Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə5/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Eğer Mustafa Kemal'in son hedefinin bir cumhuriyet kurmak olduğu bilinse, halk hareketinin yönetimini asla elden bırakmayacağı derhal anlaşılacaktı. Çeşitli bahanelerle, birçoklarının görünüşe göre artık gereği kalmamış bulunan kurulun kaldırılması işini sürekli erteletiyordu. Milliîcilere sempati besleyen, örneğin herkesin sevdiği Mareşal İzzet gibi adamlar da bu konuda uyarıcı seslerini yükseltiyor ve bu felaketli ayrılığa bir son verilmesini istiyorlardı. Bu çeşit isteklere karşılık Mustafa Kemal, yeni kabinenin öncelikle kendisine gösterilen güveni hak ettiğini eylemleriyle kanıtlaması gerekir diyordu. Şimdilik Sivas'ın isteği üzerine yapılacağı bildirilen meclis seçimlerinde güçlü bir millîci çoğunluk kazanmayı amaçlamaktaydı. Ülkede sağlam şekilde kurulacak örgütlerin yardımıyla, seçmenler yumuşak bir baskı altında, arzu edilen doğrultuda yönlendirilebileceklerdi.

Ülkede ikili iktidar, sürtüşmelere ve anlaşmazlıklara düşmekte gecikmediler. İstanbul düzenlemelerinin baltalandığını görüyordu, emirler yerine getirilmiyor, önemli görevlere atanan hükümete sadık memurlar işlerine başlayamıyordu; ordu üzerinde zaten hiçbir etkinliği yoktu.

Buna karşılık başkentte Anadolu hareketi gittikçe daha çok kazanmaktaydı. İstanbul küflü uyuşukluğundan uyanmaya başlamıştı; ülkede yeni yeni kıpırdayan güçlerin İstanbul'a yansıması, yılgınlığa düşmüşleri ayağa kaldırmış, umutsuzluk yerini kendine güvenmeye bırakmıştı, bir yandan da yabancılara içerleme duygusu da serpiliyordu. Yunanlıların İzmir'i işgaliyle başlamış olanı, işgal kuvvetleri tamamlamışlardı. Başlangıçta bazı Türk çevrelerinde kendilerine karşı gösterilmiş sempatiyi hemen tümüyle yok etmeyi doğrusu çok iyi başarmışlardı. Evet, keyfi hareketlerle, beceriksizliklerle ve kibirle herkese tepeden bakmalarla sokaktaki adamın da nefretini kazanmışlardı. Hergünkü temaslarla İngiliz ve Fransız efendileri yakından tanımışlar, ancak bundan da hiç hoşnut kalmamışlardı. Hatta bu konudaki yakınmalar birçoklarına ister istemez Almanları hatırlatmıştı. Gerçi onlar da kendilerini sevdirememişlerdi, ama hiç değilse her zaman saygılı ve edepli davranmışlar, hiçbir zaman da bu halkı vahşi Hotantolar gibi görmemişlerdi.

Merkezi hükümet ülkedeki havayı hesaba katmak zorundaydı. Sivas daha ağır basan güç olarak kendini kabul ettirmişti; onunla anlaşmak ve birbirlerinin karşılıklı kuyusunu kazmak yerine işbirliği yapmak daha akıllıca görünüyordu.

Ortaklaşa bir program düzenlemek amacıyla, Ali Rıza Paşa kabinesinde bahriye nazırı ve millîcilere karşı iyi niyet sahibi olan Salih Paşa Anadolu'ya gönderildi. İki taraf 18 Ekim 1919'da Amasya'da buluştu; birkaç gün süren görüşmelerden sonra hükümetle Heyet-i Temsiliye arasında kesin bir uzlaşmaya varıldı. Saltanat ve halifeliğin dokunulmazlığı her iki tarafça da en yüksek ilke olarak kabul ediliyordu. Fakat en önemli nokta, Erzurum ve Sıvas kongreleri kararlarının iki ana ilkesinin, tam bağımsızlık ve saptanmış bulunan sınırların içindeki toprakların bölünmezliğinin savunulması ilkelerinin şimdi İstanbul hükümetince de benimsenmesiydi.

Asıl pürüzlü konu, Heyet-i Temsiliyenin feshedilmesi, yani yasal olmayan yan bir hükümetin varlığı sorunu askıda bırakılmıştı. Bu konuda yeni meclisin toplanmasından sonra karara varılacaktı; ancak bu meclisin tam bir güven ve serbestlik ortamı içinde toplanabilmesi koşulu saklı tutuluyordu; daha doğrusu bu şekilde bir açık kapı bırakılıyordu.

Başkent işgal altında olduğu için Mustafa Kemal, yeni seçilecek parlamentonun ülkenin iç kesiminde bir yerde toplanmasını istemekteydi. Fakat bu konuda yalnızca hükümetle değil, kendi arkadaşlarına da görüşünü kabul ettiremiyordu. Onlar İstanbul'dan ve padişahtan ayrılmak istemiyorlardı; bir yandan da böyle bir durumda yasal iktidarın tümüyle generalin nüfuzu altına girmesinden kaygılanıyorlardı. Mustafa Kemal de bu noktada boyun eğmek zorunda kaldı; ne var ki ilerde görüleceği üzere bunu kabul edişi de, başarısındaki yardımcı öğelerden biri olmuştur.

Resmî hükümet Anadolu'nun dümen suyuna girip, bizzat padişah da hiç değilse görünüşte, işbirliğini zorunlu sayınca -yeni seçimlerin yapılmasının yanı sıra- ikinci ve çok daha önemli bir göreve el atılabilirdi. Şimdiki gibi bir dünyada, tatlılıkla söz geçirmek çok zordu. Millî programın mağrur sözleri, eğer ardında gerçek bir güç yoksa, boş laflar halinde kalmaya mahkûmdu. Bağımsızlık pazarlıkla elde edilemezdi; bir ülkeyi ele geçirmiş olanın, dostça sözlerle pohpohlanarak çekip gitmesi sağlanamazdı. Şurası kesin bir gerçektir ki, önder -herhalde sadece o- daha en baştan savaşarak bir hesaplaşmanın kaçınılmazlığını anlamıştı, fakat başına zafer çelengi takma sevdalısı generallerden değildi. Hiç şüphe yok ki, eğer olanağını bulabilseydi, hedefine barışçıl yollardan ulaşmayı yeğlerdi. Fakat böyle bir şey hiç de olası görünmüyordu. Böylece şimdi ordunun kalıntısından, işe yarayacak yeni bir silâhlı kuvvet yaratmak çabalarına girişti. Müterakenin öngördüğü şekilde askerler terhis edileceği yerdi, alaylar yeniden güçlendirildi; subayların görevlerine son verileceği yerde, ayrılmış olanlara bile yeniden görev verildi; silâhlar teslim edileceği yerde, toplanıp elden geçirildi ve yeniden birliklere dağıtıldı. Düzenli kıtaların yanı sıra gönüllü birlikleri kuruldu. Şaşırtıcı olan, uzun savaşlardan ve bunca ağır kayıplar verilmiş olmasından sonra dahi, halk yığınlarının savaşmak için seve seve koşup gelmeleriydi; daha da şaşırtıcı olanı ise bütün bunların açıkça işgal kuvvetlerinin gözleri önünde cereyan etmesiydi.

Damat Ferit kabinesi, Sivas'tan düşürüldüğü zaman, yüksek komiserler Anadolu'da ciddi olarak hesaba katılması gereken yeni bir gücün -ya da onların anladığı şekilde yeni bir partinin- doğduğunu hemen anlamışlardı. Şimdi, millîciler Türkiye'de ağır basan etken olduklarına ve yeni hükümet de onlarla anlaşma yaptığına göre, işgalci patronlar onlarla yakınlık kurmak yollarını aradılar. Onlara gelecekteki barış antlaşması için ihtiyaçları vardı; ayrıca müttefiklerin her biri, daha sonraları Türkiye'de nüfuz kazanmak hesaplarıyla yaranmak istemekteydiler.

Bunun üzerine müttefiklerin temsilcileri yarın belki de sadrazam olacak bu ''yeni adam''la temasa geçmek için ikide bir Sivas'ta boy göstermeye başladılar. Ne istediğini çok iyi bilen bu general, her geleni çok güçlü biçimde derinlemesine etkiliyordu; sözünü esirgemiyor, dolambaçlı yollara sapmıyor, çok net evet ve hayırlarla, kısa ve kesin konuşuyordu; Doğuda görülmesine alışılmış insanlardan bambaşka bir adamdı. Görüşmelere her zaman için hazır görünüyor, fakat temel isteklerinden ödün vermiyordu. ''Bütün Arabistan'ı, ayrıca Suriye'yi alabilirsiniz'' diyordu, ''Fakat Türkiye'den elinizi çekiniz. Biz sadece her halkın hakkı olanı istiyoruz. Kendi millî sınırlarımız içinde özgür bir devlet, hepsi bu kadar, ne bir zerre fazla, ne bir zerre eksik.'' Yenilmiş biri böyle mi konuşurdu? Ona söz geçirilecek gibi değildi, bir hayalpereste benziyordu.

Galipler havanın başkentte de değiştiğini fark ettiler. Yine fark ettiler ki, bu sefer yeni bir partinin iktidara geçmek istemesi değildi söz konusu olan; genel bir hareketti bu, bütün halkı kapsamış bir hareket. Bununla başa çıkılabilecek miydi?

***

Bu sırada Paris'in dört büyükleri, yüce Valhallaların da (*) oturmakta ve dört bir yana gümbür gümbür buyruklar vermekteydiler.

Fakat bunlardan Doğu'nun payına düşen, yıldırımlardan yoksun kuru gürültüydü yalnızca. Emperyalistçe arzularını enerjik biçimde ortaya koymalarına, güçleri yetmiyordu. Kendi halkları barış özlemi çekmekteydiler. Karadeniz'de Fransız bahriyelileri isyan etmişti; İtalyan birlikleri Arnavutluk'ta savaşmayı reddetmişlerdi; Whitehall'de savaş bakanlığı önünde İngiliz askerleri toplanıp, ordunun terhis edilmesinin geciktirilmesini protesto etmişlerdi. Her haberin göz açıp kapanıncaya kadar kulaktan kulağa yayıldığı Doğu'da, bütün bunlar ayrıntısıyla öğrenilmiş bulunuyordu.

Üstelik Doğu'da durum bugünlerde hiç de iç açıcı görünmüyordu. Rusya'da bütün çabalara rağmen Bolşeviklerle başa çıkılamamıştı. General Denekin'in ''Beyaz Ordu''su, bunca para harcanarak donatıldığı ve nice umutlarla yollandığı halde, pek feci şekilde perişan olmuştu. Sovyet iktidarı giderek daha çok sağlamlaşıyor ve yayılıyordu. İngiltere zengin petrol kaynakları bulunan Transkafkasya'dan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Çarın devrilmesinden sonra, İngilizlerin çantada keklik sandıkları İran'a da Bolşevik dalgası bulaşacak gibi görünüyordu ve ilk direniş kıpırdanışları orada da başlamış bulunuyordu. Hindistan'a doğru gidilecek olursa Afganistan'da İngiliz himaye yönetimini kesinlikle kovmak isteyen yeni Kral Aman-Ullah'la adamakıllı bir savaşa tutuşulmuştu. Ras Sovyetleri bütün dünyaya kapitalist emperyalizme karşı İslâm dünyasının koruyucusu olduklarını ilân etmişlerdi. İstanbul'da da millîcilerin önderi Mustafa Kemal'in İtilaf devletlerinin isteklerinden hiçbirini barışçı yoldan kabul etmeyeceklerini anladığından, Moskova'yla temasa geçtiği söylentisi dolaşıyordu. Bu arada hızla silâhlanması da gözden kaçmamaktaydı.

İstanbul'daki yüksek komiserler kendi hükümetlerini tekrar ve tekrar uyarmışlar, bu tehditkâr hazırlıklara dikkatlerini çekmişlerdi. Başkent büyük bir örümcek ağının merkezi gibiydi, ülkenin dört bir yanına yayılmış ağından meydana gelen en hafif sarsıntılar bile burada duyuluyordu.

Fakat dünyanın patronları elbette her şeyi daha iyi bilirlerdi. Onlar hâlâ karşılarında viraneye dönmüş bir Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntısı olduğu sanısındaydılar; vatan toprağından fışkıran dipdiri, yepyeni gücün farkında değildiler.

Kemalist hareket mi? Türkiye'nin bir iç politika işiydi bu; alt tarafı Jön Türk hareketinin yeni bir atılımıydı. Böyle iç ayaklanmalar ise yenilgiye uğratılmış bütün ülkelerde görülmüştü. Bütün çırpınmalara ve öfkeli kaynaşmalara rağmen, yenilenler eninde sonunda galiplerin dikte ettireceği duruma boyun eğmişlerdi. Bunların da yapabilecekleri başka bir şey var mıydı? Başka bir şey olabilir miydi? İzmir'de Yunanlılara karşı sürdürülen çete savaşlarının ciddi bir önemi yoktu; böyle şeyler Yukarı Silezya'da da yaşanmıştı. Bunun dışında ortada gerçek anlamda bir silâhlı güç yoktu. Türk ordusu hiç denilecek bir durumdaydı, kalıntıları da yoldan yoksun, demiryolundan yoksun ülkede sağa sola dağılmıştı. Şu generalin üç müttefik, aynı zafer kazanmış büyük devlete karşı en küçük bir girişimde bulunabileceğini düşünmek bile düpedüz saçmalamaktı. İstanbul'daki yüksek komiser baylar anlaşılan kendilerini Doğunun hayallerine kaptırmışlar, hayaletler görmekteydiler.

Barış, daha doğrusu ganimetin bölüşülmesi konusunda hâlâ bir karara varılamamıştı, daha bir süre varılacağa da benzemiyordu. Fakat dış görünüş bakımından da galiplerin cephesinin sağlamlığı hakkında en küçük bir şüphenin ortaya çıkmasına olanak verilmemeliydi.

8 Kasım 1919'da İngiltere Başbakanı Lloyd George, Guild Hall'de büyük bir söylev verip, kasıla kasıla bütün dünyaya Osmanlı İmparatorluğu'na kabul ettirilecek barış antlaşmasının ana ilkelerinde müttefiklerin tam bir görüş birliğine vardığını ilân etti. Görüş birliğine vardıkları, Rumların Ermenilerin ve Arapların oturduğu bütün bölgelerde kötü Türk yönetiminin sona erdirilmesiydi; Karadeniz ve Ege denizindeki limanların bütün milletlere açık bulundurulmasıydı; boğazlar ve limanlar gözetim altında bulundurulacaktı, özellikle boğazlar Prusya militarizminin emri üzerine, buraları müttefiklere kapatmaya kalkışmış bir hükümetin eline teslim edilemezdi.

Diplomat oldukları kadar iyi de adam sarrafı olan Türkler, bu esip gürlemeye pabuç bırakmadılar. Görüşü sorulan eski bir devlet adamı, müttefiklerin bir temsilcisine ''İtilaf devletleri görüş birliğinde olduklarını, insanın gerçekten inanabileceğinden çok daha fazla bir gayretkeşlikle vurguluyorlar'' demişti.

Ancak böylesine bir görüş birliği yine de, İngiltere ile Fransa'nın kısa bir süre önce, Doğudaki manda yönetimlerinin bölüşülmesiyle ilgili olarak yaptıkları anlaşmada görüşülmüştü. Buna göre Fransa'ya, Arap Suriye ve Türk Kilikya veriliyor, karşılığında İngiltere de geri kalan bütün Arap topraklarını, Musul petrol bölgeleriyle birlikte alıyordu.

Bu uzlaşma üzerine İngilizler, Kilikya'da o güne kadar işgal altında tuttukları yerleri boşalttılar; yerlerini Fransız birlikleri aldı. İngiltere-İstanbul ile boğazlar dışında- Türkiye'nin diğer kesimleriyle artık doğrudan ilgilenmediği için, Anadolu'daki işgal birliklerini de geri çekmeye başladı ve iç kesimde yalnız demiryollarının gözetimi amacıyla kontrol subayları bıraktı.

Fransızların bu geniş bölgeyi tam anlamıyla işgal etmeye yetecek kadar kuvveti yoktu. Yardımcı olarak Ermenilerden yararlandılar ve bir Ermeni lejyonu kurdular. Anadolu'dan kovulmuş Ermenilerden binlercesi, Suriye'den geri dönüp, yıllardan beri Türklerin elinde bulunan eski evlerine ve mallarına yeniden sahip oldular. İngiliz işgali altında o güne kadar sakin duran Kilikya'yı birden bir direniş alevi sarıverdi.

Mustafa Kemal, İtilâf devletlerine karşı tehditkâr bir dil kullandığı bir bildiri yayınladı. Bu yeni işgal bütünüyle kesin bir karakter arzediyordu ve mütareke antlaşmasına aykırıydı. Bundan doğacak sonuçların sorumluluğu tümüyle müttefiklere ait olacaktı.

Mustafa Kemal Fransa'nın güçsüzlüğünü biliyordu, onun için de ilk darbeyi indirmekte duraksamadı. Kilikya'ya düzenli Türk birlikleri girdi ve halkın da desteğiyle Fransız işgal kuvvetlerine karşı saldırıya geçti. Artık bu, İzmir'deki gibi çete harekâtı değildi, düpedüz savaştı.

Paris'tekiler şaşkınlıktan donup kalmışlardı. Bu çılgın general büyük devletlerden birine açıkça kafa tutmaya mı yelteniyordu? Hem de bunu müttefikler arasında tam bir görüş birliği olduğu ilân edildikten hemen sonra yapıyordu. Bunu o adamın da, ülkesinin de burnundan fitil fitil getireceklerdi.
10. BOZKIRDAKİ KENT
Batı Küçükasya'yı kuzeyden güneşe kesen büyük demiryolundan, Eskişehir kentinde bir ikinci kat doğuya, Anadolu'nun içlerine doğru ayrılır. Akdeniz ikliminin selvilerle, fıstık çamlarıyla yüze gülen canlı kırları, yeşilliklerin içine gömülü köyler, mor salkımlar ve asmalarla kuşalı, düz damlı, beyaz evler gerilerde kalmıştır. Çıplak tepeler uzanır önünüzde, birbirleriyle kucaklaşıp ufuklar boyunca dalgalanıp duran kıraç tepeler. Hepsi birbirine benzeyen düzlüklerden zaman zaman, kapkara volkanik kayalar ansızın, denizlerin enginliğinde karanlık buzdağları gibi göze çarparak, bulutsuz gökyüzüne doğru sipsivri yükseliverir; çorak toprak yer yer çatlamıştır, kızıl kahverengidir; taşların, çakılların arasında tutam tutam yaban otlar, sıska dikenli çalılar boy atmaya çabalar. Rüzgâr esti mi, toz sütunları yükselip ortalığı süpürür durur; hele sık sık kopan fırtınalardan biri başlamaya görsün, gökyüzü hemen kırmızımsı bir tozla kararıverir. Orda burda yamaçlarda yünlü yumaklardan kümeler göze çarpar: Kar beyazı, ipek parlaklığında postlarıyla o küçük, nazlı keçilerden bir sürüdür bu; çevrelerinde boyunlarına kurt saldırısına karşı sivri çivilerle donatılmış tasmalar takılı, sarı tüylü, iri Anadolu köpekleri nöbet tutmaktadır. Ancak derin vadilerde yorgun akan bir derecik görülebilir, kenarında tek tük akasyalara rastlanır, toprak biraz yeşillenir gibi olur ve sağda solda çavdar tarlaları uzanır; yere yapışmış gibi basık, boz renkli, kerpiç evleriyle köyler çıkar karşınıza; düz damları ve dört köşe yapılarıyla gelişigüzel yan yana konmuş sigara kutularını andırırlar.

Derken bu bitmeyecekmiş gibi tekdüze uzanan bozkır, birden dağ kıvrımlarına doğru yükselir. Bu kıvrımların dik yükselen yamaçları önünde, bir ırmağın çamurlu yatağı yayılır; Sakarya'dır bu, Doğu ile Batı arasında alınyazısını belirleyen son savaş burda yapılacaktır. Buradan sıkı yürüyüşle iki günlük yolda, yerden birden yükselen bir çift tepeye yaslanmış bir kent, İç Anadolu bozkırının kenti vardır: Ankara.

Orada hayat sert ve kısırdır. Yazlar kızgın sıcak, kışlar dondurucudur; bütün yıl boyunca ya kar fırtınası ya da toz fırtınası vardır. Kentin hemen surları önünden başlayan bataklık, geniş çukur ova kötü miyazmaların yatağıdır; sıtma ile dizanteri de gedikli konukları. Halk yoksuldur, kazanç olanakları kısıtlıdır. Kağşamış bağdadî yapı evler, bel vermiş ve eğrilmiş dururlar; hiçbir pencere düzgün değildir, hiçbir kapı da doğru dürüst açılıp kapanmaz. Tek tük taştan evleriyle en iyi görünümdeki Ermenilerin mahallesi, yıllar önce yanmıştır; kentin ortasında geniş bir tören alanı oluşturmaktadır. Her yanda, yıkıntılarda bile, büyük bir geçmişin izleri görünür. Nice halklar, nice kültürler, buraya bir şeyler bırakmıştır: Hititler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular... Kent zaman zaman Haçlıların eline de geçmiştir. Timurlenk Ankara yakınlarında I. Beyazıt'ın Osmanlı ordusunu tam bir bozguna uğrattıktan sonra kent, Moğollar tarafından yakılıp küledilmiştir. Kente egemen kale tepesinin üstünden bakılınca, kentin eski üçlü surlarının bir kısmı hâlâ görülebilir, burası geçmiş kültürlerden çeşitli ören parçalarını sinesinde barındırmaktadır.

Hayat Doğululara özgü ağır kanlılık içinde uyuklar. Yapacak pek az işi olan Türk memurlar, kahvelerin önündeki tahta peykelere oturup hafiften guruldayan nargilelerini ağır ağır içerler. -Üzeri taşlarla, çukurlarla dolu ve bir yağmurda dizboyu çamur deryasına dönüşen toprak yollar olan- caddelerde bir taşra kentinin seyrek trafiği göze çarpar. Yerli kadınlar birkaç yerinden yamalı, kocaman şalvarlar giyerler; başlarına geçirdikleri alacalı geniş örtüler omuzlarını ve kalçalarını kapatır, örtünün bir ucunu yüzlerine doğru çekiştirirler, böylece sadece bir gözleri açıkta kalır; bunlar önleri açık küçük dükkanlarda pek az alışveriş yaparlar, aldıkları da ancak yaşamak için gerekli şeylerdir. Öküzlerin çektiği bir köylü arabası yaklaşır; iki tekerli, ilkel bir arabadır bu, tekerlekleri tek parça ağaç tandır, dingili yağlanmamıştır. Bu ağır taşıtın gacırtısı ve tangırtısı çok uzaklardan duyulur, bütün caddeyi doldurur. Araba ağır salyangoz yürüyüşüyle önünüzden geçer; çıkardığı sesler yavaş yavaş uzaklarda hüzünlü, tek sesli bir nağme gibi yankılanıp kaybolur. ''Kağnı''dır bu, ülkenin başlıca taşıtı; zamanın hiçbir rol oynamadığı bir hayat temposunun pek etkileyici simgesidir.

Böylece nice kuşakları nice kuşaklar izlemiştir. Dünya da olup bitenlere ilişkin pek zayıf dalgalar, bu ücra bozkır kentine kadar ulaşabilmekte, fakat hayatın sonsuz tekdüzeliğinde hiçbir şeyi değiştirmemektedir.

1919 yılının aralık ayında, bir ikindi üzeri, Ankara'nın sokaklarında her zamanki gibi, sağır-dilsiz satıcının çıngırağı duyuldu, birkaç para karşılığı ''Acans'' satıyordu, birkaç yapraklık bir çeşit günlük gazeteydi bu. Telgrafla alınmış kısa haberlere ilk göz atanlar, belirgin bir heyecana kapıldılar; onlara başkaları da katıldı; ellerini kollarını sallayarak konuşan, canlı gruplar oluşuverdi; sağır-dilsizin elindeki gazeteler kaşla göz arasında bitmişti. Çok geçmeden haberi bütün kent öğrenmiş bulunuyordu: Mustafa Kemal, bugünkü Acans öyle bildiriyordu, Sivas'tan yola çıkmıştı, yarın da Ankara'da olacaktı. Herkes biliyordu bu adı, kısaca onu ''Paşa'' diye tanıyorlardı. Köylü halkın gözünde çoktandır bir efsane kişiliği olmuştu; kurtarıcıydı o. Allah, kendisine inananları kurtarmak için, en sıkıntılı bir zamanda onu göndermişti.

Ankara'nın yarım saat doğusunda bir dış semt olan Çankaya vardır, daha yüksekte, daha sağlıklıdır; ateşli hastalıklar buraya daha az ulaşabilmektedir; yüksek memurlarla bazı zenginlerin köşke benzer evlerinin bulunduğu bir yerleşim yeridir. Sivas'tan gelen yol ordan geçer. Yolun iki yakası, ertesi gün sabahın erken saatinden beri, gelecek olanı bekleyen yoğun bir kalabalıkla dolmuştu. Bütün kent ayağa kalkmış gibiydi; çevre köylerden gelenler vardı, davulları ve zurnalarıyla hazır bekliyorlardı. Yakındaki Hacı Bayram Veli dergâhınıdan dervişler de, önlerinde büyük yeşil bayrakları gösterişli bir alay halinde göründüler. O zamanlar kadınlar erkeklerin topluluğuna katılamazlardı; biraz ötede yamaçların eteğinde yan yana dizilmişlerdi. Uzaktan kara renkli ya da alacalı kocaman kuşlara benziyorlardı.

Uzun bekleyiş saatlerinden sonra, uzakta yolun üstünde, giderek yaklaşan bir toz bulutu belirdi. Bir otomobil patırtılar çıkararak yaklaştı, savaştan kalma, her an son nefesini verecekmiş izlenimi veren, tangır tungur, astımlı bir arabaydı bu. Ve içinde ''Paşa'' oturuyordu; pek gösterişsiz, hayallerde tasarlanan pek bambaşkaydı.

Sade bir spor giysi vardı üstünde; hiçbir süsü, hiçbir silâhı yoktu, oysa oralarda her köylü bir silâh taşırdı, sadece ellerini dayadığı kalın bir bastonu vardı. Kendisinde eski Doğu'yu hatırlatan tek şey, koyu renk astragandan yüksek kalpağıydı. Bu kalpak şimdi Anadolu millî hareketinin simgesi olmuştu. Fakat belki de hiçbir şatafatlı yanı bulunmadığı için, havanın kavurduğu, esmerleşmiş yüzü çok daha etkileyici şekilde göze çarpıyordu. Bu yüzde büyüleyici, çekici bir şeyler vardı; enerji fışkırıyordu her yanından; bu yüze her şeyi göze almanın, fedakârlığın en büyüğünü yapmanın kararlılığı çizilmiş gibiydi; aynı zamanda güven, cesaret telkin ediyor, hayranlık, bağlılık uyandırıyordu. ''Allahın bize bir ihsanı'' diye fısıldaştı köylüler; bu sırada alkışlar, müzik, haykırışlar ortalığı çınlatıyordu, bu sesleri kadınların en tiz perdeden hoşgeldin çığlıkları bastırmaktaydı.

***

Mustafa Kemal, olayların ağırlık merkezi giderek batıya kaydığı için, karargâhını Ankara'ya nakletmişti. Bu kent hem merkezi, hem güvenli yerdeydi, ayrıca demiryolu bağlantısının son istasyonuydu; tek hatlı bir demiryolu Anadolu'yu kuzeyden güneye aşan büyük hatta bağlantılıydı. Böylece batı ve güney cephelerine daha yakınlaşılmış oluyor, başkentle de doğrudan bağlantı kuruluyordu - şu anda en önemli olan da buydu- çünkü oyunun bundan sonraki perdesinin orada, İstanbul'da oynanması gerekiyordu.

Yeni meclis için yapılan seçimler beklenen sonucu vermişti; milliyetçiler büyük bir çoğunluk elde etmişlerdi. Liberaller, Damat Ferit Paşa partisi tek bir temsilci bile çıkaramamıştı. Bu arada Mustafa Kemal de milletvekili olmuştu, fakat ilerisini görebildiğinden başkente gitmek istemiyordu. Milliyetçi grupla Ankara'da bir hazırlık toplantısı yaptı, gerekli direktifleri verdi ve meclise katılmamasına rağmen kendisini başkan seçmelerini istedi. Rauf Bey grubun parti lideri olarak görevlendirildi.

11 Ocak 1920'de İstanbul'da son Osmanlı Parlamentosu padişah adına okunan bir söylevle açıldı. Mustafa Kemal için çok kritik bir aşamaydı bu.

Kendisi milletvekili seçimlerini yaptırmış ve bunu milletin yasal temsili olarak tanımıştı. Böylece devrimin merkezi Heyet-i Temsiliye, varoluşunun yasal dayanağını kaybetmiş oluyordu; bundan böyle ancak parti örgütü sıfatıyla bir geçerliliği olabilirdi. Söz şimdi meclisindi. Eğer meclis onun yönetiminden çıkar ve kendi bildiği yola giderse, o zaman hareketin dizginlerini elden kaçırmak ve hedeflerine ters düşen bir dümen suyuna girmek tehlikesi vardı.

Daha ilk günden Anadolu milletvekilleri, İstanbul'un etkilerine hemen kapılıverdiler. Büyük çoğunluğuyla meclise yön verebilecek olan milliyetçi grup, Paşanın istediği ve parti arkadaşlarının da telkin etiği kararlılıkla ortaya çıkmadı. Mustafa Kemal'in diktatörce başına buyrukluğuna karşı kuşkular ağır basmıştı. Onun direktiflerine uyulmadı, nitekim -Rauf Bey'in telkiniyle- Mustafa Kemal'i değil de, millîcilerden renksiz birini başkan seçtiler (*).

Bununla birlikte meclis, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin en önemli kararını, yani Misak-ı Millî'yi bir bildiri halinde saptayarak kabul etti. Fakat bu daha çok şeklen bir karardı; tartışmalara ve ödünlere hayli açık kapı bırakıyordu. Milletvekilleri genellikle anlaşma ve uzlaşmaya eğilimdiydiler, önderin radikalizmini anlamış değildiler. Aslına bakılırsa kendilerini öteden beri huzursuz eden devrimci havadan sıyrıldıkları için de sevinçliydiler.

Müttefikler Türk hükümetine resmen verdikleri notada, İstanbul ve boğazların sultanın egemenliğine bırakılacağını bildirdiler; aslında Türklere karşı bir lütufta bulunmaktan çok, sıkıntılı bir konuya çözüm bulmaktı bu, çünkü büyük devletlerden hiçbiri diğerlerinin bu kilit noktalarda üstünlük kazanmasını istemiyordu.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə