Almanak 2017 entropol kitap



Yüklə 5,21 Kb.
Pdf görüntüsü
səhifə14/79
tarix06.05.2018
ölçüsü5,21 Kb.
#42952
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   79

 
40 
 
  Aslında  hikâyede  atladığım  bir  nokta  daha  var.  Roddenberry  toplam  3  uçak  kazası 
geçirdi. Bir değil, iki değil, üç. Ve hepsinden sağ kurtuldu. Üstelik, yazarlık kariyerinin yanında 
bir de uçak kazası müfettişliği yaptı. 
  Şansa  inandığımı  söyledim;  ama  kimsenin  de  sırf  “şanslı”  olduğu  için  üç  kez  uçak 
kazasından  kurtulabileceğini  sanmıyorum.  Beynim  bana  orada  başka  bir  şey  aramamı 
söylüyor. Roddenberry’nin hayatına bakınca bir sonuca varabiliyorum. 
  Ne demiştik, insanın hayatın ne kadar kırılgan olduğunu, neyin önemli neyin önemsiz 
olduğunu  anlaması  için  bir  saniye  uçakta  yıldızlara  bakarken  saniyeler  sonra  o  yıldızların 
arasından düşüp çakılabileceğini fark etmesi gerekiyor. 
  Ve  belki  de  şans  dediğimiz  şey  aslında  bu  farkındalık.  Bunları  düşündükçe  insanın 
aklına aynı sorular geliyor. Hayat ve bu kadar kısa ve değerliyse “ben ne yapıyorum?” 
  Ben ne yapacağım? 
  Bilmiyorum. Ve sırf bilmediğim için iyi şeyler başıma geldikçe, şansımın yaver gittiğine 
inanacağım. 
  Dedim  ya,  endişelenecek  bir  şey  yok.  Çünkü  sorunun  cevabını  kimse  bilmiyor. 
Etrafınızdaki herkes sizinle aynı uçakta, herkes aynı soruları soruyor. O yüzden o hayat denilen 
o  büyük  alev  topunun  içinde  kimse  sizin  elinizi  tutmuyorsa  bile  siz  gözlerinizi  kapatın,  en 
yakınınızdaki eli tutun ve yardımcı pilotun yaptığı gibi tekrarlayın. 
  Her şey yoluna girecek. 
  Teşekkürler. 
 


 
41 
 
THOMAS DÜŞERKEN’DEN 
ALTAY ÖKTEM  
Thomas Dumas, 1972 yılının mayıs ayında Seniha’yla tanışmıştı. İstanbul’a ilk gelişiydi. 
Bu  şehrin  medreseleri,  hamamları,  kuleleri,  Arnavut  kaldırımlı,  dar  sokakları,  bozacıları, 
şerbetçileri, Kapalıçarşı’sı, esintisi hiç eksik olmayan boğazı hakkında öyle çok şey duymuştu 
ki, fotoğraf makinesini aldığı gibi yola koyulmuş, çok geçmeden kendini İstanbul’da bulmuştu. 
Başka bir deyişle, İstanbul’un egzotik kokusu onu buraya çekmişti. Aslında, peşine düştüğü o 
koku İstanbul’un değil, Seniha’nın kokusuymuş!  
Meğer o anladıktan çok daha uzun bir süre sonra bunu ben de anlayacakmışım. Hem de 
hiç gerekmediği halde ve çok ağır bir şekilde!  
Başıma  geleceklerden  habersiz,  Thomas’ı  ve  Seniha’yı  düşünerek  çıktım  otelin 
merdivenlerini. Odaya girer girmez üstüme bir ağırlık çöktü. Önce hafif bir baş dönmesi, sonra 
bir  titreme...  Kalkıp  kapıya  doğru  yürümeyi,  kapıyı  açıp  bağırmayı,  yardım  istemeyi 
düşündüm.  Ama  sadece  düşüncede  kaldı  bunlar.  Vücudumun  hiçbir  yerini 
kıpırdatamıyordum. 
Sadece  kapının  aniden  açılmasını,  Maria’nın  içeri  girmesini  diliyordum.  Beni  ancak  o 
kurtarabilirdi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Hangi otelde, dahası hangi şehirde, hangi 
ülkede  olduğumu  da  karıştırmıştım.  Zihnimde  tuhaf  görüntüler  dolaşıp  duruyor,  bu 
görüntüler arasında bir bağ kuramıyordum. Bilincim bulanıklaşmıştı ve kısa bir süre sonra 
hiçbir  şey  düşünememeye,  hiçbir  şey  hissetmemeye  başladım.  Son  bir  çabayla  yatağın 
üzerindeki pikeyi avuçladım ve öylece, kaskatı kalıverdim oracıkta. 
Bundan  sonra  başıma  gelecekleri  tahmin  bile  edemezdim.  Benim  gibi,  Maria  da 
yaşadıklarına bir anlam verememiştir. Onu terk ettiğimi düşünmüştür büyük ihtimalle. Onu 
hiç bilmediği bir şehirde tek başına, yapayalnız bıraktığım, hiçbir şey söylemeden, bir not bile 
bırakmadan ortadan kaybolduğum için beni asla affetmeyecektir. 
O  gün,  çekimler  bitip  de  Sultanahmet’teki  otele  döndüğünde  odasına  çıkmış,  günün 
yorgunluğunu  atmak  için  duş  almış,  sonra  aşağıya,  lobiye  inip beni  beklemeye  başlamıştır. 
Saat 19.30 olunca içini bir merak sarmıştır. Maria’nın çekiminin altıda biteceğini biliyordum 
ve o saatte otelde buluşmak üzere sözleşmiştik. Gerçi İstanbul’un büyüsüne kapılıp zamanın 
nasıl geçtiğini unutmuş olduğumu düşünmüştür ama yine de bu kadar gecikmeyeceğimi, onu 
bekletmeyeceğimi bilir. Bir süre daha bekledikten sonra resepsiyondaki genç çocuğa sormayı 
akıl etmiştir. 
“Ha, sizin yanınızdaki beyefendiyi mi soruyorsunuz? Kendisi saat 16.30 civarında otelden 
ayrıldı,” diye cevap vermiştir resepsiyon görevlisi. Çünkü onun işi gerçeği saklamak. Çünkü o 
da bu oyunun bir parçası ve başıma gelenlerden en az o sahte çevirmen kadar sorumlu. 
“Nasıl yani? Ne demek ayrıldı?” 
“Yani çıkış işlemini yaptı ve gitti. Sizin haberiniz var sanıyordum.” 


 
42 
 
“Hayır, haberim yok. Peki herhangi bir not falan bırakmadı mı?” 
Maria nereden bilsin adamın yalan söylediğini, beni kaçırdıklarını, tuhaf bir mahzende 
kilitli  tuttuklarını  nereden  bilsin?  Ah  Maria,  merdivenleri  hızla  çıktın,  odana  girer  girmez 
kendini yatağa bırakıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladın, biliyorum. Ama her şey düzelecek, 
emin ol düzelecek...  
 
Maria’nın  odasında  gözyaşlarına  boğulduğu  esnada,  otelden  oldukça  uzak  bir  bölgede 
Anders  gözlerini  açmıştı.  Ağzından  ilk  çıkan  söz  “Neredeyim  ben?”  oldu.  Ama  yanında 
yöresinde ona cevap verecek kimse yoktu. Yerde, buz gibi taş zeminde yatıyordu. Etraf oldukça 
loştu. Sanki orta çağdan kalma bir mahzendeydi. Önce etrafı korku dolu gözlerle kolaçan etti
sonra  doğruldu,  ayağa  kalkmaya  yeltendi.  Beceremedi.  Çıplak  olduğunu  o  anda  fark  etti. 
Çırılçıplaktı! Üşüyordu. Titrek bir sesle “Ne oldu bana?” dedi. Tabii ki bu sorusuna da cevap 
veren olmadı.  
Dizlerini  kendine  doğru çekip  oturdu.  Neler  olduğunu  hatırlamaya  çalıştı:  Önce  otelin 
lobisinde oturmuş Maria’yı beklemiş, sonra odasına çıkmıştı. Odanın kapısını açtığını, içeri 
girdiğini hayal meyal hatırlıyordu. Bir sis perdesini eliyle aralayıp girmişti sanki odaya. Sonra 
sisin içinde kaybolmuştu. Sonrası yoktu. Sonrası, bu mahzendi. Bu soğuk, karanlık, ürkütücü 
mahzen…  
“Saat  kaç  oldu  acaba?”  diye  düşündü.  Maria  gelmiş  miydi?  Gayriihtiyari  sol  kolunu 
kaldırıp bileğine baktı. Saati de yoktu kolunda.  
Ama  neden?  Neden  buradaydı?  Çayı  hatırladı.  Şeker  atmadığı  halde  tıngır  tıngır 
karıştırdığı çayı, ince belli bardağı. Resepsiyondaki o delikanlıyı. Gazetedeki haberi çeviren 
adamı. Her şey o çay yüzünden olmuştu. Çayına ilaç atmışlardı muhakkak. O ikisi yapmıştı. 
Başka türlüsü mümkün değildi. Kesinlikle o ikisi. Ama neden?  
Birden, başından aşağı soğuk bir ter boşandı. Maria neredeydi? Ona bu kötülüğü yapanlar 
Maria’ya ne yapmazlardı ki? Onu da mı uyutup buraya getireceklerdi? Onu da mı çırılçıplak 
soyup bu mahzenin taş zeminine yatıracaklardı? Başından aşağı boşalan terin miktarı arttı bir 
anda. Gözleri kararmaya başladı. Maria’ya dokunmasalardı, ona bir şey yapmasalardı bari.  
 
Maria kendini ne kadar çaresiz hissediyordur şu anda. Hâlâ odasında ağlıyor mu yoksa 
lobide oturmuş, bir umut beni mi bekliyordur acaba? Çay içmese bari. Hiçbir şey içmese. Daha 
ne kadar bekleyecek ki beni? Bir türlü gelmediğimi görünce ortalığı ayağa kaldırır. Bir yolunu 
bulup polise haber verir muhakkak. Konsolosluğa gider. İsveç konsolosluğuna gider umarım. 
İspanya  konsolosluğunda  ona  tepkili  davranıp  söylediklerini  ciddiye  almayabilirler.  Ah, 
Thomas. Sana poz vermenin bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı?  
Peki  ama  neden,  neden  başımıza  geldi  bunlar?  Bizden  ne  istiyorlar?  Para  mı?  Gazete 
haberini  okudular.  Orada  yazıyordu  zaten;  kendi  halinde  bir  akademisyenim.  Zengin  bir 
milyoner olmadığım belli. Benden para sızdıramayacaklarını bilmeleri gerekir. 


Yüklə 5,21 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   10   11   12   13   14   15   16   17   ...   79




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə