53
"Ama şimdi beni çok kırdınız. Niyetim kimseyi kazıklamak değil. Ben aslında
bulunmayacak bir hizmet sunuyorum. Karar size kalmış. Dediğim gibi, alan pişman, almayan
pişman!"
İstemeden soru ağzımdan kaçıvermişti.
"Hadi almayan pişman, orasını anladık da, neden alan da pişman? Hem pişman olacaksak
neden alalım?"
Adam hevesle bana bakıp akışkan bir gölge gibi yanıma yaklaşmıştı. Yüzünde takdir eder
bir ifade vardı.
"İşte! Esas soruyu soracak kadar cesareti olan biri. Hemen cevap vereyim. Almazsan,
kalpteki gerçeği hiçbir zaman öğrenemeyeceğin için pişman olursun, ama alırsan bu sefer de
gerçeği bildiğin için pişman olursun. Çünkü ne demişler, gerçekler acıdır ve acıtır. Bazılarımız
gerçeği bilmek istemez. Hatta onları duymamayı, bilmemeyi çoğu zaman tercih ederiz.
Hâlbuki gerçek güçlendirir. Ama tabii onları duyacak cesaretin varsa... Ve sindirecek kadar
güçlüysen. Sonunda pişman olsan da, bu pişmanlık, hiç bilmemekten dolayı duyacağın
pişmanlıktan daha hafif olacaktır."
Bu bana bir meydan okuma gibi gelmişti. Ve açıkçası, dışardaki hava kadar gri ruh halime
ve zaten iyice zayıflamış olan özgüvenime atılmış bir çimdik gibi, rahatsız ediciydi.
"Yani diyorsun ki, cesaretin varsa alırsın?"
Adam şimdi dikkatle bana bakıyordu. Yüzündeki gülümseme giderek solmuş ve alnına
yerleştirilmiş iki kirpi gibi duran gür kaşlarını çatmıştı.
"Belki de sen almasan daha iyi. Evet, bence almamalısın."
Beni reddetmesi sinirime dokunmuştu. O kim oluyordu? Etrafıma bakınmış, başka
almaya niyetlenen olup olmadığını kontrol etmiş ve olmadığını görerek daha da çileden
çıkmıştım. Görünüşe göre almaya niyetlenen tek kişi bendim ve adam taşı bana, yani tek
alıcısına satmamaya karar vermişti. Yanımdan uzaklaşmaya niyetlendiğini anlayarak onu
hemen kolundan yakalamış ve konuşmasına izin vermeden soruvermiştim. Beni daha fazla
küçük düşüremeyecekti.
"Kaç lira? Alacağım."
Adam tuttuğum koluna huysuz bir ifadeyle bakarak dudaklarını germişti. Dişlerini
gıcırdattığını oturduğum yerden duyabiliyordum.
"Dedim ya kardeşim, bence sen alma. Bu iş sana göre değil. Bırak her şey olduğu gibi
kalsın."
Sinirimden suratımın yandığını, gözlerimin seğirdiğini hissediyordum. Mantık sınırını
geçmiştim. Bir süredir her şeye karşı duyduğum öfke, akkorlaşmış bir tel yumağı gibi, içimde
fokurdayarak göğsüme yerleşmişti. Taş benim olacaktı. Taşı bana satacaktı!
"Sana kaç lira dedim? Uzatma da ver!"
54
Adam bir an düşünmüş, sonra gözlerinde bariz bir acımayla kolunu elimden kurtarmış ve
diğer elindeki taşı bana uzatmıştı.
"O kadar istiyorsan al bakalım. Ama sözlerime kulak ver. Kalpten geçen gerçekler ses
bulduğunda, iyi dinlemelisin. Yorum katmamalı, şüphe duymamalı, başka bir kılıf
biçmemelisin. Niyet okumamalısın. Çünkü duyacakların, tıpkı kitabın içinden rastgele
seçilmiş tek bir cümle, tek bir paragraf gibidir. Öncesinde ve sonrasında bir hikâyesi vardır.
Duyacakların yalın gerçek olsa da, öncesi ve sonrası olmadan, asıl gerçeğin silik gölgesinden
başka bir şey değildir."
Adamın beni caydırma çabası tabii ki işe yaramamıştı. Ne söylerse söylesin, o taşı
alacaktım. Bu bir onur meselesi haline gelmişti.
"Tamam tamam. Ne kadar?"
Adam taşı avucuma bıraktı, doğruldu ve eliyle ceketinin kolunda oluşturduğum kırışıkları
düzelterek boğazını temizledi. Artık bana bakmıyordu.
"Yedi lira yeter."
Cüzdanımdan bir beşlik, iki adet bir liralık bozuk çıkarıp adamın avucuna bıraktım ve taşı
hemen çantama attım. Geri istemesinden korkuyordum. Ama geri istemedi. İlgisi kaybolmuş
bir ifadeyle elindeki torbanın ağzını büzüp, kalabalığa doğru hafif bir selam vermiş ve arkasını
dönerek salondan çıkmıştı.
Vapurdan indiğimde yağmur dinmişti. Ancak hava hâlâ yaslıydı. Gözlerim, iskeleye
dökülen kalabalığın arasında adamı aradıysa da bulamamıştı. Aslında davranışım yüzünden
özür dilemek istiyordum. O kadar kaba olmama gerek yoktu. Bu niyetle son yolcu inene kadar
beklemiştim. Ancak adamdan hiç iz yoktu.
O gün saatler geçmek bilmemişti. Taşın gerçek olup olmadığını test etmek için
sabırsızlanıyordum. Tam çıkış saatinde ekstra iş çıkınca talihime küfretmiş ve hızla işi
halletmeye koyulmuştum. Çare yok, taş bekleyecekti.
Nihayet şirketten çıktığımda saat neredeyse ona geliyordu. Evi arayıp gecikeceğimi
söylediğimde, Ezgi sadece tamam demiş ve kapamıştı. Eve vardığımda onu uyurken
bulacağımı biliyordum. Çünkü son zamanlarda hep böyle oluyordu. Eve kaçta geldiğim veya
gelip gelmediğim çok da umurunda değilmiş gibiydi. Bense bu umursamazlığa karşılık hâlâ
geç kalacağımı haber vermeye devam ediyordum. Pek bir şey değiştirmese bile.
Evden içeri adımımı attığımda holdeki saat on biri gösteriyordu. Elimdeki evrak çantasını
portmantoya asarken bir an içindeki taşı hemen çıkarmayı düşünmüş, ancak sonra acele
etmemeye karar vererek ceketimi çıkarıp çantanın yanına asmıştım. Terliklerimi giyip, elimi
yüzümü yıkadıktan ve mutfakta benim için bırakılmış yemeği ısıtıp yedikten sonra,
televizyonda bir iki program zaplamamla saat on ikiyi bulmuştu. Tüm o süre zarfında aklım
taştaydı. Bunu yapmaya cesaretim olup olmadığından emin değildim.
Ya duyacağım şey hoşuma gitmezse? Ya taş çalışmazsa ve kazıklanmışsam?
55
En nihayetinde yerimden kalktığımda kararımı vermiştim. Deneyecektim. Sonuçta, taş
çalışmazsa yedi lira kazıklanmış olup, hayat boyu yaptığım enayiliklere bir yenisini eklemiş
olacaktım. Yok, çalışırsa, duyduğum gerçekleri sindirmeye çalışacak ve hayatımda belki de ilk
defa güçlü olmayı deneyecektim. Ne de olsa satıcı ne demişti? Alan pişman, almayan pişman…
Kaçmak veya cesaret gösterip gerçeği öğrenmek; her iki yol da aynı yere çıkıyordu.
Bu kararla, hızla hole gidip portmantodaki çantayı açmış, içinden taşı almış ve
beklemeden yatak odasına yönelmiştim. Yatak odasına girdiğimde elimdeki taş adeta
ağırlaşmış ve ısınmıştı. Kalbim göğüs kafesimin içinde çıprpınarak küt küt atsa da, Ezgi'nin
uyuduğunu gösteren ahenkli nefes alış verişlerini duyabiliyordum.
Ses çıkarmamaya çalışarak, yatağın ona ait tarafına yanaştım ve eğilerek, koridordan
sızan ışığın hafifçe aydınlattığı yüzünün güzel hatlarında göz gezdirdim. Uykusunda bile
endişeliydi. Uyanıkken derinleşen kaşlarının arasındaki çizgi, rüya âlemine dalmışken bile
hâlâ belirgindi.
Bir an tereddüte kapılmıştım. Onu çok seviyordum ve kaybetmek istemiyordum. Onsuz
bir hayatı düşünmek istemiyordum…
İstemsizce geri çekildiğimi fark edince, içten içe kendime öfkelenmiş, zayıflığıma
küfretmeye başlamıştım. Korkaktım! Gerçeği bilmeye bile korkuyordum. Hep böyle sinik, ezik
mi kalacaktım?
Ve işte o kızgınlıkla, yaptığımın farkında bile olmadan, taşı çoktan Ezgi’nin kalbinin
üzerine yerleştirmiştim bile. Sorular ağzımdan dökülürken, kendime gelip dilimi tutmaya
çalışsam da iş işten geçmişti.
"Gerçeği söyle bana! Başka biri mi var. Kimi seviyorsun? Kim o erkek?"
Sorular bittiğinde, sanki o soruları başka biri benim ağzımdan sormuş gibi şaşırarak,
hayretler içinde ellerimle ağzımı kapamış ve ardına kadar açılmış gözlerle Ezgi'nin ağzına
bakakalmıştım. O ağzın açılmasını ve sorularımı cevaplamasını istemiyordum artık… Ama ok
yaydan çıkmıştı.
Ezgi'nin göğsü, kalbinin üstünde duran taşla birlikte, derin bir iç geçirmeyle kalkıp inmiş,
ağzından rahatlamaya benzer kısa bir "ah" çıkmıştı. Hâlâ uykudaydı ve konuşmaya
başladığında sesi ipek gibi yumuşak ve sevgi doluydu.
"Ahhhh! Cem'im... Bir tanem. Seni o kadar çok seviyorum ki, adeta canım acıyor. Ama
beklemem gerek. Sana kavuşmak için beklemem gerek... Çok seviyorum... Seni sarmak,
doyasıya öpüp koklamak istiyorum... Ama beklemeliyim. Emin olana kadar beklemeliyim...
Ona henüz söyleyemem... Çok üzülür... Çok üzülür. "
Gerçek acıtmıştı. Hem de nasıl. Öylesine acıtmıştı ki sanki biri kalbimi yerinden sökmüş
ve tam o noktada cehenneme açılan bir delik açmıştı.
"SUS!" diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sesim kulağıma yabancıydı; öfke, hayal kırıklığı,
kıskançlık ve daha pek çok adını koyamadığım duygu ile kalınlaşmış, bir zebaninin ağzından
çıkarcasına hırçınlaşmıştı. Gözlerimin ardına inen kızıl sis perdesi, düşünmemi önlemiş,
Dostları ilə paylaş: |