHP, o tarihe değin, faşist eğilimleri su yüzüne çıkmış, özellikle -bir bölüm- gençler arasında, -"komando" adı verilen- vurucu güçlerini yetiştirmiş bir partidir. Tırmanışa hazırdır. Tekelci sermaye bu fırsatı verir ona; çünkü, kendisi de duymaktadır böyle bir gereksinmeyi.

Böylece, siyasal tarihimizde -kendine has özellikleri olan- yeni bir dönem başlar: Devlet kadrolarının faşistleştirilmesi ve terör, en başta gelen özellikleridir bu dönemin.

Devlet, üç parti arasında "bölünmüş"tür. MHP'nin payına düşen bakanlıklarda, tam bir faşistleştirmeye gidilir. Parti, bu bakımdan, özellikle AP elindeki bakanlıklara da sızmaktadır. Terör ise, hızla bir tırmanış gösterir. Çünkü devlet içindeki odaklardan yönetilmekte ve korunmaktadır. Polisin, burjuva devletindeki -görece de olsa- yansızlığı kalkmıştır.

Bu süreç, 1977 seçimlerinden sonra daha da hızlanır. MHP, hükümete ortak olmanın verdiği devlet olanaklarından da yararlanarak, seçimlerde önemli bir kazanç sağlamıştır. Öyle ki, parlamentoda üç üyesi varken, on altı üyesi vardır bu kez. Yeni bir ortaklığa giderken bu kozunu kullanacaktır.

Seçimlerde CHP yine çoğunluğu kazanamamıştır. Çoğunluğa dayanacak bir hükümet kurabilmesi için, "kumar borcu olmayan on bir namuslu adam" gereksinmesi vardır.

Ama bulamaz!

Ve yeni hükümeti gene AP-MSP-MHP ortaklığı kurar. "Milliyetçi Cephe"nin ikinci dönemi başlamıştır.

Bu dönem, birincisini -daha geniş boyutlarda olmak üzere- tekrarlar. Devletin işgali akıl almaz ölümlere varmıştır. Terör, -başta MHP olmak üzere- devlet içinde yuvalanmış faşist odaklardan kaynaklanmakta ve tırmanışını günden güne artırmaktadır. Kişinin en önemli ve doğal hakkı olan "can güvenliği" yalnızca kâğıt üzerindedir. Bir başka yenilik de şu: Bireysel kıyımdan, "kitlesel kıyım"a yönelmektedir terör.

Uluslararası mali çevrelerin baskısı da üst düzeydedir. Devalüasyon-enflasyon sarmalı Türkiye'yi boğmaktadır. "Dövize çevrilebilir mevduat" rezaleti, tam bir yağmayı sergilemektedir. Merkez Bankası'nın yerine "Tahtakale" geçmiştir. Ve devlet, en doğal ödemelerini yapamaz duruma düşmüştür. Öyle ki, dönemin başbakanı, bir gün şunu itiraftan çekinmeyecektir: "Devlet, 75 sente muhtaç durumdadır."

Hiçbir şeye çözüm getiremeyen hükümet yıkılmaya mahkûmdur. Ve yıkılır.

Yerine, "sosyal demokrat" parti, CHP geçer.



CHP ağırlıklı hükümetten AP azınlık hükümetine

CHP, bağımsız birtakım üyelerin yanı sıra, AP'den ayrılan bazı üyelerle Meclis'te çoğunluğu sağlar -ve onların da katılmasıyla- hükümeti kurar. Kendisine büyük

"umut'ların bağlandığı bir hükümettir bu.

Başta gelen iki sorun vardır ki, ivedi çözüm beklemektedir: "iktisadi sorun" ve "terör sorunu."

İktisadi tablo fecidir. İkinci MC Hükümeti, arkasında gerçekten bir "enkaz" bırakmıştır. Devletin içeriye ve dışarıya olan borçlan korkunçtur. Paranın değeri büyük bir hızla düşmekte ve fiyatlar alabildiğine yükselmektedir. Yaşam pahalılığı halk kitlelerini kıvrandırıp durmaktadır.

Ekonomiyi Batı'ya bağımlı olmaktan kurtaracak birtakım önlemler almak, içeride gelir dağılımını sosyal adalet ölçülerine göre yeniden ayarlayacak ciddi bir vergi reformuna gitmek, ilk yapılması gerekenler arasındadır. Ancak CHP, aslında parti olarak kendi programına da girdiği halde, bunları yapmaz. Daha doğrusu yapamaz. Çünkü, örneğin bir vergi reformuna gitmek istese, hükümette buna, en başta dışarıdan katılanlar karşı çıkacaktır büyük bir olasılıkla.

Umudunu -ister istemez- dışarıdan gelecek "yardım"a bağlar. Batı, o yardımı hem ciddi olarak yapmaz hem de paranın değerinde yeni ayarlamaları dayatır. Arka arkaya birkaç devalüasyonla Türk parasının değeri yeniden düşürülür. Doğaldır ki, bunlar da enflasyonu körükler ve fiyatlar başını alır gider. Kitlelerde gitgide artan bir hoşnutsuzluk, giderek umutsuzluk vardır.

Buna, "can güvenliği" sorunu -daha da katmerleşerek- eklenir.

Terör tırmanışını sürdürmektedir, ama anlamı gün geçtikçe daha çok ortaya çıkarak... Ecevit Hiikümeti'nin -beceriksiz ve duraksamalı da olsa- attığı adımlarla maskeler düşmüştür. Gerçek "soT'la ilgisi ve ilişiği de olmayan -sözde devrimci- birtakım "maceracı" grupların da katıldığı terörün yanı sıra, terörün asıl kaynağı belli olmuştur artık: Terör, parlamentoda örgütlenmiş, devletin içine yuvalanmış odakların politika aracı niteliğine dönmüştür. Ana muhalefet partisinin teröre karşı tavır takınması da söz konusu değildir; çünkü, en başta o, teröre dayanarak hükümeti düşürme taktiğini sürdürmektedir. Genel olarak, muhalefetle terör arasındaki bağ, hayat-memat bağı olup çıkmıştır. Ne yazık ki, "CHP ağırlıklı hükümet",

devletin bazı örgütlerine egemen olamamış, terörün kaynağına -gördüğü halde- inememiş, elindeki araçları etkinlikle kullanamamıştır. Daha kötüsü, halkın faşizme karşı bilinçlenmesi, kamuoyunun terör konusunda aydınlatılması için bir şey yapmamaktadır.

Tam bir aymazlık içindedir özetle.

Ya gerçek sol? O da öyle. "Meleklerin cinsiyeti"ni tartışmaktadır!



  1. Ekim seçimlerine, bu koşullar içinde ulaşılır.

Seçim sonuçları, CHP'nin aleyhinedir. Hükümetten çekilir. Yerine, MHP'nin "kayıtsız şartsız", MSP'nin ise "kerhen" desteklediği AP, hükümeti kurar.

Tekelci sermayenin partisi yeniden iktidardadır.

AP'nin, hiçbir soruna, getireceği hiçbir çözüm yoktur aslında. Ne ekonomik sorunları çözer ne de terör sorununu. Ama bir sorunu çözer: tekelci sermayeyi daha da pa- lazlandırmayı. "24 Ocak Kararları"yla bunu yapar. Bu kararlarla, karma ekonomik sistem terk edilerek, 19. yüzyıl kapitalizminin "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" ilkesi kabul edilir. İşin faturasını halk kitleleri ödeyecektir.

Bunları yaparken, Anayasa kuramlarıyla oynamaktan, giderek alay etmekten de çekinmez. Cumhurbaşkanı seçimindeki tutumuyla bunu tanıtlar.

Olan, demokrasiye olmaktadır...

DAHA ÇOK BİLGİ



Yavuz Abadan - Bahri Savcı, Türkiye'nin Anayasa Gelişmelerine Bir Bakış, Ankara, 1959.

Türkkaya Ataöv, Amerika, Nato ve Türkiye, 2. Bası, Ankara, 1969.



Niyazi Berkes, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz? İstanbul, 1965.

Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Ankara, 1973.



İsmail Cem, Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, İstanbul, 1973.

Ali Gevgilili, Türkiye'de 1971 Rejimi, İstanbul, 1973.



Kemal Karpat, Türk Demokrasisi Tarihi, 1967.

Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, 2. Bası, İstanbul, 1977.

Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, 2. Bası, Ankara, 1969.

Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi (çev. M. Akkas), İstanbul, 1973.



Taner Timur, Türk Devrimi (Tarihi Anlamı ve Felsefi Temeli), Ankara, 1968.

Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası (1919-1936), Ankara, 1971.

Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Gelişmeleri, İstanbul, 1970.

OKUMA


Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   25   26   27   28   29   30   31   32   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə