45
miktarı söylemesi gerekmez miydi? Pazarlık için çırılçıplak soymasına da gerek yoktu. Zaten
onun elindeydi. Çaresizdi. Açsaydı ya artık şu kapıyı. Ya kafasına silahı dayayıp ateş etseydi ya
da ne istiyorsa açık açık söyleseydi ya.
O esnada Maria isteksizce hazırlanmaya başlamıştı. Biraz sonra almaya gelecekler, çekim
için önce Balat adlı bir semte, sonra da Kızkulesi’ne götüreceklerdi. Bu halde konsantre olması,
poz verebilmesi çok zordu. Her şeyi yüzüstü bırakmak, kaçıp gitmek istiyordu. Ama kaçmanın
çözüm olmadığını da çok iyi biliyordu.
Kaçmak için, gidilecek bir yer olması gerekir.
Her şeye
baştan başlayacağı, Anders’i kafasından silip atacağı, kariyerine kaldığı yerden devam edeceği,
mutlu olacağı başka bir yer. Öyle bir yek yoktu!
Maria otelden çıkarken resepsiyon görevlisi gülümseyerek “Günaydın” dedi. Sonra
“Arkadaşınızdan haber var mı?” diye sordu. Maria “hayır” anlamında başını salladı, dışarı
çıktı. Kendisini bekleyen çekim aracına doğru yürüdü.
O anda demir kapı gıcırdayarak açıldı. Adamın üstünde yine aynı takım elbise, aynı siyah,
sivri burunlu ayakkabılar vardı. “Aynı kıyafetlerle yatıp kalktığına göre o da bu mahzende mi
yaşıyor acaba?” diye düşündüm. İnsanoğlu ne tuhaf, içinde bulunduğum durumda, kapı açılır
açılmaz aklıma gelen ilk şey bu oldu.
Elinde büyük, sarı bir zarf vardı. Hiçbir şey söylemeden, yine o tahta tabureyi aldı,
karşıma oturdu. Zarfı açtı.
“Çok acıktım. Tuvalete gitmem gerek. Daha ne kadar sürecek bu işkence? Bırak beni
gideyim,” dedim.
Anlamsızca yüzüme baktı.
“Ne istiyorsun benden? Öldüreceksen bir an önce öldür. Çaresiz bir durumdayım,
elindeyim işte. Başka bir planın varsa, konuşalım. Ama önce giyineyim. Bir lokma bir şey
yiyeyim, hadi ama…”
Cevap vermeden zarfı açtı. 18x24 ebadında basılmış bir tomar fotoğraf çıkardı zarftan.
Bana uzattı. Fotoğrafları aldım. İnanılmazdı! Seniha’nın daha önce gördüğüm
fotoğraflarından çok farklıydı bunlar. Thomas Dumas’ın kariyerini baştan sona değiştirecek
fotoğraflardı. Thomas, Seniha’yı zaman ve mekân duygusunun dışına çıkarmış, bir anlamda,
hiçliğin prensesi gibi fotoğraf karesine nakış nakış işlemişti. Sanki bir model, bir mekân yoktu
ortada; hiçbir şey yoktu ve olmayanın üzerine yeni bir kurgu oturtmuştu. Bu da gerçeklikten
sıyrılmamıza ama sıyrıldığımız noktada başka bir gerçekliğe ulaşmamıza neden oluyordu.
Ani bir hareketle elimdeki fotoğrafları çekip aldı. Oturduğu taburede şöyle bir gerindi, “E,
ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Fotoğraflardan çok etkilendiğimi belli etmemem, soğukkanlı davranmam gerekiyordu.
“Asıl sen ne düşünüyorsun?” dedim. “Zengin biri olmadığımı biliyorsun. Sonuçta bir
46
akademisyenim ben. Yine de elimden geleni yaparım. Söyle bakalım, kaç para istiyorsun bu
fotoğraflar için?”
Daha sözümü bitirmeme fırsat vermeden öyle bir kahkaha attı ki sanki o daracık
mahzende gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başlamıştı. Gürültülü kahkahası bitince bir anda
ciddileşti: “Seni
niye buraya getirdiğimi, neden çırılçıplak soyduğumu anlamadın, değil mi?”
“Anlamadım!”
Elini ceketinin cebine attı, küçük, kutu gibi bir fotoğraf makinesi çıkardı. Sırıtarak,
“Dijital makine.
On numara fotoğraf çekiyor,” dedi.
Donup kalmıştım. Şaşkınlıkla yüzüne bakmaya başladım.
“Fotoğraf nasıl çekilirmiş, göreceksin. Kardeşimin yarı çıplak fotoğraflarına bak, hiçbiri
bir boka benzemiyor. Şimdi aynı pozları sen vereceksin.”
Tabureden kalkıp demir kapının yanına gitti, kapıyı araladı. Elini dışarı uzatıp, daha
önceden kapının arkasına sakladığı çantayı aldı. Yine tuhaf tuhaf gülmeye başladı.
Başıma gelenlere inanamıyordum. Bunca yolu bir manyağın eline düşüp mahzende ona
çıplak poz vermek için mi gelmiştim?
Çantayı açtı. İçindekileri birer birer çıkartıp yere dizmeye başladı. Seniha’nın Thomas’a
poz verirken giydiği bütün kostümler bu çantadaydı. Hatta o topuklu ayakkabı da vardı. Siyah,
geniş bir tül. Aman Tanrım, aynı küpeler! Ne tür bir manyakla karşı karşıyaydım ben?
Dışarı çıkarken “Fotoğrafları gördün. Aynı pozları vereceksin. Şimdi kostümlerinle seni
baş başa bırakıyorum. On beş dakika sonra döneceğim. Döndüğümde seni kostümlerinden
birini giymiş, poz vermeye hazır vaziyette görmek istiyorum,” dedi. Demir kapı gıcırdayarak
kapandı.
O on beş dakika on beş gün gibi geldi bana. Kalkıp mahzenin içinde dolaşmaya başladım.
Taş duvarları yumrukladım, yumrukladım, yumrukladım... Artık sinirlerime hakim
olamıyordum. Bağıra bağıra ağlamaya başladım.
O karanlık mahzende kaç gün kaldım, hatırlamıyorum. Aynı kıyafetleri
defalarca giydim,
akıl almaz basitlikte, erotik bile denilemeyecek tuhaf pozlar vermek zorunda kaldım. Önceleri
bana Seniha’nın verdiği pozların aynısını taklit ettiriyordu, sonraları iş çığırından çıktı, artık
akli dengesinin yerinde olduğundan şüphe duymaya başladığım bu sapık adamın fantezilerini
süsleyen pozlar vermeye başladım. İtirazlarımı dinlemiyor, daha doğrusu hiçbir sözümü
dinlemiyor, elindeki o affedersiniz bir boka yaramayan makineyle akla hayale gelmeyecek
fotoğraflar çekiyor, beni de göz göre göre bu işe alet ediyordu. Nasıl bir fantezi dünyası vardı
bu adamın? Eline o makineyi alınca içinden nasıl bir ucube çıkıyordu? Anlamak mümkün
değildi. Taş zeminde yatmış, bir bacağımı ayak bileğimden tutup havaya kaldırmış, bu esnada
başımı iyice eğip sol göğüs ucuma dilimi değdirmeye çalışırken, bu yaşadıklarımı kendi
hayatımın içinde nereye oturtabileceğimi sorguluyordum. Neyin bedelini ödüyordum ben?
Bunları hak etmiş miydim?