Avrupa ile asya arasindaki adam


Böylece uzlaşma kabinesiyle de hiçbir olumlu adım atılamamış oluyordu. Resmî hükümet yine yerinde kaldı, fakat kolları başkent çevresinden öteye uzanamıyordu



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə8/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Böylece uzlaşma kabinesiyle de hiçbir olumlu adım atılamamış oluyordu. Resmî hükümet yine yerinde kaldı, fakat kolları başkent çevresinden öteye uzanamıyordu.

Vahidettin, Lloyd George'un deyişiyle ''Vatikan'daymış gibi'' Yıldız Sarayında oturuyor, tasalı günler geçiriyordu. İngiliz süngüleri gerçekten titiz bir destektiler, ancak pek bir işe yaramıyorlardı. Padişahlık iktidarı her geçen gün biraz daha azalıyordu, Balzac'ın ünlü öyküsündeki deri gibi duruma uğramaktaydı.

Müttefikler tarafından da durum iç açıcı görünmüyordu. Fransa daha baştan beri Sèvres barışından pek hoşnut kalmamış ve anlaşmayı yüzünü ekşiterek onaylamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasından aslan payı İngilizlere düşmüştü. Fransa ise Suriye ve bir Danaos(*) armağanı olan Kilikya'yla yetinmek zorunda kalmıştı. İngiltere şimdi de Yunanistan'ı kılıcı gibi kullanarak, öteden beri Fransa'nın hakkı olan Yakındoğu'da daha fazla etkinlik elde etmeyi garantilemek istiyordu. Uğranılmış bu kaybı gidermek için, Taymis kıyısındaki dostlardan, hiç değilse Ren sınırıyla ilgili Fransız plânlarını kabul etmeleri beklenirken, Londra'daki baylar buna da kulaklarını tıkamışlardı.

Şu sırada savaş ortaklarının arasına belirgin bir soğukluk girmiş bulunuyordu. Hatta Paris'te kamuoyunda Ankara'nın lehine açıkça bir değişme göze çarpmaktaydı. Türklere olan eski sempati birdenbire yeniden keşfedilmişti; millî varlıklarını korumak için giriştikleri cesur mücadele, Fransızların yurtsever yüreklerini coşturuvermişti. Artık öteden beri söylenen ''yenilene gık bile dedirmemeli'' lafı yoktu, aksine ona hoşgörülü davranmak ve umutsuzluğa sürüklememek gerektiğinden söz ediliyordu. Pierre Loti, Doğu'nun bu romantik dostu sesini yükseltiyor ve sevgili Türklerini överek göklere çıkarıyordu. Oysa kısa süre öncesine kadar aynı Türkleri Asyalı vahşiler ve alınlarına türlü gaddarlıkların lekesi sürülmüş barbarlar diye tanımlıyorlar, Hristiyanlar üzerinde egemenlik kurmaya kalkışmalarını Avrupa'nın yüz karası sayıyorlardı.

İtalya'nın yüreği ise çok daha yanıktı. Akdeniz'de Yunanistan'ın etkinlikten yana üstünlük kazanmasını asla kabullenemezdi. Üstelik Venizelos'a yaptıı savaş yardımı için bağışlanan Batı Küçükasya'daki topraklar, doğrudan doğruya İtalyan çıkar alanının aleyhine bir genişlemeyi içeriyordu. Fransa'nın, özellikle de İtalya'nın hatırının sayılması zorunluluğu, Yunan ilerleyişinin niçin durdurulduğunu da açıklar niteliktedir.

Bütün bunlara -hiç umulmayan ve Ankara için gökten inme bir armağan gibi görünen- bir siyasal değişim eklendi, üç büyük devletin arasındaki ahenksizliği biraz daha keskinleştirdi.

Venizelos Dünya Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin yardımıyla Kral Konstantin'i tahtından uzaklaştırmış, kralın ikinci oğlu Aleksandr'ı tahta çıkarmış ve kendisi de diktatörce bir iktidar elde etmişti. Şimdi, Sèvres barışının imzalanmasından sonra, serbest seçimlerle daha önce gerçekleştirilmiş bu zorbaca oldu-bittiyi Yunan halkının oylarıyla meşru duruma getirilmesi gerekli görülmüştü.

Kral Konstantin'in yandaşları seçim mücadelesinde etkin bir kampanya yürütmüşlerse de, kazanma şanslarının olabileceği pek sanılmıyordu. Venizelos uzun süre ayrı kaldıktan sonra ülkesine dönmüş, coşkun bağlılık gösterileriyle karşılanmış ve ''vatanın babası'' diye selamlanmıştı. Stadyumda yapılan çok görkemli bir törende Kral Aleksandr, altından yapılmış bir zafer çelengini Venizelos'un başına takmıştı.

Her şey en iyi şekilde yolunda görünüyordu. Fakat genç kralı bir maymun ısırıverdi, birkaç gün sonra da kral kan zehirlenmesinden öldü. Venizelos krallık tacını Konstantin'in üçüncü oğlu Prens Paul'a sundu, fakat prens reddetti, kendisi tek bir meşru hükümdar tanıyordu, o da babasıydı. Böylece Yunan halkı iki şıktan birini seçmek durumuyla karşı karşıya kaldı: Venilezos'u ya da Konstantin'i.

Ve halkın kararı sevilen eski kraldan yana oldu. Venizelos'un partisi tam bir yenilgiye uğradı; öyle ki kendisi bile kendi seçim bölgesinden seçilemedi. Venizelos yurt dışına gitti. Konstantin geri çağrıldı.

Kral dönüşünü halkın açıkça dile getirmiş olduğu iradesine dayanarak yapmaktaydı. Yunanlılar Batılı devletlerin bütün ısrarlı uyarılarına rağmen kararlarından dönmemişlerdi; genel oylama Konstantin için ezici bir zafer olmuştu. Quai d'Orsay tarafından yönetilen Paris basını hep bir ağızdan nankör Yunan halkına ve savaşta Almanlara sempati göstermeye kalkışmış menfur Konstantin'e karşı bir verip veriştirme konserine başladı. Bu coşkun feveran, Fransız politikasnıdaki yeni Türk dostu doğrultusu için, çoktandır istenilen bahaneyi maskelemeye yarıyordu.

Aynı günlerde Amerikan halkı da başkanlık seçimleriyle Wilson'un politikasını reddediyor ve iradesini Avrupa'nın Yakındoğu'nun işlerinden uzak kalmak şeklinde belirliyordu.

1920 yılının sonlarında müttefiklerin durumu iyice batağa saplanmış bulunuyordu.


11. SAKARYA
Kral Konstantin'in sadık halkının eliyle tacını ve hükümdarlık asasını geri almasından birkaç hafta sonra -Atina'ya törenle girişinde, kısa süre önce Venizelos'un, vatanın babasının geleşinde olduğundan hiç de daha az coşkuyla selamlanmış değildi- şaşırtıcı bir haber bütün Doğu dünyasında çalkalandı.

Müttefiklerarası yüksek kurul Doğu sorunlarına bir çözüm bulmak amacıyla, Türkiye'yle Yunanistan'ın da katılacağı bir çözümü bulmak amacıyla, Türkiye'yle Yunanistan'ın da katılacağı bir konferansın Londra'da toplanmasını kararlaştırmıştı. Diplomat işi çetrefil bir ifade verilmesine rağmen bu, bir zamanlar galiplerin kutsal ve el dokunulmaz olarak ilân ettikleri barış esaslarında az ya da çok düzeltmeler yapılacak demekti. Böylece Sèvres antlaşması daha hiç yürürlüğe girmeden tartışma konusu durumuna getirilmiş oluyordu.

Belki bundan da şaşırtıcı bir haber, Osmanlı hükümeti delegelerinden başka Mustafa Kemal'in ya da onun yetkili kılacağı kimselerin konferansa katılmalarının istenmesiydi. Müttefikler bu koşulu açıkça vurgulamışlardı.

Ankara'daki korkutucu adam Londra ve Paris'teki büyük patronlara yeniden zorlu tasalar hazırlanmaya başlamıştı. İngiliz - Yunan cephesinin perde arkasında, Küçükasya'nın içlerinde neler tezgâhlandığını kimse bilmiyordu. Moskova'yla ittifak yapılması Batı güçlerinin tüylerini diken diken etmişti. O güne kadar kendisine hiçbir şans tanınmayan bir maceracı, sonu bilinmez umutsuz işlere kalkışmış bir asker, Türklerin bir çeşit Kapp (*) darbecisi gözüyle bakılan kimse, şimdi birinci sınıf bir devlet adamı olarak ortaya çıkıyordu. Yaptığı devrim öylesine kesinlik kazanmıştı ki, daha kimse ne olduğunu sezemeden onu ülkenin efendisi durumuna getirmişti. İktidarı zorla ele geçirmiş bu adamın ordusu da, ilkönceleri sanılmak istendiği gibi pek öyle düşük değerli de görünmüyordu artık. Fransızlara karşı Kilikya'da yaptığı savaşlar ile başarılı Doğu seferi bir yana, kısa bir süre önce de gücünü, şüpheye yer bırakmayacaka şekilde kanıtlamış bulunuyordu. Yunanlılar birkaç tümenlik bir kuvvetle Bursa'dan Eskişehir üzerine yürümüşlerdi, amaçları bu önemli demiryolu kavşağını ele geçirmekti. Fakat İsmet Paşa saldırıyı durdurmuş ve Yunanlılar tekrar geri çekilmek zornuda kalmışlardı. ''Birinci İnönü Savaşı'' denilen bu savaşı Türkler biraz abartarak büyük bir zafer olarak gösterirler; psikolojik bakımdan böyle göstermeleri de kesinlikle doğrudru.

Yunan kılıcının başarısızlığı can sıkıcı bir durum yaratmıştı. Bu da İtilaf devletlerinin böğründe bir delik açılması tehlikesini doğrumuştu, bu delik kolayca esaslı bir yarık haline de dönüşebilirdi. Fransa ile İtalya, Büyük Britanya'nın koruyucu kanadı altında büyük bir Elen devleti ülküsüne var güçleriyle karşı çıkıyorlardı. Artık kötü bir korkulu rüyaya dönüşmüş bulunan Doğu sorununun olabildiğince çabuk çözümlenmesi ve kesinlikle giderilmesi gerekmekteydi. Ankara'daki şu Paşa, zor kullanılarak yola getirilmediğine göre, kendisini diplomatik yoldan elde etmek için, şimdi onu konferans masasına oturtmak istiyorlardı. Batının yüce kudretlilerinin, asi generalle görüşmeyi kabul etmek lütfunda bulunmaları bile, öylesine büyük bir onur ki, bu onurun parıltısı karşısında onun gözleri kamaşacak ve bu da uysalca boyun eğmesine yetecekti; gerisini de Sèvres antlaşmasında yapılacak birkaç küçük düzeltme tamamlayacaktı.

Padişah hükümeti bu Londra çağrısından, Ankara'yla yeni bir uzlaşma ortamı bulmak için yararlanmak istedi. Yaşlı sadrazam Tevfik Paşa, İtilaf devletlerinin konferans çağrısını Mustafa Kemal'e bildirirken, devletin yüce çıkarları açısından her iki Türk heyetinin tek bir programla ve birlikte Londra'ya gitmesi gerektiğini belirtti. Bu gerçekleştirilirse, birleşmeye doğru ciddi bir adım atılmış olurdu. Tevfik Paşa kaygılarını dile getiren, etkileyici sözlerle, ülkedeki bu uğursuz bölünmeye bir son verilmesini, padişahın kardeşçe uzattığı elin geri çevrilmemesini rica etti.

Mustafa Kemal verdiği cevapta, İtilâf devletlerinin bir yanılgı içinde bulunduklarını bildirdi. Ne şekilde olursa olsun artık İstanbul'da bir hükümet yoktu. Ülkede egemen ve meşru tek güç Ankara'daki Millet Meclis'iydi. Bu bakımdan çağrının doğruca buraya yapılması gerekliydi. Ne var ki kendisi de bir an önce İstanbul'la bütünleşmek istiyordu ve bu amaca kolayca erişilebilirdi. Bunun için padişahın yayınlayacağı kısa bir iradeyle, Ankara'daki Millet Meclis'ini, ''saltanat ve hilafetin dokunulmazlığını ana ilke olarak kabul etmiş'' bu meclisi resmen tanıması yeterdi. Ankara hükümeti halk temsilcilerinin kararlarına bağlı ve buna göre hareket eden bir kuruluş olduğundan, ne yazık ki başka türlü davranabilecek durumda değildi. Mustafa Kemal bu açıklamalarını, bilgi edinmesi için sadrazam paşaya, Meclis'in yeni kabul ettiği anayasadan bir adet göndererek bir anlamı kalmıyordu. ''Fakat eğer padişah'' -burda ilk kez Mustfa Kemal son hedefine açıkça değiniyordu- ''bu öneriyi reddederse, o zaman tahtının sarsılması tehlikesi belirebilir. Şimdiden bildiririz ki'' -burada tehditkâr bir edayla devam eder- ''bu konuda bütün sorumluluk, şimdiden kestirilemeyecek sonuçlarıyla birlikte doğrudan doğruya majestelerine ait olacaktır''.

Bu arada Millet Meclisi geçicilik durumunun sınırlarını aşarak, yeni bir anayasa hazırlayıp kabul etmişti. Yeni Türk devletinin bu ilk temel yasasının doğumu dokuz ay sürmüştü. Meclis görüşmelerinde ikide bir takılıp duraklamalara yol açan engel, her zamanki gibi saltanat sorunuydu. Saltanat ve hilafet henüz varlığını sürdürüyordu ve o günlerde kimsenin aklına bunları ortadan kaldırmayı istemek gibi bir düşünce gelmiyordu. Büyük çoğunluk geçicilik karakterini muhafaza etmek ve ülkenin kurtuluşundan sonra en yüksek iktidarı, meşrutiyet yaldızıyla birlikte padişahın eline geri vermek eğilimindeydi.

Şimdi ise Mustafa Kemal'in taktik ustalığı sayesinde halk temsilcileri cumhuriyet rejimine özgü temel ilkeleri kararlaştırmışlar, kutsal kurumlara dokunmamakla birlikte padişah-halifenin altından ayağının bastığı zemini çekmişlerdi. 20 Ocak 1921 tarihli yeni anayasaya göre bütün devlet iktidarı kısıtsız ve koşulsuz millete devrediliyordu. Egemenlik halkındı ve bu halkın da tek organı Millet Meclis'ydi. O güne kadar padişahın yürüttüğü bütün yetkiler şimdi meclisin olmuştu: Savaş ve barış yapmak, dış temsilcileri atamak ve kabul etmek, ittifaklar ve antlaşmalar imzalamak... Ana çizgileri böylesine açıkça belirlenmiş bir cumhuriyette, bir hükümdarın ne işi olabileceği konusu ise karanlıkta kalmıştı. Böyle bir konuda halk temsilcilerinin nasıl olup da ikna edildikleri dikkate değer bir olgudur. Kırgınlığa neden olabilecek bir sorun, padişahın durumu şimdilik kaydıyla tartışma dışı bırakılmış, daha sonra bir esasa bağlanması kararlaştırılmıştı. Burada gözümüze çarpan, Türklerin alıştıkları eski bağlarından sıyırabilmek için önderin kullanmak zorunda kaldığı çaprazlı satranç hamleleri ve çok büyük çabalarıdır.

İstanbul hükümeti, Ankara'nın isteği üzerine kendiliğinden görevi bırakmaya razı olamazdı, böylece birleşme de gerçekleşemedi. Her iki hükümetin, Osmanlı ve Türk hükümetlerinin delegeleri ayrı ayrı yollardan Londra'ya gittiler. Müttefikler, düzenledikleri konferans yine sadece cılk bir yumurta ortaya koymasın diye, Türkiye'deki gerçek iktidar ilişkilerini hesaba katmayı zorunlu görmüşler ve Ankara'ya da sonradan doğrudan doğruya bir çağrı yollamışlardı. Mustafa Kemal onların başka türlü hareket edemeyeceklerini önceden bilmiş ve böylece olguların zorlamasıyla devrim hükümetinin hiç değilse fiilen tanınmasını sağlamıştı.

Fakat elde ettiği çok daha fazla oldu. Konferansın ikinci günü Batılıların şaşkın bakışları altında, her iki Türk heyetinin delegeleri birlikte göründüler ve tam bir uyum içinde yine bir arada yerlerine oturdular. Oysa bu iki heyetin birbirlerine karşı kedi ile köpek gibi oldukları sanılıyor; daha doğrusu böyle olmaları bekleniyordu. Sadrazam Tevfik Paşa konuşmak üzere ayağa kalktı ve heyet başkanı sıfatıyla sözü Ankara'nın gönderdiği heyetin başkanı Bekir Sami Bey'e bıraktığını, onun her iki heyet adına konuşacağını söyledi. O andan itibaren İstanbul susmuş oluyordu. Hem de bir daha konuşmamacasına.

Üç büyük patron: Lloyd George, o zamanki Fransız başbakanı Briand ve İtalyan Kont Sforza, birbirine düşman bu iki parti arasında konferans dolayısıyla bir uzlaşma sağlandığı sanısındaydılar. Barış antlaşmasında esaslara pek dokunmadan, bazı ufak tefek yumuşatmalar yapmaya hazırdılar; Türklere yutturulacak hapların yaldızlanması gerekiyordu. Türklere bazı ödünler verilecekti, bunlar da önemli ölçüde Yunanistan'dan bir şeyler kırparak verilecekti. Fakat bu değişikliklerin önceden Türkler ve Yunanlılar tarafından kabul edilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Türk heyeti ilk olarak Anadolu'nun boşaltılmasını istedi, Türk millî tezinin esası olan ve Mustafa Kemal tarafından barış için temel alınması gereken bir program olarak nitelendirilen Misak-ı Millî'yi açıkladı. Yunanlılar ise ne değişikliği, ne de Anadolu'yu boşaltmayı kabul etiler. Konferans olumlu sonuç vermezse, barış antlaşmasını Türklere zorla kabul ettirecek güçte olduklarını belirttiler. Nitekim konferans bir sonuç elde edemeyerek dağıldıktan hemen sonra da, ordularını yeniden saldırıya geçirttiler.

Bu sefer gelişip serpilen bütün genişliği ve korkunçluğuyla gerçek savaştı. Yalnızca iki ordu değil, iki millet, bu dünyada ancak ikisinden birine yer varmış gibi, garip bir yoketme öfkesi ve gaddarlıkla, öldüresiye bir hor görme ve kinle birbirinin gırtlağına yapışmıştı. Türk varolabilmek için dövüşüyordu; apaçık ve düpedüz bir nedendi bu ve bu neden oha direnmede sebat etmek, iki omuzu da yere yapıştırıldığı halde yine tekrar ayağa fırlayabilmek gücünü vermekteydi. Yunanlıları ise bir çeşit Haçlı Seferi ruhu sarmıştı. Kendilerini Batı dünyasının bayraktarı olarak görüyorlardı. Avrupa kültürünü, Türkler gelmezden önce parlak bir uygarlığa sahip olmuş Önasya'ya yeniden getirmek düşüncesinin heyecanı içindeydiler. Onlara sanki Pers Savaşları çağını yeniden yaşıyorlarmış gibi,sanki Yunanistan Asyalığı Avrupa'nın eşiğinden geri püskürtmek görevini yeniden üstlenmiş geliyordu. Ayrıca daha başka, daha yüksek bir ödül de göz kıpmaktaydı: Anadolu savaş meydanlarında Büyük Konstantin'in kurduğu kentin tekrar Hristiyan yapılıp yapılmayacağı da belirlenecekti. Çok eski bir kehanet vardı: Eğer karısının adı Sophie olan, Konstantin adlı bir kral gelirse, o zaman Bizans devleti yeniden dirilecekti. Konstantin ile Kraliçe Sophie'nin geri çağrılmalarının nedenlerinden biri de belki buydu. Kehanet gerçekleşecekmiş gibi görünmekteydi.

Yunan Türk dövüşü trajedisi üç perde olarak oynandı ve bir buçuk yıl sürdü.

1921 ilkbaharının başlarında Yunan orduları bakomutanı General Papulas, kuvvetlerini bir saldırı beklemeyen Türklere karşı çok hızlı şekilde harekete geçirdi. Kral Konstantin de orduyla birlikteydi. Hedef kuzey-güney doğrultusunda uzanan büyük Anadolu demiryolunu ele geçirmekti. Bunun sağlanmasıyla Türkler ellerindeki son üssü de yitirmiş olacaklardı.

Yunanlıların güney grubu ülkenin iç kesimlerine dalarak Afyonkarahisar'a saldırdı. Cephenin güney kesimine komuta eden Refet Paşa, durumu enine boyuna soğukkanlılıkla tartan bir strateji ustası olmaktan çok, atakk bir süvari generaliydi; geri çekilmek ve demiryoluyla birlikte Afyonkarahisar'ı da düşmana terketmek zorunda kaldı. Böylece burda Yunanlılar hedeflerinin birinci hamlesini başarıyla sonuçlandırmış oluyorlardı.

Yunanlıların kuzey grubu ise karşısında inatçı İsmet Paşa'yı bulmuştu. Yüzünden neşeli gülümsemesi eksik olmayan, bu ufak tefek adam, Ankara hükümetinin en iyi generallerinden biriydi ve öyle kolay kolay soğukkanlılığını kaybetmezdi. Yunanlılar bütün güçleriyle üç kere saldırıya geçtiler, üç kere püskürtüldüler. Eskişehir dolayında İnönü'de Ankara kuvvetleri ikinci kez zafer kazanmışlardı. Yunanlıların güney grubu Afyonkarahisar'da kazandıkları başarıdan sonra, kuzey doğrultusunda yön değiştirip İsmet Paşa'nın güney kanadına ve arkasına doğru harekete geçmeyi, böylece kesin sonuca ulaşmayı akıl edemediler. General Papulas savaşı kesmeyi, Afyonkarahisar'ı terkedip orduyu savaş başlamazdan önceki durumuna getirmeyi zorunlu gördü. Fakat Türkler de kuvvetten düşmüşlerdi, yerlerini bırakıp düşmanı kovalamaya kalkışmadılar ve Yunanlıları rahatsız edilmeden geri çekilmelerine ses çıkarmamak zorunda kaldılar.

Bu birinci rauntta kesin bir sonuca varılabilmiş değildi. Her iki hasım ilk önce yeniden soluklanmak gereğini duymuştu. Türkler safında şansı pek yaver gitmemiş olan Refet Paşa görevden alındı. Komutayı bırakmak zorunda kaldı ve tedavi girmesi bahanesini ileri sürerek, küskün bir halde Kastamonu ormanlarına çekildi. İsmet Paşa bütün Batı cephesinin komutasını üstlendi.

Büyük devletler, sempatileri çarpışan taraflar arasında bölüşüldüğü ve kavgaya doğrudan karışmaları da söz konusu olamayacağı için, yapabilmeleri için kendilerine ne kalmışsa onu yaptılar, seyirciler tribüne geçip oturdular. Başka bir deyişle, Yunan-Türk çatışmasında tarafsızlıklarını resmen ilân ettiler. Aslında bu, barış antlaşmaları dikte ettirerek cihangirlik taslayanların, umduklarının tam tersi bir duruma düşerek iktidarsızlıklarını kabul etmeleri demekti. İngiliz dostları tarafından en kritik anda yüzüstü bırakılan Yunanistan, bir kere başlamış olanı, umulan mutlu son doğrultusunda yürütmekten geri duramazdı. Nitekim Britanya kabinesinin resmen yaptığı, fakat kuşkusuz pek de ciddi olmayan arabuluculuk önerisini reddettiler.

İngiliz, soğukkanlı sakinliğiyle olayların bundan sonra nasıl gelişeceğini seyre koyulmuştu. Koltuğunda kaykılmış, uzun bacaklarını önündeki masanın üstüne koymuş, bu işler aslında pek umurunda değilmiş de, aşağıdaki Anadolu arenasında yapılacak ikili dövüş, sanki kendisini yalnız bir spor karşılaşması kadar ilgilendiriyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Telaşla atılmış adımlarla bir kez çıkmaza saplanmış durumları, tekrar rayına oturmaya kalkışmak, zaten oldum olası onun yaptığı bir iş olmamıştır. İşler nasıl olsa ya o tarafın, ya da bu tarafın ağır basmasıyla kendiliğinden durulacaktır. İngiliz, kendi saatinin geleceğini bilmenin güveni içinde bekleyebilir.

Fransa, her zamanki gibi huzursuz ve telaşlıdır; hep acaba geç mi kaldım, acaba umduğum dağlara kar mı yağacak kaygıları içindedir; bu yüzden de İngiliz müttefikinin çaresizliğinden, onu Yakındoğuda geri plâna atmak için yararlanmak istedi ve el altından alelacele girişimlerde bulundu. Görüşmelerde bulunmak üzere yeni bir arayıcıyı, Bay Franklin Bouillon'u Ankara'ya gönderdi. İtalya da Fransa'dan geri kalmak istemedi; kendiliğinden Antalya bölgesinden vazgeçti, bütün işgal kuvvetini Küçükasya'dan geri çekti ve millî hükümetle görüşmelere başladı.

O günlerde Mustafa Kemal dış düşmandan başka, bir de Millet Meclisinde giderek büyüyen muhalefetle de uğraşmaktaydı. Parlamentonun dayandığı ortaklaşa taban, kökende yalnızca Misak-ı Millî olmuştu; bu da temel çizgileriyle kesinkes belirlenmiş bir programdan çok, genel ilkeleri içeriyordu. Temel formüllerin yorumu ve uygulanması doğrultusunda atılan ilk adımda -doğal olarak- birbirine aykırı çeşitli akımlar ortaya çıkmış, bunlar yavaş yavaş partiler şeklinde billurlaşmışlardı.

Bunlardan hiç de önemsiz olmayan bir grup, dışişleri bakanlığı yapmış bulunan Bekir Sami Bey'in önderliğindeydi; ılımlılar diye adlandırılabilecek bu hizip, derhal barış yapılmasından ve İtilaf devletleri karşısında alttan alınmasından yanaydı. Fransa da İtalya'nın kolaylıklar göstermesi, uygun bir uzlaşma yapılması şansını artırıyordu. Sonucu çok şüpheli görünen bir savaşı sürdürmek, bitkin düşmüş ülkeyi büsbütün mahvedecekti. İnat ederek milletin varlığını toptan tehlikeye atmaktansa, bazı noktalarda baş eğmek daha doğru olurdu. Bu grubun yanı sıra çeşitli görüşleri ve hedefleriyle ayrıca dört, beş grup ya da grupçuk daha vardı; bunların bir kısmı, önderliğe çok daha layık olduklarını sanan bazı kişilerin çevresinde toplanmış hiziplerdi.

Başlıca zorluk ve en ciddi görüş ayrılığı kendisini anayasada, daha doğrusu boşlukta bırakılmış bulunan saltanat sorununda gösteriyordu. Bu konuda muhalefet tehikeli olabilirdi, çünkü aslında bütün ülke ve ordunun büyük kesimi arkalarındaydı. Daha çok parlamentonun dışında bulunan, bu saltanat yanlılarının önderi General Kazım Karabekir Paşa'ydı. Nitekim bir yazıyla Mustafa Kemal'i, saltanata dokunulmaması konusunda açıkça uyarmıştı. Yeni anayasanın, demişti, hükümet şeklinde böylesine bir köklü değişiklik hakkında tüm ülkenin görüşü alınmadığı sürece, hiçbir geçerliliği olamaz. Sonra da tehdit edercesine yazısını şöyle bitirmişti. ''Bir cumhuriyet hükümeti kurulmasını, her ne pahasına olursa olsun engellemeyi kendime amaç edinmiş bulunuyorum''.

Korktukları şey hep aynıydı: Mustafa Kemal padişahlığa kendisi yükselemezse, diktatör olabilmek için saltanatın başını saf dışı etmek isteyecekti. Onu ölçüsüz bir yükselme hırsına kapılmış sanıyorlar ve iktidara ulaşmak çabasını da yalnız bununla açıklıyorlardı. Kazım Karabekir Paşa bütün ordunun saydığı bir kişiydi, sözünün ülkede büyük ağırlığı vardı. Böyle biri elbette hasım yapılmamalıydı, en azından şu günler böyle bir tutum için hiç de elverişli değildi. Mustafa Kemal kendisine bir yazıyla cevap vererek, anayasanın kesin ve son şeklini almış bir şey olmadığını, sadece demokrasi ilkelerini yönetime getirmekle sınırlı kaldığını belirtti. ''Bu yasa'' diyordu, ''Cumhuriyet düşüncesini ifade eden hiçbir şey yoktur. Saltanatın yerini yakında bir cumhuryet rejiminin alacağı yolunda, bazı kimselerin ileri sürdüğü görüşler ise, tümüyle ham hayal ürünüdür''.

Düpedüz kandırma manevrasıydı bu, böyle davranmakta da yerden göğe haklıydı, zorunluluklar itiyordu onu bunlara. Dürüst asker mizaçlı Kazım Karabekir Paşa'nın rahatlamasına da bu kadarı yetmişti, ancak çok sonraları kendisinin aldatıldığını farkedecektir.

Mustafa Kemal fakat Millet Meclisi'nde kesinlikle güvenilecek bir çoğunluğun desteği olmaksızın, cumhuriyete doğru asla adım atamayacağını anlamış bulunuyordu. Parlamentodaki yılgın bölünmelere karşı çıkmak zorundaydı, rasgele oylamalara bel bağlayamazdı ve giderek büyüyen karşı akımın önüne bir baraj dikmesi gerekiyordu. Bundan dolayı meclis içindeki yandaşlarını, kesinlikle buyruğu altında tutacağı bir çeşit parti örgütü halinde bir araya getirmeye karar verdi. Daha önceki derneğin adına benzetilerek, ''Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Grubu'' adını alan bu grup, meclisin radikel kanadını oluşturdu. Programı şuydu: Saltanatı kaldırmak (bu amaç şimdilik maskelenerek ifade edilmişti) ve milil hedefe tam olarak erişilinceye kadar mücadeleyi sürdürmek.

Savaşlar arasına rastlayan bu dönemde, Ankara İstiklal Mahkemesi, Mustafa Sagir adlı kibar bir Hintli aleyhine açılmış, biraz garip bir suikast davasına baktı. Bu adam, o günlerde Türk milliyetçilerinin lehinde çabalar harcayan ''Hint Hilafet Komitesi''nin sözde temsilcisi olarak Ankara'ya gelmişti. Bundan dolayı kendisi saygıyla karşılannmış, hele Hilafet Komitesi'nın Ankara'nın kullanması için gönderdiği birkaç milyon İngiliz lirasının yolda olduğunu söylemesi üzerine; bu saygı daha da artmıştı. Fakat bu milyonlardan ses seda çıkmadığı gibi, anlattıklarında da bazı şeylerin doğru olmadığı izlenimi uyanmıştı. Kendisini kuşkulandırmadan yazışmaları incelenmiş, kısmen gizli mürekkeple yazılmış mektuplardan, İstanbul'daki İngiliz haberalma örgütüyle bağlantılı bulunduğu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlaşılmıştı.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə