57
Gördüğüme bir an için inanamamış ve zihnimin bana oyun oynadığını düşünmüştüm.
Olamazdı tabii. O burada olamazdı. Yoksa olabilir miydi?
Vapurdaki o adam, satıcı gibi görünmeyen satıcı. Taşı satan üçkâğıtçı...
"Ama bana üçkâğıtçı demen biraz ayıp oluyor. Nihayetinde, taşın gerçek olduğunu sen de
ben de biliyoruz, öyle değil mi?"
Yattığım yerden hızla doğrulmuş ve az ötede, parmaklıkların hemen önünde, elinde
kırmızı bir kitap, yüzünde mahçup bir gülümsemeyle dikilen adama bakıyordum. Dilim
tutulmuştu. Nefes nefese kalmıştım. Etrafıma bakındım ama yan hücrelerde kimse yoktu.
Kapının yanındaki masada oturan polis de gözden kaybolmuştu.
"Çişi
gelmiştir, sen onu merak etme. Zaten o gelene kadar ben çoktan gitmiş olurum."
"Neden?"
Ağzımdan çıkarabildiğim soru sadece buydu.
Elini hafif bir jestle sallamış ve bana biraz daha yaklaşmıştı.
"Neden mi geldim? Sana bir hediyem var. Ama tabii şöyle bir durum var. Acaba bu
hediyeyi isteyecek misin?"
Bir şey söylemiyor, sadece ona bakmaya devam ediyordum. Benim konuşmayacağımı
anlayınca bıkkınlıkla içini çekerek omuzlarını düşürmüş, yavaş adımlarla gelerek yanıma
oturmuş, elindeki kırmızı kitabı tam ortamıza koymuştu. Tekrar konuşmaya başladığında sesi
üzgün çıkıyordu.
"Sana kalpten geçen gerçeğin, kitaptan rastgele seçilen bir paragraf gibi olduğunu
söylemiştim. Uyarımı ciddiye almadın. Sadece gerçeğin gölgesini duydun ve duyduğunu
olduğu gibi, önünü arkasını düşünmeden kabul ettin. Oysa seni duyduklarınla niyet
okumaman konusunda uyarmıştım."
"Pişmanım... Pişman olacağımı zaten söylemiştin."
Bu sözleri dümdüz, duygusuz bir sesle söylemiştim ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Çünkü adamın söylediklerinin doğru olduğunu biliyor ve daha fazlasını da söyleyeceğini
hissediyordum. Sözlerimle sadece onu susturmak, kestirip atmak istemiştim. Ama o susmaya
niyetli değildi.
"Pişmanlık..." diyordu. "Pişmanlığın da dereceleri vardır. Mesele, hissettiğin bu
pişmanlık senin için yeterli mi? Yoksa gerçeğin tamamını öğrenip, hak ettiğin kadarını
çekmeye cesaret edebilir misin?"
Benimle gene oyun oynuyordu. Meydan okuyor, beni kışkırtmaya çalışıyordu. Ama benim
sabırım bitmişti.
"Ne söyleyeceksen söyle! Bundan daha fazla pişman olamam!"
"Emin misin?" Bunu söylerken esrarengiz bir gülümsemeyle bana bakıyordu. Oyun
oynadığı fareyi hazırladığı tuzağın tam ortasına çekmiş bir kedinin gülüşü gibi...