Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə3/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Paris'te, ülkenin özelliklerinin tanınmaması yüzünden bu psikolojik etkene hiç dikkat edilmemişti, herhalde önlerine konan nüfus istatistiklerine bakılarak Yunanistan'ın İzmir'i almaya hakkı olduğunu sanmışlardı. Bu küçük yanılgı hiç umulmayan etkilerin oluşmasına yol açtı.

Atılan bu akılsızca adımın İngiliz Avam Kamarası'ndaki yankısı biraz komik şekilde oldu: 26 Mayıs 1919'da milletvekili Herbert verdiği önergeyle, müttefiklerin İzmir'i halkların kendi yazgılarını kendileri belirleme hakkından dolayı mı, yoksa kendi çıkarları gerektirdiği için mi işgal ettiğini sordu.

Hükümet sözcüsü Harmsworth şu cevabı verdi: ''İzmir'in işgali barış konferansı yüksek kurulunun kesin direktifi üzerine, Mondros Mütarekesinin 7. maddesi uyarınca yapılmıştır.''

Milletvekili Yarbay Herbert: ''Bu cevaba dayanarak şunu sormak istiyorum: Acaba Paris'te kuduz başgösterdiği doğru mu?''

Mustafa Kemal her şeyden önce ordunun güven ve desteğini kazanmak zorundaydı. Samsun'a varışından hemen sonra her yana telgraflar çekmeye başladı. O günlerde Anadolu'da altı kolordu bulunuyordu, ancak bunlar asker sayısı çok az, sadece karargâhlardan ibaret, adı var kendi yok kuvvetlerdi. Alayların mevcudu 20-30 askeri geçmiyordu. Anadolu'daki bütün savunma gücü 20 bin asker kadardı, yani hepsi tam mevcutlu bir tümen bile değildi.

Üstelik bu zayıf birlikler, yüzlere kilometre uzaklıklarla ülkeye dağılmış durumdaydı; doğru dürüst yol yoktu, demiryolu yoktu. Batı bölgesinde de demiryolu Anadolu ve Bağdat hatlarıydı; bunlara da müttefikler el koymuş, kendileri işletiyordu.

Ordu müfettişi olarak doğrudan doğruya emri altında bulunan, sadece doğudaki iki kolorduydu. Fakat öteki kolordu komutanlarıyla da Samsun'dan bağlantı kurdu; bütün önemli konular hakkında onlara açıklamalarda bulundu ve belirgin olmayan yetkilerine dayanarak direktifler verdi; bunlar başlangıçta yalnızca askeri işlerle ilgiliydi, çoğu da yerine getirildi.

Samsun, Küçükasya'nın orta kesimine giriş kapısı olduğundan İngilizlerce işgal edilmişti. Onların gözü önünde ilk önlemlerin alınmasına başlanmasına da, yine de burada kendilerine gerekli hareket serbestliğinden yoksundular. Samsun mutasarrıflığına güvenilir birini getirdikten sonra, general karargâhını Amasya'ya nakletti: burası ülkenin iç kesimindeydi, yabancı birlik de yoktu.

Amasya'dan artık daha açık bir dille konuşabilirdi. Bir çeşit genel valilik yetkisine de sahip olması, ona sivil yönetime de karışmak hakkını veriyordu. Ancak bu yetkisi sadece doğu illeri için geçerliydi. Ne var ki askeri komutanların desteğini sağlamış bulunuyordu, böylece yetkisini bütün ülkeye yaydı. Bir genelgeyle her yerde direniş merkezleri kurulması ve mecut olanların da geliştirilmesi yolunda direktif verdi; oysa kendisine İstanbul'da verilen görev, bazı yerlerde ortaya çıkmış millî örgütleri dağıtmaktı. Herkese, komuta eden generallere ve valilere, Anadolu'da alevlenin hareketin padişah ve başkomutan tarafndan da onayladığı hükümetçe de bir destek olarak uygun karşılanacağı yolunda sürekli telkinde bulunuyordu.

İzmir'in işgaliyle kırılan pot, bütün ilde de sürdürülmekteydi. Bu sırada Yunan askerin karaya ilk çıkışında olanlar gibi, tatsız olayların cereyan etmesi kendisine, hâlâ kötürüm gibi kıpırtısız duran halkı öfkelendirmek ve direnişin tohumlarını geliştirmek fırsatını vermişti. Yunan eyleminin bütün ülkeyi kapsamından kaygılanıyordu, bunun için de protesto gösterileri düzenlettirdi. Sivil ve askeri bütün yetkililere yolladığı genelgede, bu sefer emredercesine bir ifadeyle ''Önümüzdeki hatlarada'' diyordu, ''Çok büyük ve cok coşkun mitingler düzenlettireceksiniz. Bu gösterilerde bütün uygar milletlerin adalet duygusuna hitap edilerek, içinde bulunduğumuz katlanılması olanaksız duruma bir son verilmesi için harekete geçilmesi istenecektir. Böyle gösterilerin görev bölgeniz içinde yaygınlaştırılması sağlanacaktır Büyük devletlerin temsilcilerine ve Babıâli'ye etkili telgraflar gönderilecektir. Hristiyan halklara karşı her çeşit düşmanca gösteriden de kesinlikle kaçınılacaktır.''

Bu çeşitli mitingler hemen bütün büyükçe yerlerde yapıdı. Yalnız Trabzon'da, sözde düşman işgalinden çekinildiğinden hiçbir hareket olmadı. Bir de Sinop'tan bu önemli liman kentinden İstanbul'a gönderilen telgraf, Mustafa Kemal'in plânlarına ters düşmüştü. Telgrafta ''Türk milletinin ilerde ancak Avrupa'nın denetim ve gözetimi altında örgütlendirilecek bir yönetimde yaşayabileceği'' belirtilmekteydi. Sinop mutasarrıfı derhal görevinden alındı.

İstanbul'daki yüksek komiserliklere Anadolu'daki gözetim subaylarından peşpeşe gelen raporlar, Türk halkında olağandışı bir kıpırdanmayı ve millî bir hareketin ansızın alevlendiğini haber vermekteydi. Yapılan saptamalara göre, tehlikeli boyutlar gösteren bu çalışmaların ardındaki sistemli dürtünün nereden geldiği, şüpheye yer bırakmayacak şeklide belli olmuştu. İtilaf devletlerinin yetkilileri, ortalığı yatıştırmak için gönderilen adam hakkında yanılmış olduklarını kısa sürede anladılar ve Babıâli'den müfettiş paşanın derhal geri çağrılmasını istediler.

Ne var ki tam o sıralarda Paris'ten doğru yumuşak bir hava esmekteydi. Gelecekteki çıkarları açısından, Türkiye'yi iyi davranmak çabası içindeki Fransa'nın ön ayak olmasıyla barış komisyonu, Osmanlı İmparatorluğu'nun yazgısını belirlemezden önce, bir Türk temsilciler kurulunun konferansta dinlenmesini kararlaştırmıştı. Sadrazam Damat Ferit Paşa Paris'e bizzat gitmek istedi, Fransa savaş gemilerinden birini yolculuklarını yapmaları için Türk heyetinin emrine vermişti. İngiltere, Fransa'nın böylesine çabaları yüzünden geri plâna itilmekten korktu; bu heyete katılması gereken Tevfik Paşa'yı bir hastalık bahane ederek geri kalması konusunda razı ettiler; böylece paşa, heyetten birkaç gün sonra yola çıktı, hem de bir İngiliz savaş gemisiyle.

Galiplerle yapılacak bu görüşmenin öncesinde Sadrazam Damat Ferit Paşa, ülkedeki huzursuzluğun onların canını sıkmasından, böylesi direnişlere kalkışmanın müttefiklerin daha sert önlemler almaları ve daha ağır barış koşulları ileri sürmelerine yol açmasından korkuyordu. Şu müfettiş paşanın Anadolu'da bir işler karıştırması doğrusu çok yersiz ve zamansızdı, üstelik sadrazama ve onun hükümetine karşı çalıştığı da açıkça ortaydı.

Bundan dolayı da Mustafa Kemal raporunu vermek üzere İstanbul'a gelmesi direktifini aldı. General kaçamaklı cevaplar verdi ve şu sırada ne yazık ki görevini bırakamayacağını ileri sürdü. Yumuşak davet etkili olmayınca, bu sefer harbiye nazırı sadrazamın direktifi uyarınca kesin bir emirle onu geri çağırdı. Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle bir telgraf çekti: ''Milletim bağımsızlığını elde edinceye kadar Anadolu'da kalacağım.'' Bu apaçık red cevabıyla isyana doğru ilk adım atılmış oluyordu.


9. İKTİDAR KAVGASI VE BİR DEVLETİN DOĞUŞU
Samsun'da karaya çıkışın üzerinden bir ay geçmişti. İlk ve en önemli adım başarı sağlamış, ordu ele geçirilmişti. Etkili olabilecek önderler, çoğu daha genç generallar Mustafa Kemal'e bağlanmış ve izinden gideceklerini bildirmişlerdi.

Resmen görevlendirilmiş olmanın sağladığı destekten artık vazgeçilebilirdi. Her çeşit resmî bağ şimdi sadece köstekti; bundan sonra atılacak çok daha önemli adımlar için tam bir hareket serbestliğine ihtiyaç vardı.

Fakat atılacak bu adım bir askeri darbeyi amaçlamayacaktı, bu konuda kesin kararlıydı; daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi, süngülerin yardımıyla iktidara ulaşmak istemiyordu; şimdi burda bir bağmsızlık savaşı söz konusuydu, aynı zamanda da kudretli galiplerin isteğine aykırı olarak ve mevcut tüm güçlere karşı çıkarak yeni bir devletin yaratılması söz konusuydu.

Bu da ancak ve ancak halkla birlikte, halka dayanılarak yapılabilirdi. Bir parti ya da bir yandaşlar grubu değil, tümüyle bütün millet ardında olmalıydı. Onun vekilliğini üstlenmek, onun adına eyleme geçmek zorunluydu. Devrim de çağdaş demokrasinin ilkelerine göre yapılmalıydı. Seçime ve çoğunluğun kararlarına dayanmalıydı. Hükümetin tam yetkisinin yerine, milletin tam yetkisi geçecekti. Artık tek tek kişiler adına değil, herkesin adına eylemlere girişilecekti.

Yunanlıların İzmir'e çıkışı halk yığınlarını harekete geçirmiş, haksızılğa uğranıldığı duygusu savunma isteğini alevlendirmişti. Şimdi millî örgütlenişler, yerden fışkıran mantarlar gibi ülkenin dört bir yanında gerekleşiyordu. Şimdi bu filizlenişlere topluca itici bir güç vermek, onları tek bir yönetim altında birleştirmek ve eyleme geçmeleri için de sloganlar belirlemek gerekiyordu. Bu amaçla ülkedeki bütün bu örgütlerin temsilcileri bir genel kongrede bir araya gelmeli, bundan sonra atılacak adımı kararlaştırmalıydı. Bu iş için uygun kent olarak Sivas seçildi.

Burası Anadolu'nun iyice iç kesimindeydi ve arzu edilmeyen rahatsızlıklara uğranılması olasılığına karşı bir ölçüde güvenli bir yerdi.

Askeri komutanlıkların yardımı sayesinde ele geçirilmiş telgraf şebekesi ile şimdi bir çağrıyı bütün illere duyurmaktaydı. Bunda şöyle deniyordu: ''Ülke tehlikededir. Merkezi hükümet artık görevini yapamaz duruma düşmüştür. Ancak milletin iradesi ve enerjisi yurdun bağımsızlığını kurtaracaktır. Sivas'da genel bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır. Her bölge üç delege gönderecektir. Amacın gizli tutulması da zorunludur.''

Düpedüz İstanbul'a meydan okumaydı bu. Merkezi hükümet duyuruyu öğrenmişti. Çünkü il yöneticilerinin bazıları hâlâ kendi safındaydı. İçişleri bakanı derhal bir karşı duyuruyla bütün memurlardan General Mustafa Kemal'le yapılacak her türlü yazışmadan kesinlikle kaçınmalarını vereceği direktiflerin hiçbirini dinlememelerini istedi.

Bu yasaklamanın gerçi aksatıcı etkileri oldu, ama amaçlanan girişimi önleyecek baskıyı sağlayamadı. Ancak delegelerin uzak yerlerden, zor yolculuk koşulları nedeniyle Sivas'a gelebilmeleri için yine de haftaların geçmesi gerekiyordu.

Bu zaman boşuna geçirilmemeliydi. Doğu illeri kısa süre önce Erzurum'da bir toplantı yapmayı kararlaştırmış bulunuyorlardı; buraları bir Ermeni devleti kurulması tehdidi altındaydı ve buna karşı direnilmesi isteniyordu. Bu toplantıdan bir çeşit ön parlamento olarak yararlanılabilir, böylece doğunun yerel çabasının genel harekete katılması sağlanır ve Sivas'ta toplanacak yurt çapındaki kongreye, ana çizgileri belirlenmiş bir program sunulabilirdi.

Erzurum, Rus sınırında bu son kent ve ileri karakol, tünel ağızlarına benzeyen heybetli surların içine sıkışmış, kaba taşlardan ilke biçimde yapılmış, basık evleri ve yılın sekiz ayında karla kaplı daracık sokaklarıyla karanlık, fazla ciddi görünümlü bir yerdi.

Mustafa Kemal ile yanındakiler Amasya'dan yola çıkıp Sivas üzerinde yorucu bir yolculuktan sonra 1919 Temmuz'u başlarında Erzurum'a vardılar. Mustafa Kemal ertesi günün akşamı telgraf merkezine çağrıldı. Hattın öbür ucunda İstanbul vardı. Ardı ardına telgraflar yağmaya başladı. Generalden yine geri dönmesi isteniyordu. Harbiye nazırı rica ediyor, sadrazam çeşitli yolları sınayarak onu kandırmaya çalışıyordu. Derken padişahın kendisi de devreye girdi. Başmabeyincisi aracılığıyla ''İzninizi kullanın'' diyordu, ''Anadolu'da dilediğiniz yerde kalın, fakat hiçbir eylemde bulunmayın.'' Her seferinde Mustafa Kemal'in cevabı değişmiyordu.; Gelemem. O zaman telgraflar ağız birliği yaptılar; Gelmek zorundasınız. Emrediyoruz!

Generalin kararını vermesi kısa sürdü, bir telgraf yazdırdı: Bütün görevlerinden istifa ettiğini ve kendisini ordudan da ayrılmış saydığını bildirdi. onun telgrafının çekilmesi daha bitmemişti ki, aygıt tıkırdamaya başladı: bu andan itibaren bütün komutanlık görevlerinden azledildiniz.

Ertesi gün tüm ülkeye General Mustafa Kemal'in ordu listesinden silindiği, kendisiyle yapılacak her türlü bağlantının vatana ihanet sayılacağı bildiriliyordu.

Artık sırada bir yurttaş olmuş bulunan Mustafa Kemal, yakın çalışma arkadaşlarını toplayıp, kendilerini bekleyen tehlikeleri ve yapılması gerekecek fedakârlıkları, etkileyici biçimde gözler önüne serdi. ''Bizi bekleyen ödev, resmî makam veya üniformaya sığınarak el altından yapılamaz. Açıkça ortaya çıkmak zorundayız. Mücadeleye girişecek olanların da, he ne olursa olsun bu yoldan dönmeyeceklerine şimdiden kesin karar vermeleri gerekir. Benim asi ilân olunacağıma ve her türlü kötü sonun beni beklediğine kuşku yoktur. Benimle açıkça işbirliği etmek, aynı yazgıyı şimdiden kabullenmek demektir. Bundan başka içinde bulunduğumuz durumun istediği adamın, diğer birçok bakımlardan benim şahsım olmadığı da ileri sürülebilir. Benden daha uygun görünen bir başkası da seçilebilir. Ancak yeter ki bu hareketi yürütebilecek biri başa geçsin. ''Düşünmeleri için arkadaşlarına vakit bıraktı. Ama arkadaşları hareketin başında onun bulunmasını istediklerini ve kendisini desteklemeye hazır olduklarını bildirdiler. Yalnız bir önkoşulları vardı, padişah ve halifeye karşı hiçbir girişimde bulunulmayacaktı.

Mustafa Kemal istenilen bu garantiyi onlara verdi (o anda vermek zorundaydı) ve sonra da şu istekte bulundu: ''Başarının en önemli koşulu, ordudan ayrılmış olmama rağmen vereceğim direktiflerin, sanki ben hâlâ en yüksek komutanmışım gibi derhal yerine getirilmesidir''. Bu isteği de yerinde görülüp kabul edildi.

Bu bağlılık andına komuta yetkisi bulunan görev başındaki generaller de katıldılar. Böylesi bir harekete geçmekle padişaha gerçekten hizmet edileceğine ve onun tehlikede bulunan tahtının kurtarılacağına inanıyorlardı.

Aralarında ordunun en saygın önderleri vardı. Bunlardan biri Doğu bölgesinin Komutanı Kâzım Karabekir Paşaydı, deyim yerindeyse Türkiye'nin York'uydu (*), dosdoğru, yürekli, tuttuğunu koparır, adının tınlayışı gibi görünümü de heybetli, iliğine kadar askerdi. Bir diğeri Ali Fuat Paşa, daha sonraki günlerin Batı Cephesi Komutanı, dürüst asker, aynı zamanda becerikli diplomat, temkinli, güvenilir, en zor görevleri seve seve üstlenen, fakat kişi olarak alıngan mizaçlı ve idare edilmesi güç biri. Ayrıca Refet Paşa, görgülü, kendisini, çok yönlü yetiştirmiş, Avrupalıların pek hoşlandığı, ufak tefek, zarif bir beyefendi. Ensiz yüzü, dışarı fırlamış sivri çenesi, ince çekme burnuyla Büyük Friedrich'e uzaktan benzerlik gösterir ve bu benzerliğin söylenmesinden de hoşlanırdı. Mustafa Kemal'le birlikte harekete geçmeye daha en baştan karar verenlerdendi, Samsun'a da onunla birlikte çıkmıştı. Fakat Mustafa Kemal'i hiç de tam anlamıyla anlamış değildi, daha çok kendisinin de içinde bulunmasını istediği bir çeşit yeni ''üçler'' iktidarının söz konusu olduğunu sanıyordu. Daha çok kişisel yükselme hırsından dolayı Mustafa Kemal'in safına katılmıştı, durum gereği sürekli sakıngan tutum izliyor, son anda kaçabilmek için hep açık bir kapı bırakıyordu, ama ataklıktan ve beceriklikten asla yoksun biri değildi.

Zihinsel yetileri bakımınıdan en önemli kişi kuşkusuz Rauf Bey'di; hemen hemen önderle eşit çapta bir adamdı. İkisi arasında daha başlangıçtan itibaren sessiz bir rekabet de başlamış bulunuyordu. Mustafa Kemal'in hareketi, buluş sahibi, kolay öfkelenir ve her zaman son derecede enerji yüklü olmasına karşılık, Rauf Bey sakindi, soğukkanlıydı, hiç de daha az enerjik olmadığı halde istifini kolay bozmazdı, onda eksik olan sadece insanlara hükmetmek için gerekli kendini kabul ettirme gücüydü. Mustafa Kemal ikinci bir açıdan da ondan üstündü: Hedefini gayet net biçimde biliyordu, isteklerinde aşırıydı. Bütün eylem adamları gibi o da tek bir düşünceye bağlanmıştı; bu düşünce içinde bir vahiy gücüyle yaşıyordu, onun kutsal kitabıydı bu, tek bir bölümünden vazgeçemediği doğmasıydı. Ve bu güçlü inancıyla da herkesi peşinden sürüklüyordu.

Rauf Bey deniz subayıydı; Danzig tersanesinde mühendis olarak eğitim görmüş ve dünyayı hayli dolaşmıştı. İlkin 1912 Balkan Savaşı sırasında ''Hamidiye'' kruvazörünün komutanı olarak ün kazanmıştı. Alman savaş gemisi ''Emden''in kaptanı gibi, o da kruvazörüyle tek başına, iki ay süreyle Ege sularında dolaşmış, Yunan limanlarını topa tutmuş, düşman gemilerini batırmış, kovalamaca gözden kaybolmuş, sonra hiç umulmayan yerde tekrar ortaya çıkmış ve bu seferi boyunca koca bir filoyu uğraştırmış, sonunda da hiçbir hasara uğramadan Çanakkale Boğazın'dan içeri girmişti.

Mustafa Kemal'le İstanbul'da en önce bağlantı kuran oydu. Anadolu'da bir halk hareketini başlatmak düşüncesi zihinleri kurcalıyordu. İkisi başbaşa verip bu konuda konuştular. Rauf Bey Batı Anadolu'ya gitmeye karar verdi. Fakat serbest olmak için Mustafa Kemal'e veda etti, Bandırma'ya gitti, bölgeyi dolaşıp halkı yüreklendirdi ve ilk millî örgütleri kurdu. O sırada Yunanlılar İzmir'e çıktı. Fakat sadece kenti işgal etmekle yetinmediler; daha sonra Yunan bölgesi olması amaçlanan iç kesimleri de ele geçirmek istediler, İzmir'e atanan Yunan valisi, Sterghiades, Paris'ten Venizelos'un verdiği resmî direktiflerin sınırını çok aşarak -ya da besbeli ki gizlice verilen emirlere uyarak- birliklerini Aydın iline doğru ileri yürüyüşe geçirdi. Böylesine ''barışçıl'' bir yürüyüş sırasınıda, kasabalarda silâhlar nedense pek kolayca gelişigüzel patlayıverdi. Yunan birlikleri paniğe kapıldılar, sivil halka rasgele ateş açtılar.

Bunun üzerine Türkler de doğal olarak kendilerini savunmaya kalktılar. Aydın kentinde saldırganlar geri püskürtüldü. Türkler Rum mahallesini yaktılar. Pskürtülen Yunanlılar takviye alıp geri döndüler, kenti ele geçirip Türk mahallelerini ateşe verdiler. Bütün kasabalar, köyler harabeye döndürüldü; acımak yoktu artık. Milletlerin kendi kendilerini yönetme ilkesi, felaketlere yol açan aşırı yorumlanışıyla, Yunanlıların Türk halkını yok ederek, bölgede azınlık durumuna düşürmek çabasını alabildiğine hızlandırmalarına yol açmıştı. Böylece hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yerli Rumları çoğunluk halk durumuna getirecekler ve dünyanın hakemlik kürsüsü önünde, bu topraklar üzerindeki haklarının ne kadar yerinde bir hak olduğunu gösterebileceklerdi. Türklerden eli silâh tutabilenler dağlara çekildiler, daha güvenli sığınaklarda toplanıp saldırgana karşı dövüşmek amacındaydılar. Ardı arkası kesilmeyen küçük bir savaş, kendisine özgü bütün gaddarlığıyla başladı, fakat yurtlarını savunanlar bakımından durum umutsuzdu, çünkü Yunanistan'dan durmadan yeni düzenli birlikler gelmekteydi.

Rauf Bey bir direnişin ancak büyük çapta olması ve tek elden yönetilmesi koşuluyla başarıya ulaşabileceğini anlamakta gecikmedi. O günlerde Ali Fuat Paşa'nın komutan olarak bulunduğu Ankara'ya gitti, aralarında anlaştılar ve birlikte önderliğini kabul ettikleri Mustafa Kemal'e katıldılar.

Rauf Bey genç generalin buyruğu altına girmekle birlikte, çoğunlukla onunkinden farklı doğrultuda bulunan kendi görüşlerini ileri sürmekten vazgeçmiş değildi. Ancak Mustafa Kemal buna göz yumamazdı; hoşgörüsüz olduğu için değil, aksine kendi yoldaşlarından bile gizlemek zorunda bulunduğu, belirlenmiş bir hedefe doğru ileri atıldığı için. Kuşkusuz bazı ufak tefek şeylere taktik nedenlerle ses çıkarmayabilirdi, ama kendisini yolundan saptıracak bir konuda asla ödün veremezdi. Onun peşinden gelmeleri gerekiyordu, yolun sonunun nereye varacağını bilmeden gelmeleri. Ne var ki herkesten önce yanı başında yer alan, bu en önemli çalışma arkadaşlarından hiçbiri sonuna kadar onunla birlikte yürüyememişlerdir. Birbiri ardından karşıt duruma geçmişler ve onu kendi haline bırakmışlardır. Bugün bir köşede bütün ikballerden ve devlet işlerinden el çekmiş halde yaşamakta ya da yurt dışında sürgünde bulunmaktadırlar (*).

***

Çok önceden kararlaştırılmış bulunan Erzurum toplantısı gecikip duruyordu. Hükümetin genelgesi etkili olmuştu. Memurlar millîyetçi denilenlerin çabalarını desteklerlerse, yerlerinden olmaktan korkuyorlardı. Mustafa Kemal'in kendi karargâhında bile, açıkça yasadışı adım atmaktan çekinenler vardı.

İstanbul'dan da durmadan görevden atılma emirleri yağıyordu. Askeri komutanlardan ya da sivil yönetim kademelerinden kimin bağlılığından şüphe ediliyorsa, derhal işine son veriliyordu. Bu da bazı karışıklıklara yol açmaktaydı, ancak buna rağmen ordu ellerindeydi. Ne var ki millî örgütler, İstanbul'dan gönderilen sevilmeyen kimseleri görevlerine başlatmayacak kadar güçlenmişti, bunların çoğu tekrar geri dönmek zorunda kalıyorlardı. Mustafa Kemal bütün kolordu komutanlarına, görevlerine son verilmesi durumunda, yine de komutanlıklarını devam ettirmeleri yolunda kesin emir vermişti; bunun için de yeni atanan subayın ordunun ve halkın güvenine sahip biri olmadığı gerekçesi ileri sürülecekti. Mustafa Kemal yılgınlığa düşenleri yüreklendirmek ve hükümetin aldığı karşı önlemleri işlemez duruma getirmek için haftalarca uğraşmak zorunda kaldı.

Sonunda Erzurum'un kenar bir semtinde, köy okuluna benzer bir binada, bir avuç adam, 23 Temmuz 1919'da toplandı; doğu illerinden gönderilmiş karmakarışık renkli bir topluluktu bu: Eski parlamento üyeleri, memurlar, hocalar, tarikat şeyhleri, Kürt oymak beyleri, enli eğri kılıçlarıyla lazlar... ''Kongre'' açıldı. Yeni Türkiye'ye giden yolda açılan ilk adımdı bu.

Aynı gün sadrazam bir genelge yayınlıyor ve ajans haberi olarak da bunu bütün dünyaya duyuruyordu: ''Anadolu'da ayaklanma başgöstermiştir. Anayasa hiçe sayılarak parlamento niteliğinde meclis halinde toplantı yapılmasına kalkışılacaktır. Bütün sivil ve askeri makamlar bu girişimin kesinlikle önlenmesi için görevlidir''.

Erzurum'dan sadrazama verilen karşılıkta, parlamentoyu toplaması, o zaman böyle toplantılara gerek kalmayacağı bildirildi. Aslında hükümet yasal olmayan bir durumda bulunmaktaydı; parlamentonun dağıtılmasından sonra, anayasaya aykırı olarak yeni seçim tarihi belirlenmemişti.

Erzurum Kongresi 14 günden fazla sürdü ve oturumlar hiç de sakin geçmedi. Delegeler arasında hükümetin gizlice anlaştığı güvenilir adamları da vardı. Daha kongre başlar başlamaz, Mustafa Kemal'in doğu illerinden seçilmiş temsilci olmadığı için toplantıya katılmaya hakkı bulunup bulunmadığı sorunu ortaya atıldı. Çoğunluk şekle ilişkin bu eksikliği dikkate almadı ve Mustafa Kemal'i başkanlığa seçti.

Bir kez daha Paris, Mustafa Kemal'e amaçları doğrultusunda yardımcı olmuştu. Almanlara zorla kabul ettirilmiş Versailles barışının koşulları, kısa süre önce öğrenilmiş bulunuyordu; buna bakarak Türkiye'de kendisini nasıl bir yazgının beklediği konusunda kesin sonuçlar çıkarabilirdi.

İkincisi, bir hayli çok dostça çabalarla, Paris barış konferansına davet edilmiş bulunan Türk heyetinin çabaları tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Sadrazam Damat Ferit Paşa ülkesinin sözcüsü olarak verdiği savunma söylevinde pek de başarılı olmamıştı.

Müttefiklerarası yüksek kurul önünde yaptığı konuşmasında, ilkin savaşa girmek cürmünde bütün suçu Enver'le hempalarına yüklemişti; bu melun komite adamları halkı aldatmışlar ve arzusuna aykırı olarak savaşa sürüklenmişlerdi. Şimdiki hükümet bundan dolayı sorumlu tutulamazdı.

Suç ve cürüm sözleri, barış yargıçlarının kulağında hoş yankılar yapmıştı, moral bakımdan buna önem vermekteydiler. Fakat sonra Damat Ferit konuşmasını sürdürüp, Wilson'un on dört maddesine ve halkların kendi yazgılarını kendileri belirleme hakkına dayanan dünya adaletini, Osmanlı devleti için, hem de sadece 1914'deki eski sınırlarıyla değil, Türklerin oturduğu çeşitli yöreleri de içine alan daha geniş sınırlarıyla isteyince hava birden değişti. Sadrazam ayrıca Arap illerine özerklik vermeyi vaadediyor ve Türkiye'nin ilerde Avrupa'nın yüksek kültürüne saygı göstereceğini garanti ediyordu.

Bu kadarı biraz fazlaydı ve durumun bir hayli yanlış anlaşılmasıydı. Fransa başbakanı, ihtiyar Clemenceau, cevabını, daha doğrusu sadrazamın ağzının payını verdi. Yenenle yenilen arasındaki farkı, iğneleyici bir alayla belirttikten sonra, Osmanlı devleti temsilcilerine ısırıcı birkaç dostluk gösterisinde bulundu. Türklerin oldum olası barbar bir halk olduğunu söyledi. Nereye ayak bastılırsa, oranın kültürü yıkılıp son bulmuştu. Bu yüksek konferansın en büyük ve kesinlikle en sevindirici sürprizi, sadrazamın ağzından, ülkesinin, gelecekte kendini uygarlığın ödevlerine adamak istediğini işitmek olmuştu. Eğer bu iyi niyetlerinde gerçekten ciddiyseler, o zaman Türkler Avrupa'nın kendilerine yardım edeceğinden emin olabilirlerdi.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə