Uygarlik tariHİ Server Tardlli


İşte, emperyalizmin temel sömürüsü, başka ülkelere dayatmış olduğu bu işbölümüdür



Yüklə 1,37 Mb.
səhifə27/46
tarix16.08.2018
ölçüsü1,37 Mb.
#63403
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   46

İşte, emperyalizmin temel sömürüsü, başka ülkelere dayatmış olduğu bu işbölümüdür.

Türkiye'de gelişmekte olan büyük sermaye sınıfı -tekelci dünya kapitalizminin bir temsilcisi olarak- Türkiye'nin söz konusu işbölümüne uygun hareket etmesini sağlar. Demek oluyor ki, Türkiye'deki çağdaş kapitalist gelişmenin yürütücüsü ve temel gücü olan büyük sermayedarlar, emperyalizmin bir parçası ve buradaki uygulayıcılarıdırlar.

Emperyalist sömürünün -yukarıda değinmiş olduğumuzdan- başka biçimleri de vardır. Bunların başında, yurtiçindeki yabancı sermayenin kâr aktarmaları gelir. Birçok hallerde bu kârlar çok büyük oranlara çıkarlar. Başka bir sömürü yolu, bağlı krediler vermektir. Bu yolla krediyi veren ülke, borçlu ülkeden, verdiğinden çok fazlasını geri alır. Son olarak, marka, lisans, ihtira beratı gibi sınai ve ticari haklarının fahiş fiyatlarla satılması da bir sömürü yoludur.

Bu biçimlerde yapılan sömürü, daha açık-seçik olmakla beraber daha önemsizdir. Çünkü, bundan kurtulmak için, kapitalist ilişkiler sisteminin dışına çıkmak zorunlu- ğu yoktur. Kapitalist ilişkiler içinde kalkınarak da, buna karşı mücadele verilebilir. Ama emperyalizmin temel sömürüsünden, yani onun bir ülkeye dayattığı işbölü- münden kurtulmak için, mutlaka bu sistemin dışına çıkmak zorunluğu vardır. Çünkü, bu yapılmadıkça, söz konusu işbölümünün boyunduruğundan kurtulmak olanaksızdır.

Nasıl çıkılabilir bu sistemin dışına?

İşte bu noktada, karşımıza, emperyalizmin silahlı zorba gücü çıkmaktadır. Emperyalizm etki alanının daralmasını asla istemez. Bu tür kopma eğilimlerine şiddetle karşı koyar ve daha olmazsa askerî müdahale bile yapar.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra, dünya tekelci kapitalizminin silahlı gücünü NATO ve onun içinde bir Birleşik Amerika temsil etmektedir. Açıktır ki, bu güç, yalnız ve sadece dünya tekelci kapitalizminin çıkarları uğrunda kullanılacaktır. Böylece, bu bağlaşığa girmiş bir ülkenin, silahlı güçlerini yalnız kendi hesabına kullanmaya kalkışması, NATO ve Amerikan bağlaşıklığının mantığına ve işleyiş düzenine aykırıdır. 1964'teki Johnson mektubu ve -Kıbrıs çıkartması dolayısıyla da- askerî yardımın kesilmesi, bunun böyle olduğunu artık hiçbir kuşku bırakmamıştır.

Açıktır ki, sömüren değil sömürülen bir ülke olarak, Türkiye'nin tekelci dünya kapitalizminin sömürü alanını savunmak gibi bir görevi, böyle bir görevi yerine getirmekte hiçbir çıkarı yoktur. Tersine zararı vardır. Bizim için yaşamsal olan, bir yandan ulusal savunmamızı güvence altına almak; öte yandan, emperyalizmin sınırlamalarından kurtulup -istediğimiz gibi- bir kalkınma olanağına kavuşmaktır. Bu her iki amacı gerçekleştirmenin yolu da, artık iyice ortaya çıkmıştır ki, ülkemizi -NATO, Amerikan üsleri ve Ortak Pazar da içine girmek üzere- bütün emperyalist ilişkilerden arındırmaktır.

Ne var ki, egemen sınıflar böyle bir gerçeğin bilincinde değildirler. Aslında yararları da yoktur bunda. Emperyalizmle işbirliği içinde, Türkiye'yi doğasıyla ve insanıyla yağmalamak bir varlık nedenidir onlar için.

"İstikrar programı" diye uyguladıkları da, bir aldatmacadır bugün. IMF'nin "İstikrar programı" yalnız bu dönemde uygulanmıyor. 27 Mayıs'la birlikte uygulandı, 12 Mart'la birlikte uygulandı, 12 Eylülde birlikte uygulanıyor. Ama Türkiye de, her on yılda bir, birbirine benzer darboğazlara girmekten kurtulamıyor ne hikmetse!

Üstünde özenle düşünülmesi gereken bir olgudur bu.

Öyle sanılır ki, bugün kapitalist üretim koşulları içinde planlanan hedefler, yarının Türkiyesi'nde sosyal sınıfları daha da belirginleştirecek ve bunun bir sonucu olarak da, toplumun daha üst düzeyde devinmesini kolaylaştıracaktır. Ama, kapitalist ilişkiler geliştikçe, kapitalizmin ne menem bir şey olduğu daha iyi gözlenecek ve kapitalist mantık içinde kalkınmanın nasıl halk yığınlarının omuzlarına yüklendiği, daha yalın bir biçimde görülecektir. Türkiye'de, bugün egemen sınıflar, kalkınmada "kapitalist yolu" yeğlemişlerdir gerçi. Ancak unutmamak gerekir ki, çağımızda bir ülkeyi kalkındırmak, giderek kurtarmak için, Batı sermaye çevrelerinin zorladığı modelden başka modeller de var. Hele ekonomiyi düze çıkarmanın bedeli, mutlaka demokrasiden ve özgürlükten vazgeçmek olamaz. Ama, bunu ispatlayacak olanlar da, Türkiye'de bugünkü modelin uygulayıcıları değildir. İspat külfeti, hem emeğin hakkına hem de demokrasiye ve özgürlüğe sahip çıkmayı becerecek olanlardadır.

İlerici, demokrat ve devrimci güçlerde kısacası.

Fethi Naci, Kompradorsuz Türkiye, İstanbul, 1967. Yalçın Doğan, IMF Kıskacında Türkiye, Ankara, 1981.

OKUMA


YENİ SEVR: 24 OCAK KARARLARI

Lord Curzon haklı çıkıyor. Lozan'da İsmet Paşa'ya "Ekonomik alanda bir süre sonra nasıl olsa bize geleceksiniz" derken, gerçekte Türkiye'nin siyasal tarihinin bu "gidiş-gelişin" bir öyküsü olacağını daha o zamandan vurguluyordu.

Demirel hükümetinin aldığı son ekonomik kararlar işte Lord Curzon'un dile getirdiği "teslimiyet"in en çarpıcı örneğini oluşturmaktadır. Demirel hükümetinin aldığı kararlar, zamlar ve devalüasyon bir yana, asıl o kararlar Türkiye'nin Batı sistemiyle olan ilişkilerini tümüyle ve derinden etkileyecek, Türkiye'yi tümüyle dışa daha da yoğun bir biçimde bağlayacak boyutlardadır.

Her şeyden önce, bu kararlarla devlet ekonomik alanda yeniden örgütlenmektedir. Kararların uygulanabilmesi için yeni "Kurullar" oluşturulmuştur. Örneğin "Para-Kredi Kurulu" Merkez Bankası'm, eski deyimiyle "ilga etmekte", yani ortadan kaldırmakta ve Merkez Bankası'nm işlevlerini üstlenmektedir. "Yabancı Sermaye ve Teşvik Uygulama Kurulu" Ticaret, Maliye, Sanayi ve Teknoloji Bakanlıkları ile DPT'nin işlevlerini kendisinde toplamakta, bu bakanlık ve kuruluşların yetkileri kaldırılmaktadır. Ekonomiye yön veren bakanlıklar, kuruluşlar, adı ne olursa olsun, yetkisiz kılınmakta ve bu kurullar söz sahibi edilmektedir. Hele "Koordinasyon Kurulu", neredeyse Bakanlar Kurulu yerine geçmektedir. Bunun Türkçesi "Bakanlar Kurulu ilga edilmiş, yerine Koordinasyon Kurulu getirilmiştir" demekten farksızdır. Devlet büyük ölçüde yeniden ve yeniden, Batı'nın ve yerli özel sermayenin istekleri doğrultusunda örgütlenmektedir.

İşin kısa bir geçmişi vardır. Demirel hükümeti iktidara geldikten kısa bir süre sonra Ankara'ya dört bankacı gelmiş ve Demire! ile birkaç bakanın katıldığı bir toplantı yapılmıştır. Aslında, kararlar bu toplantının doğrultusundadır. Şimdi Demirel bu toplantı doğrultusunda döviz bulabileceğini ummakta, bankerlerin kendisini "böyle karar alırsanız, para gelir" biçimindeki

sözleriyle bağlamış görünmekledir. Ama, bunu yaparken de, hiçbir ilke tanımamaktadır.

1920 Temmuzu'nda arka arkaya alman yenilgilerden sonra Damat Ferit Paşa kabinesine Batı on gün zaman tanımıştır. "Ya bu kararlan alırsınız ya da koşulları daha ağırlaştırırız" demişlerdir. Damat Ferit "daha ağır koşullarla karşılaşmamak için" Sevr'in altına imzayı basmıştır. Nedir Sevr'de imzalanan belge?..

Çeşitli maddelerinin özeti şudur: "Bilcümle Türk liman ve demiryollarının serbestçe kullanımı... Kapitülasyonların yeniden yürürlüğe girmesi... İngiliz, Fransız, İtalyan üyelerden oluşan mali komisyonun devletin gelirlerini artırmak amacıyla önlemler almaya yetkili kılınması... Memurların atanması ve uzaklaştırılmasıyla ilgili kararların hızlandırılması... Para işlemlerinin hızlandırılması ve dışardan borç bulmakla ilgili olarak bu mali komisyonun yetkilerle donatılması... Ülkenin ekonomisinin iktisadi ve sınai rekabete açılması... Yüzde sekizden daha yüksek gümrük vergisi alınmaması ve gümrük vergilerinin indirilmesi..."

Sevr Antlaşması siyasal alanda Lozan Antlaşmasıyla son bulmuştur. Ekonomik alanda Türkiye çeşitli tarihlerde, çeşitli iktidarlar yoluyla Sevr'in son bulmasına çalışmış, ne var ki, bunu zaman zaman gerçekleştirebilmiştir. Bugün vardığı noktada ise, Lord Curzon'un haklılığı daha ağırlık taşımaktadır. İçerde ve dışardaki sermaye kendisine en uygun ortamı işte bu kararlarla bulmuş durumdadır. Ekonomideki tekelleşme, devletin yeniden örgütlenmesinde de kendisini göstermektedir. Tekelleşmenin uygulanması, bu konuda bir aksaklık çıkmaması için devletin "Kurullar" aracılığıyla yeniden örgütlenmesi gündeme getirilmiştir. Sermayenin iktidarı budur işte. 141-142'ye aykırı durum budur işte. "Bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf üzerine tahakkümü" budur işte. Sevr'e dönüş budur işte.



Siyasal örgütlenmenin en gerekli olduğu bir dönemde, demokratik kitle örgütlenmesinin en zorunlu olduğu bir dönemde, Türkiye bundan yoksun bulunmaktadır. Kararlardan daha acı olan da budur.

(Yalçın Doğan, "Sevr'e Dönüş", Cumhuriyet, 4 Şubat 1980)



  1. Türkiye'de 1950'den, özellikle 1960'tan sonraki gelişmenin rakamlarla ifadesi nasıldır? Bütün bu gelişmelere karşın, Türkiye sanayileşme sorununu çözebilmiş midir?

  2. Devlet Planlama Teşkilatı'nın "yeni stratejisi"ne göre, Türkiye'nin 1995 yılma değin ulaşması gereken hedefler nelerdir?

  3. Türkiye'de kapitalist gelişmeyi engelleyen temel sorunlar nelerdir? Ve niçin kapitalizmin gelişmesine engel olmaktadırlar?

  4. Kapitalizm, Türkiye'nin kalkınmasını gerçekleştirebilir mi? Soruya, Türk kapitalizminin yapısal sorunlarını ve dünya kapitalist sisteminin bütününün özellikle dayattığı işbölümünü göz önünde tutarak cevap veririz.

  5. Ortak Pazar nedir? Türkiye'nin ilerisi için neler vaat etmektedir? Türkiye'yi, Ortak Pazar'a geçiş dönemine sokan "Katma Protokol" ile 1838 tarihli "Ticaret Sözleşmesi" arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Kurulabilirse niçin? Kurulamazsa niçin?

  6. 24 Ocak Kararlan'mn anlamı nedir? (Okuma parçasını okuyunuz.)

BÖLÜM II

TÜRKİYE'DE SOSYAL SINIFLAR

Türkiye'nin sosyal tablosuna baktığımızda, her şeyden önce, sınıflı bir toplum olduğunu görürüz onun. Ne var ki, "geri kalmış", fakat "kapitalistleşme süreci" içine girmiş bir toplumun sınıflarıdır bunlar. Böylece "kapitalist" ilişkilerin ortaya çıkardığı sınıf ve tabakaların yanı sıra; geri kalmışlığın sonucu olarak, "kapitalizm öncesi" sınıf ve tabakalar da sosyal tabloda yer alır. Her bakımdan, gerçek anlamıyla kapitalist bir toplumun sınıflar tablosundan farklı bir tablodur bu.

Ve her sınıflı toplum gibi, Türk toplumu da "sınıf çatışmalarına sahnedir. Burjuvazi ve kapitalizm öncesi sınıflardan oluşan "egemen güçler'fle -başta işçi sınıfı olmak üzere- "emekçi sınıflar" arasında geçen bir kavgadır bu.

Aşağıda, Türkiye'de bugün var olan sosyal sınıfları -burjuvazi, işçi sınıfı ve köylülük olmak üzere- "üçlü" bir ayrıma uyarak inceleyeceğiz. Doğallıkla bu incelemeyi yaparken, "emperyalizmin yerli egemen güçler"le olan ilişkisini de gözden uzak tutmayacağız. Çünkü Türkiye'de bugün emperyalizm eğer iktisadi, giderek askerî, siyasal ve ideolojik baskısıyla varsa, bu baskıyı, ancak yerli egemen güçlerle "ortak çıkarlar" güderek koyabilmiş ve koruyabilmiştir.

BURJUVAZİ

Türkiye'de bugün, egemen sınıf ve zümrelerin başında, "burjuvazi" gelmektedir. Onun içinde, giderek sosyal güçler dengesinde en etkin olanı da "sanayi burjuvazisi "dir.

Türkiye'de burjuvazinin doğuşu

Klasik Osmanlı toplumu da sınıflı bir toplumdu: Bir

yanda, "sultan, asker ve ulema üçlüsü"nden oluşan ve devleti temsil eden bir sınıf; öte yanda, toprakta çalışan ve "reaya" denen sınıf. Toprakların asıl sahibi devlettir. Reaya ise, o toprakları -bir çeşit kiracı sıfatı ile- kullanır. Toprağın mülkiyeti devletin olduğundan, reayanın yarattığı artık-ürün de devlete aittir. Böylece devleti temsil eden sultan, asker ve ulema üçlüsü "egemen", reaya ise "tabi" sınıftır.

Bu tabloda burjuvazi yoktur. Böyle bir sınıf, ancak 19. yüzyılda, dış dinamiğin yani Batı kapitalizminin etkisiyle ve ona tabi olarak doğacaktır.

Gerçekten, daha önce de belirttiğimiz gibi, başta iç dinamiğin yetersizliği yüzünden, klasik Osmanlı düzeninde kapitalist bir gelişme olmadı. Osmanlı İmparatorluğu'nda kapitalist gelişme, ancak 19. yüzyılda ortaya çıktı, o da emperyalizmin dünyaya egemen olmaya başladığı bir döneme rastladı. Bu gelişme, imparatorluğun özellikle İstanbul ve İzmir gibi liman şehirlerinde, çoğu Rum ve Ermenilerden oluşan bir burjuvaziyi de doğuruyordu; ama, o burjuvazi, aslında yabancı sermayeyle işbirliği yapan bir komprador burjuvazi idi. Başka bir deyişle "ulusal" değildi, olamazdı da... Çünkü kapitalizm Osmanlı İmparatorluğu'nda, uluslararası mali sermayenin ülkeye soktuğu yabancı bir meta gibidir. Öyle olunca da, ortakları ulusal bir nitelik taşıyamazdı. Bizde, kapitalizm gibi burjuvazi de doğuşlarında ulusal bir nitelik taşımazlar. Bunun sonucu olarak, kapitalizmin devrimci bir yoldan gerçekleşmesi, ulusal burjuvazinin, sermayenin ilkel biçimlerini ve kapitalizm öncesi ilişkilerini -kendi gelişmesini sağlamak üzere- yıkması ve üretim güçlerini hızla geliştirmesi olanağı, daha imparatorluk zamanında -tarihsel olarak- kapanmış bulunuyordu.

Daha sonraları devlet eliyle bir "ulusal burjuvazi" yaratılmak istenecektir. Böyle bir denemeye, önce imparatorluk zamanında İttihat ve Terakki iktidarı girişecek ve başaramayacaktır. Cumhuriyet Türkiyesi'nin ilk hükümetlerinin programları da budur aslında. Ne var ki, 1930'lara değin süren dönemde, ulusal burjuvazi yaratma ve ulusal sanayiyi bu yoldan geliştirme çabalan başarıya ulaşamaz: 1930'larda başlayan "devletçilik" politikası, sadece özel kesimin el atmadığı alanla kısıtlı kalmış ve gerçekte çıkarları uluslararası mali sermaye ile birleşen bir kesimi -devlet eliyle- zengin etmekten öteye gidememiştir.

Dışa bağımlı, bu yüzden de ulusal bir sanayi kurmaya hiçbir zaman aday olmayan büyük kentlerin ticaret burjuvazisi, II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası tekelci sermayeyle yeni bir bütünleşmeye gitmek isteyecek ve feodal sınıf ve zümrelerle beraber -tefeci-tacir sermayesi gibi- sermayenin ilkel biçimleriyle çok daha önceden kurduğu bağlaşığa dayanarak, 1950'de iktidara gelecektir.

Ve 1950'îerden başlayarak da, siyasal iktidarda burjuvazinin ağırlıkta olduğu görülecektir hep...

Ticaret burjuvazisinin egemenliğinden, sanayi burjuvazisinin egemenliğine

1950-1960 arasında sanayileşmenin büyük düzeylere ulaştığı söylenemezse de, 1960'lardan sonra sanayi yatırımlarına giden önemli birikimler bu dönemde oluşur. Bu dönemde, burjuvazinin en güçlü kanadı ticaret burjuvazisidir. İktidarın, yani Demokrat Parti'nin de en güçlü kanadı odur. Ne var ki, 1960'lardan sonra, özellikle 19631970 yılları arasında, sanayileşmede, özellikle yapım sanayiinde önemli gelişmeler olur. Bu gelişmeler, ticaret burjuvazisini sürekli bir gerileyiş içine sokarken, sanayi burjuvazisini de egemen bir güç haline getirir.



1970'lerin başından başlayarak, sanayi burjuvazisinin siyasal iktidardaki etkisi geniş ölçüde artmış, AP'den 41'lerin tasfiyesiyle, siyasal iktidara büyük burjuvazi içinde damgasını vuran kesim sanayi burjuvazisi olmaya başlamıştır. Bunu, birçok siyasal ve iktisadi göstergeden çıkarmak olasıdır: Kredilerin sanayi burjuvazisine doğru açık bir biçimde kayması, kotaların sanayi burjuvazisinin isteklerine göre düzenlenmesi, vb... Devalüasyon ve bunu izleyen bir sürü ekonomik karar, büyük burjuvazi içinde sanayicilerin kazandığı ağırlığın belirtileridir, işletme vergisi, emlak ve öteki alım-satım vergileri, sanayiyi kolayca desteklemek için çıkarılan önlemlerdir aslında.

Günümüzde, ticaret burjuvazisi, büyük ölçüde, sanayi burjuvazisine bağımlı ve ona uyumlu bir durumda görünmektedir.

Sanayi burjuvazisinin büyük bir hızla gelişerek, iktisadi ve siyasal alanda ağırlığını iyiden iyiye ortaya koyduğu bir gerçek olmakla beraber, henüz özlemini çektiği hedeflere ulaşmaktan epeyce uzak bulunduğu da bir başka gerçektir.

Tekelci sermaye ve doğurduğu çelişmeler

Türkiye'de, burjuvaziyi incelerken, "tekelci serma- ye"den ve onun ortaya çıkardığı çelişmelerden de söz açmak gerekiyor. Çünkü, bu çelişmeler, Türkiye'nin iktisadi ve sosyal gündeminde önemli bir yer tutmaktadır.

Tekelci sermaye adı verilen bu zümre, en büyük banka, sanayi, ticaret, tarım ve emlak kodamanları ile bir kısım büyük bürokratlardan oluşur. Bu oligarşi, sadece ekonomiyi değil, aynı zamanda tüm üstyapıyı denetimi altında tutar. Tekelci sermayenin alabildiğine örgütlü olmasının nedeni buradadır. Ama bu zümreyi, iç ve dış sömürü ağından bağımsız, dar bir çerçevede görmemek gerekir.

Yerli tekelci sermaye, uluslararası tekelci sermaye ile bütünleşmiş ve iç içe geçerek kaynaşmış bir durumdadır. Bu kaynaşım, başlıca, ortak yatırımlar, dış krediler, dış ticaret, emperyalist burjuvaziye verilen -çoğu kez onun dayattığı- büyük ihaleler, emperyalizmin amaçlarına ve çalışma tarzına uygun olarak yetiştirilmiş sivil ya da resmî yönetici kadronun ekonomiyi yönetmesi biçiminde somu tl anmak tadı r.

Türk burjuvazisi içinde azınlıkta bir zümreyi temsil eden tekelci kesim, denetim altında tuttuğu sermayenin sağladığı güçten yararlanarak ekonomik ve siyasal karar mekanizmalarını elinde bulundurmaktadır. Buna karşılık, burjuvazinin bir kesimi, tekelci sermaye kesiminin dışında kalmıştır. Tekelci sermayenin gücü ve ülke çapındaki etkinliği, bunların gelişip güçlenmesini olanaksızlaştır- maktadır. Bu burjuva kesimi, işçilerin artı değerine el koyarak kapitalist sömürü sayesinde varlığım sürdürmekle birlikte, tekelci gidişten zarar görmektedir.

Bu bakımdan söz konusu burjuva dilimi tekelciliğe karşıdır.

Kendi aralarında amansız bir yarışmayı sürdüren bu burjuva kesimine, küçük sanayi işletmeleri, çoğu çırçır fabrikaları, küçük müteahhitler, tuğla ve un fabrikaları, konfeksiyon-trikotaj, torna-tesviye vb... atölyeleri girer.

"Orta burjuvazi" adı da verilebilir bu zümreye.

Bu zümrenin tekelci sermaye ile olan çelişkisinin ana öğelerini şöyle sıralayabiliriz:



  • Tekelci sermayenin, kendi üretim alanlarına da el atarak, nisbeten yüksek teknoloji, pazarlama gücü, yarışmayı önleyecek üstün sermayesi ile kendilerini bu üretim alanlarının dışına itmesi;

  • Üretimde kullanılan ham ve yan mamul maddelerin fiyatlarının genellikle tekelci odaklarca yüksek düzeylerde tutulması, buna karşılık ürettikleri malların fiyatlarının kendi aralarındaki kıyasıya bir yarışma sonucu düşük düzeyde kalması, yani kâr oranının düşmesi;

  • En önemlisi, sermayeleri ve örgütlenme düzeyleri güçsüz olduğu için bütün modern sanayinin can damarı demek olan banka sermayesinin kesin denetimi altındaki kredi mekanizmasından etkili ölçüde yararlanamamaları...

Şunu da belirtmek gerekir: Türkiye'de, orta burjuvazi diye adlandırdığımız, tekelci sermayeye karşı olan bu kesim, yalnız içerde tekelci sermaye ile çelişme halinde bulunmamakta, dış planda emperyalizm ile de çelişmektedir. Orta burjuvazinin zaman zaman "ulusal" birtakım tavırları görülüyorsa, bu, onun dış planda emperyalizm ile çelişkisinden doğmaktadır aslında.

Burjuvazinin, tekelci sermaye dışında kalmış bu kanadının da, aslında sömürücü bir kesim olduğunu unutmamak, tekelci sermaye ile olan çelişkilerine karşın -eninde sonunda- tekelcileşmeyi ve tekel kârlarından pay almayı amaçladığını gözden uzak tutmamak gerekir.



Küçük burjuvazi

Kent küçük burjuvazisi, küçük esnaf ve zanaatkar ile öğretmen, memur, işçi olmayan üreticiler, bir kısım serbest meslek sahipleri ve benzeri emekçilerden oluşur.

Bu toplum kesimleri, gelirleri, arlan yaşam pahalılığını karşılayacak oranda artmadığı için, maddesel gereksinmelerinin sağlanmasında -her geçen gün daha büyük- güçlüklerle karşı karşıya kalmaktadırlar. Kent küçük burjuvazisi, son derece ağırlaşan yaşam koşullarının başlıca sorumlusunun egemen güçler bağlaşıklığının sömürüsü olduğunun bilincine vardıkları ölçüde demokrat eğilimler göstermektedirler.

Egemen güçler bağlaşıklığının bir parçası olan yüksek bürokratlar ve yüksek gelirli serbest meslek sahipleri dışında, kent küçük burjuvazisinin önemli bir kesimi, top- lumumuzun kalkınma sürecinde, demokratik ilişkiler içinde kendine düşen görevi yerine getirmeye adaydır.

Küçük burjuvazinin ileriye en dönük ve işçi sınıfına en yakın kesimi, aydın küçük burjuvazidir. Kent küçük burjuvazisinin çeşitli katlarından çağın gerçeklerini ve toplumun hastalıklarını görüp sosyal adalet isteyen ve kendileri de egemen bağlaşıkla çelişki halinde olan bu kesim, top- lumumuzda önemli bir demokratik güçtür.

Aydın küçük burjuvazinin dinamik kesimi olan gençliğe gelince...

Bütün dünyada, 1960'tan ve özellikle 1967-1968'den sonra, gençlik hareketlerinin gittikçe geliştiğini, ülke siyaseti üzerinde daha etkin rol oynadığını görürüz. Fransa'da 1968'de ortaya çıkan ve gelişen gençlik hareketleri, birçok Avrupa ülkesine sıçramış, daha sonra da sömürge, yarı-sömürge ülkelerin gençliğinin etkin kitle hareketleri görülmüştür. Burjuva toplumunun içine girdiği bunalımın, kendisine büyük zararlar verdiğini gören kapitalist toplumların gençliği, gittikçe artan bir biçimde mücadeleye atılmaktadır.

Türkiye'de gençlik hareketleri, 1968-69 yıllarından sonra hızla gelişmiş ve hareketler 12 Mart dönemine, yani faşizmin açık bir nitelik kazandığı döneme değin, yoğun bir biçimde sürmüştür. 1968-69 yıllarında Türkiye'nin üniversite gençliği akademik bazı sorunlarını çözmek ve üniversite içinde antidemokratik uygulamaya son vermek amacıyla harekete geçmiştir. Bu hareketler; kısa zamanda gençliğe, kendi sorunlarının, ülke sorunlarından soyut- lanamayacağı gerçeğini göstermiştir.

Ve gelişim de bu yönde olmuştur. Bugün genç kuşak olaylara çok daha duyarlı olup, çağın gelişmeleri karşısında -yaşlı kuşaklara oranla- daha dolaysız tepki göstermektedir.

İşte, bazılarının gençliği "bağımsız bir sınıf" olarak, hatta toplumun "en ileri sınıfı" gibi göstermek istedikleri ve yine bazılarının da gençliğin sosyal mücadeledeki yerini görmemezlikten geldiği bir ortamda, sosyal bir grup olan gençliğin özelliklerini, toplumdaki yerini iyi saptamak gerekmektedir.

Gençlik, aslında nedir?



Yüklə 1,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   46




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə