50
Ve bir gün, bana evlenmek isteyip istemediğimi sormuştu. Öylece, aniden. O günü
unutamam. Çekinerek, istediğimi söylemiş ama o istemiyorsa sorun olmadığını hemen
eklemiştim. Kaçsın istemiyordum. Bana bir yüzük kutusu uzattığında, aklımdaki tek şey bu
işte bir terslik olduğuydu. Terslik vardı elbet, yüzüğü alıp uzatan ben olmalıydım.
Bir aya kalmadan evlenmiş, ailesinin itirazlarına rağmen orta halli bir yerde kutu kadar
bir ev tutmuş, içini rahat, gösterişsiz eşyalarla döşeyerek, mutlu mesut içinde yaşamaya
başlamıştık. Başta her şey mükemmeldi. Uyumluyduk, âşıktık, rahattık. Eğleniyor, geziyor,
hayatın tadını çıkarıyorduk. İlk üç sene böyle uçup gitmişti.
Sonra ilk bebeğimizi kaybettik. Ardından bir diğerini… İki sene içinde üç düşük yapmıştı.
Her seferi ayrı bir yıkım olmuştu bizim için. Doktora göre bir sorun yoktu, olurdu böyle şeyler,
ümidi kaybetmemek lazımdı...
Kendimi suçladım. Bende bir eksiklik olduğunu düşünüyordum. Öyle olmalıydı. Ne de
olsa evliliğimizde eksik olan taraf bendim ve Ezgi zamanının çoğunu bu eksiklerimi kapatmaya
çalışarak geçiriyordu. Tabii bunu bilmek beni gereksiz yere hırçınlaştırıyor, kendime
duyduğum öfkeyi Ezgi'den çıkarmama sebep oluyordu.
Zaman içinde benden uzaklaşmaya başladı. Onu suçlamıyorum. Çünkü bunu ben
yapmıştım. O ne kadar bana destek olmaya çalışsa da ben ona o kadar köstek olmuştum. Ona
kayıplarının acısını yaşama izni bile vermemiştim. "Beni artık sevmiyorsun!" "Benden bıktın
o yüzden konuşmuyorsun!" "Beni küçük görüyorsun!" "Beni kendine layık görmüyorsun! … ve
daha nice suçlamalarımı gözlerinde kırgın ve umutsuz bir ifadeyle dinlerken, üzüntüsünü,
çabalamasını ve aslında bana uzattığı eli fark etmemiştim bile. Bunu ancak o pes ettiğinde fark
edebilmiştim ne yazık ki. O lanet günden iki buçuk ay önce.
Artık bana hiç cevap vermiyordu. İşe gidip geliyor, yemeğini yiyip hemen yatıyordu. Hafta
sonları ise benimle aynı odada bulunmak onu boğuyormuş gibi başka odaya gidiyor, resmen
benden kaçıyordu. Yaptığım hatayı fark etmiştim. Düzeltmeye, eskisi gibi olmaya çalıştım.
Ancak ben ne kadar üstüne düşersem, o, o kadar kendini çekiyordu. Artık bir şeyleri
düzeltemeyeceğimden korkmaya başlamıştım.
Sonra saatlerce internette gezinmeleri başladı; ardından da gizli gizli telefon görüşmeleri.
Sorularıma ya yarım yamalak cevap veriyor ya da hiç yanıtlamıyordu. Gülmüyor, ağlamıyor,
sadece tuhaf bir tedirginlikle, aynı evin içinde bir yabancı gibi yaşamaya devam ediyordu.
Artık neredeyse emindim. Başka biri vardı. Onu benden uzaklaştıran, çabalarımı gölgede
bırakacak kadar onu kendine çeken, başka bir adam. Bu düşünce zihnimde giderek
sağlamlaşırken,
içimi muazzam bir öfke, çaresizlik ve kıskançlık kaplamıştı.
Ve o gün minibüste, sardalye konservesine düşmüş hamsi gibi sıkış tıkış insanların
arasında düşmemeye çalışarak iskeleyeye varmayı beklerken, kuşkularımın doğruluğundan
neredeyse emin olmuştum. Mutlaka biri vardı ve onun kim olduğunu öğrenmeliydim.
Minibüsten iner inmez, ağır bir sağanak başlamıştı. Talihime küfrederken, bir yandan
paltomun yakası ile yüzümü kamçılayan sağanaktan korumaya çalışıyor, bir yandan da
iskeleden ayrılmasına çok az kalmış olan vapura yetişmeye çalışıyordum. İnsan seli arasında