Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə7/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

***

Sultan Vahidettin ile eniştesi Damat Ferit, asi generalle ''yardakçılarını'' yalnızca lânetleme yağmuruna tutmakla yetinmediler. Zaman, ayaklanmanın yuvasına karşı eyleme geçmeye ve sahte peygamberler tarafından kandırılmış kulları, eskisi gibi zatı şahaneye karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye ve itaata sevketmeye elverişli görünüyordu. Yüksek komiserler de, Türklere vermek istedikleri dersin amacına ulaşamadığı anlamış olacaklar ki, padişah çoktan beri isteyip durduğu izni vererek, onu silâhlı güç kullanmakta serbest bıraktılar.

Anadolu'daki asilere, kesin sonuç alınacak bir darbe indirmek için, büyük çapta hazırlıklar yapıldı. Padişaha sadık subayların komutasında, halife ordusu diye bir silâhlı kuvvet oluşturuldu ve başkentten Küçükasya'nın kuzeybatısına doğru yola çıkarıldı. Çerkez asıllı Anzavur adında, gözüpek bir çetebaşı, padişah ordusunu güçlendirmek için bir sürü gönüllü birlikler kurdu. Ayrıca Kürt'lerin bulunduğu bölgelere ajanlar gönderilip buradaki oymaklar ayaklandırıldı. Bütün ülke, tahtın ve mihrabın savunulmasına davet edildi. Padişaha bağlılık duygusu öylesine sağlamk kök salmış ve halifenin buyrukları öylesine kutsal sayılıyordu ki, Anadolu'nun birçok yerinde aynı anda Ankara'ya karşı isyanlar alevleniverdi, kısa zamanda da yaygınlık kazandı. Halife ordusu da ilk zaferini kazanmış ve Kemalist birlikten koca bir tümeni tutsak almıştı.

Ankara çoğu birbirinden uzak yerlerde çıkan isyanları bastırmak ve padişah ordusunun ülke içinde daha fazla ilerlemesini engellemek için çok büyük zorluklarla karşı karşıya kaldı. Çarpışmalar bütün mayıs ayı boyunca sürdü, hatta padişah yanlısı gönüllü mayıs ayı boyunca sürdü, hatta padişah yanlısı gönüllü çeteleri Ankara'nın yanı başına kadar ilerlediler. Terazinin bir o kefesi, bir bu kefesi, ağır basıyordu. Saltanat mı, demokrasi mi, sorusunun cevabı ince bir pamuk ipliğine bağlı görünüyordu. Sonucu belirleyen yine galip devletler oldu.

1920 Mayısının sonunda -müterakeden bir buçuk yıl sonra- Paris'te kararlaştırılmış bulunan barış koşulları öğrenildi ve bir anda manzara değişiverdi.

Zorla dikte ettirilmek istenen bu barış, binbir güçlükle gerçekleştirilmiş bu doğum, Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu demekti. İmparatorluk Avrupalı mirasçılar arasında paylaşılarak yıkılıyor ya da tıpkı Avusturya-Macaristan gibi bir dizi bağımsız devlete bölünerek darmadağın ediliyordu. Türkiye, Küçükasya'nın ortasında, yaşama gücü bulamayacak, küçük bir kara devleti durumuna sokulmuştu; eski başkenti ve denize tek çıkış yeri olan İstanbul milletlerarası kontrol altına alınmaktaydı. Üstelik Türkiye diye ortaya çıkacak yerler de, ayrıca (bu nokta daha sonra açıklanmıştır) İngiltere, Fransa ve İtalya arasında varılan ''üçlü anlaşma'' ile bu ülkelerin ''çıkar alanlarına'' bölünüyor, böylece bağımsızlığına ilişkin son kalıntı da ortadan kaldırılıyordu.

İmzalandığı yerden dolayı, Sèvres barışı denilen bu antlaşmanın başlıca hazırlayıcılarından biri olan Lloyd George, avam kamarasında şöyle diyordu: ''Hedefimiz Türk olmayan bütün halkları, Türk boyunduruğundan kurtarılmalarını sağlamaktır. Bir Mustafa Kemal'in ve onun gibilerinin, böylesi bir politikayı engellemelerine izin verirsek, Avrupa'nın üstüne düşen görevi en kötü şekilde yerine getirmemesi demek olur bu.''

Fakat ülkesinin bütün insanları, bu büyük devlet insanları, bu büyük devlet adamı gibi düşünmüyordu. Ünlü albay Lawrence, barış koşullarına ilişkin görüşlerini, 30 Mayıs 1920 tarihli ''Time''de şöyle dile getiriyordu: ''Bu belge galiplerin açgözlülüğünün açıkça onaylanmasından başka bir şey değildir. Ortakların her biri sadece olabildiğince büyük lokma kapmayı ve diğerlerine de olabildiğince az şey vermeyi düşünmüştür. Bu barış maddelerinden hiçbiri, eğer yürürlüğe girecek olursa, üç yıldan daha fazla yaşamayacaktır. Bu açıdan antlaşma Versaille barışından çok daha şanlıdır.''

Bu kehanet Türk barışı açısından doğru çıktı; sadece zaman bakımından bir aksaması oldu. Sèvres antlaşması gerçi imzalandı, ama maddelerinden hiçbiri, hiçbir zaman gerçeklilik kazanamadı.

Galip devletlerin bu barış palmiyesi Mustafa Kemal'in imdadına tam zamanında yetişmişti; kendisine düşmanları tarafından yapılmış kuşkusuz en iyi yardımdı ve aynı zamanda ona davasını en parlak biçimde savunmak olanağı vermişti.

Barışın neler getirip neler götüreceği haberi tüm ülkede bir fırtına uğultusu gibi yankılandı. Ancak şimdi, Avrupa'nın bu acımasız saldırısı karşısındadır ki, millî düşünce geniş halk yığınları arasında da kendisine sağlam bir zemin bulmuştu. En ücra köylerdeki Anadolu köylüsü bile, şu anda varlığının söz konusu olduğunu anlamıştı. Her ne şekilde olursa olsun bundan daha kötüsü gelemezdi. Bir avuç uzak görüşlü adamın ektiği tohum başak vermekteydi. artık Ankara'daki Paşa'yı kurtuluş ve umut olarak görmeyen hemen kimse kalmamıştı; böylece hemen her Türk de şimdi milliyetçi olmuştu. Yalnız padişah ile eski kafalı Türk çevreleri hâlâ umutsuz çaresizlikleriyle İngiltere'nin eteğine dört elle sarılmaktaydılar.

İç savaş bir anda Ankara'nın lehine dönüverdi. Ülkedeki isyanlar sona ermişti; sadece Kürtler arasında bir süre daha alevi devam etti. Haziran başlarında müttefiklerin işgalinde bulunan ve kibirli filolarının egemenliğindeki başkent bile tehdit altına girmişti.

Yarım gönülle dövüşen padişah ordusu, Kemalistler tarafından bozguna uğratılmış, çetebaşı Çerkez Anzavur vurulmuştu. İstanbul bölgesini korumak için tahkim edilmiş bulunan İzmit'teki zayıf İngiliz hatlarının arkasına sığınıyorlardı. Milliyetçi gönüllü birlikler de bunları kovalamaktaydı; böylece İzmit'in her iki yanından Marmara kıyılarına ve hatta İstanbul Boğaz'ının yakınlarına kadar ilerlediler. Aynı anda başkent arkadan da, Doğu Trakya'da millî harekete eyleme geçirmiş bulunan General Cafer Tayyar'ın birliklerinin tehdidi altına girdi. Bunun ardından bütün Türk millî ordusunun Mustafa Kemal'in komutasında İstanbul'un önünde görünmeyeceğini kim bilebilirdi? Müttefiklerin işgal birlikleri böylesi bir eyleme karşı sürekli direniş gösterebilecek güçte değildi.

Londra çok güç durumda kalmıştı. Bu çılgın Mustafa Kemal'den daha da tehlikeli, başka bir büyük hasım daha ortaya çıkmış, şimdi Britanya dünya imparatorluğunu sıkıştırıyordu. Rusya'nın Sovyet orduları, İngilizlerin son umudu olan General Vrangel'i perişan edip Kırım'a geri püskürtmüşler, Kafkasya'daki devletleri de Bolşevikleştirmeye başlamışlar, İran'a girmişler ve bu ülkeyi İngilizlere karış ayaklandırmışlardı. Lord Curzon'un -Kafkas ülkeleri ile İran'ı İngiltere'nin nüfuz alanı içine almak, İstanbul'da güvenlik bir ara-üsle Hindistan'a karadan ikinci bir köprü kurmak- şeklindeki ileriye yönelik plânları, Bolşevik atılımı karşısında tüm umutları boşa çıkarak yıkılmıştı. Kafkas ya ile İran'dan kısa süre önce vazgeçmek zorunda kalınmıştı; Anadolu'da artık tek tük bir İngiliz askeri bulunmuyordu. Şimdi bir de Ankara ile Moskova'nın ittifak görüşmelerine başladıkları söyleniyordu. Bolşeviklere Anadolu ve İran üzerinden güneye giden yollar açılmış bulunmaktaydı. Üstelik Hindistan'da huzursuzluklar başgöstermişti. Mısır ise kargaşa içindeydi. İngiltere seferberliği daha yeni sona erdirmişti, elde kalan küçük ordusu, İrlanda'daki ayaklanmayla uğraşıyordu. Yeniden bir seferberlik yapmak, üstelik bunu Doğuda savaşmak için yapmak, hayır, şu anda ülke bunu kabullenecek havada değildi.

Paris'te de durum hiç de daha iyi değildi. Fransızlar Kilikya'da öylesine kötü duruma düşmüşlerdi ki, Ankara'yla ikili bir mütareke yapmak zorunda kalmışlardı; bir ''Büyük Devlet''in Anadolu asileriyle ilk antlaşmasıydı bu. Suriye üzerinde manda yönetimi de ciddi sıkıntılar yaratıyordu, ayrıca Afrika'da ve Ren bölgesinde yığınla sorun başgöstermişti. Müttefiklerin başbakanları umutsuzca çare araştırıyorlardı.

İşte tam böyle bir anın gelmesini bekleyen biri vardı: Venizelos, kurnaz olduğu kadar sevimli de olan Yunanlı. Paris'te sürekli çevreyi dinleme nöbetinde kalmış, bu arada İzmir'deki Yunan ordusunu durmadan takviye etmiş ve ileri harekete hazır duruma getirmişti. Şimdiye kadar onu, barış antlaşmasına göre Yunanistan'ın payına düşen bölgenin sınırlarından öteye geçmekten hep alıkoymuşlardı. Ama şimdi yunan ordusu, müttefiklerin içine düştükleri kıskaçtan kurtulmalarına yardım edebilecek tek silâhlı kuvvetti. Venizelos İtilâf devletlerine, onların kalıcı olarak hizmet etmeye hazır bulunduğunu bildirdi, bu hizmetin karşılığında küçük bir ödül, sadece Anadolu'da biraz daha toprak istiyordu. Mareşal Foch çapında askeri uzmanların da hazır bulunduğu ''Hythe'' konferansında, neler yapılması gerektiği konusunda anlaşmaya varıldı. Yunanlılarla birlikte İngiliz filosu da harekâta katılacaktı. Venizelos'a bütün Trakya'yı derhal işgal etmesi için izin verildi, böylece İstanbul'daki yüksek komiserler arkalarından gelebilecek bir saldırıyı düşünüp kaygılanmaktan kurtulacaklardı. Fransız başbakanı Millerand, Kilikya'da Türk baskısını hafifletmek için, bu harekâtın olabileceğince çabuk gerçekleştirilmesini ısrarla istiyordu.

Akdeniz'deki bütün İngiliz deniz kuvveti Altın Boynuz önünde toplandı. Sonra da 22 Haziran 1920'de Yunanlılar, kuvvetli iki kol olarak General Paraskevopulos komutasında İzmir bölgesinden ileriye doğru yürüyüşe geçti.

Ankara tehditkâr belirtileri göz önüne alarak Batı cephesini elden geldiğince takviye etmişti; cepheye Ali Fuat Paşa komuta ediyordu. Fakat birliklerin büyük kısmı 1000 kilometre uzakta doğuda bulunuyordu ve bu tarafa aktarılamıyorlardı. Ayrıca millî silâhlı kuvvetlerin, resmî adıyla -Kuvayı Millîye'nin örgütlenmesi de henüz tamamlanmamıştı. Donatım ve cephane olarak ne bulunabildiyse toplanmıştı, ama bunlar uzun boylu yetecek kadar değildi. Yunanlıların karşısına çıkan gerçekten garip bir ordu oldu, dış görünüşleriyle bu savaşçılar Fransız büyük devriminin ilk ordusundaki ''Külotsuzlar-sansculette'' andırıyordu. Askerlerin çoğu yalınayaktı, partal giysiler içindeydi, çeşitli modellerde ve çeşitli zamanlara ait filintalar ve tüfeklerle silâhlandırılmıştı. Kalabalık gönüllü grupları içinde, hapisten çıkmış mahkûmları ve her çeşidinden yolkesen çapulcu silâhşörleri, ganimet ve bol kazanç umutları verilerek almak zorunda kalmıştı.

Buna karşılık Yunan ordusu sayıca çok üstündü, ayrıca Fransa ve İngiltere tarafından verilmiş en modern malzemeyle donatılmıştı; komutanlarının yanında savaş deneyimi geçirmiş İngiliz subayları danışman olarak bulunuyordu. Bu birliklerin sistemli ilerlemesine karşı, millî kuvvetlerin üstü başı perişan, derme çatma bölükleri elbette ki bir şey yapamazdı. Nitekim Türklerin bütün Batı cephesi bir anda sarsıldı, geriye çekildi ve çözüldü. Ali Fuat Paşa ancak büyük demiryolunun yakınlarında, düzenli birliklerin bir kısmını durdurup yeniden bir cephe oluşturmayı başarabildi.

Aşağı yukarı aynı günlerde, başka bir Yunan ordusu Trakya'da ilerlemeye başlamış ve İstanbul'a kadar bütün bölgeyi Kuvayı Millîye birliklerinden temizlemişti. Bu birliklerin çoğu tutsak alındı, aralarında komutanları Cafer Tayyar Paşa da vardı.

Yunanlılar Anadolu'da Bursa'yı fethettiler ve sonra bu kentten güneydoğu doğrultusunda, yaklaşık Anadolu demiryoluna paralel giden bir hat oluşturup durdular. Daha fazla ileri gitmeleri İtilâf devletlerince gerekli görülmemiş ve uygun da bulunmamıştı. Marmara'da İngiliz çıkartma birlikleri Bandırma'nın kuzeybatı kıyılarından İzmit'e kadar olan kesimi işgal ettiler ve burada Yunanlılarla temasa geldiler.

***

Millî kuvvetler düşmanla yaptığı ilk ciddi çatışmada tam bir başarısızlığa uğramıştı. Bu külotsuzlar ordusu sadece bir korkulukmuş izlenimini uyandırmıştı. Mustafa Kemal de bu korkulukla bütün dünyaya blöf yapmıştı.

Ankara'da Millet Meclisi'ni öfkeyle birlikte yılgınlık sarmıştı. Bazıları heyecanla yenilginin sorumlularını suçluyor ve olağanüstü mahkeme önüne çıkarılmalarını isteminde bulunuyorlardı, tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi yenilen generallerin başı vurulsun isteniyordu.

Fakat böyle bir terör kendi saflarında onarılmaz gedikler açardı. Başlıca sorumlular olan Ali Fuat Paşa ile Bekir Sami Beyin mecliste çok sayıda yandaşı vardı. Sonunda suçlamalar bizzat Mustafa Kemal'e yöneltildi.

Mustafa Kemal çok zor anlar yaşadı ve heyecana, telaşa kapılanları yatıştırmak için bütün hitabet gücünü kullanmak zorunda kaldı. Büyük bir ustalıkla yenilginin suçunu İstanbul hükümetine yükledi. Padişah ordusuyla uzun uzadıya uğraşılması ve isyanların bastırılması çabaları millî kuvvetleri hırpalamış, zayıflatmıştı. Yunanlılar saldırıya geçtiğinde henüz kendisini tam anlamıyla toparlayabilmiş durumda değildi. Sayıca az ve kötü donatılmış bu kuvvetlerle ellerinden geleni yapmış bulunan komutanları değil, padişah sorumlu tutulmalıydı.

Çok geçmeden Ali Fuat Paşa kendi isteğiyle komutanlıktan çekilmeye razı edildi ve şerefli bir görevle Moskova'ya gönderildi. Yerine İsmet Paşa, genelkurmay başkanlığı görevi yine üstünde kalarak, Batı cephesinin yönetimini üstlendi.

Yunanlılar karşısında belirgin şekilde başarısızlığa uğranılması, ılımlı akımın Millet Meclisinde üstünlük kazanması tehlikesini de doğurmuştu. Cesaretini kaybedenler vardı, daha fazla direnmenin boşuna olduğu söyleniyordu, ülkede çifte hükümet bulunmasını birçokları sindiremiyordu.

İstanbul'la uzlaşmaya varılması istenmekteydi; belki de görüşmeler yapılması yoluyla barış antlaşmasında bazı maddelerin yumuşatılması sağlanırdı.

Mustafa Kemal sarsılmaz bir kararlılıkla hedefinden şaşmıyordu: Özgür Türkiye, ne daha çoğu, ne daha azı. Keskin gözleri galip devletlerin cephesinin göründüğü gibi sağlam kurulmadığını fark etmişti. Fakat giderek büyüyen yılgınlığı da önlemek gerekiyordu; karamsar etkiler yapan çatlaklar tekrar kapatılmalıydı, ancak bu sefer sözle değil, eylemle. Bunun için olanaklar da doğudaydı.

Sèvres antlaşması Kafkasya'nın güneyinde -Rusya topraklarından başka, geniş bir Türk bölgesini kapsayan ve Karadeniz'de Batum'dan Hazar denizinde Bakû'ya kadar uzanan- büyük bir Ermeni devletinin kurulmasını öngörmüştü -yani gelip büyük devletlerin himayesinde, Yakındoğu ile Rusya arasında tampon bir devlet bulunsun istenmişti. İngiliz birlikleri hem Rusya Ermenistan'ına, hem de Batum ve Baku'ya girmişlerdi. 1919 Mayıs'ında da Erivan'da Ermeni hükümeti, Transkafkasya'nın Ermeni kesiminin bağımsızlığını, aynı zamanda Türkiye'deki Ermeni illerle birleşmiş bölünmez bir cumhuriyet olduğunu ilân etmişti. Fakat giderek büyüyen Bolşevik hareketinin Kafkas ülkelerine yaptığı baskı karşısında İngiltere, işgal ettiği bölgeleri boşaltmak ve Yakındoğu Rusya'ya karşı bir dernek kurmak plânlarından vazgeçmek zorunda kaldı. 1920 Temmuzu başlarında son İngiliz birliği de Batum'dan çekilmiş bulunuyordu.

Mustafa Kemal zorla dikte ettirilmiş Sèvres barışında, tam da bu barış antlaşmasının İstanbul hükümeti tarafından törenle imzalandığı 10 Ağustos 1920 günü ilk gediği açmaya ve antlaşmanın Ermenilerle ilgili belirlemelerini, uygulamada dayanaktan yoksun bırakmaya karar verdi. Ermeni Cumhuriyetine karşı bir sefer plânlanmıştı; bu seferde doğru olarak yaptığı hesap galip devletlerin korumak istedikleri bu ülkenin yardımına koşacak durumda bulunmadıklarıydı. Ayrıca Ermeni engelinin kaldırılması kendisine Rusya yolunu da açacaktı.

Moskova'yla kısa bir süre önce bir dostluk anlaşması görüşmeleri başlamıştı. Rusya, Türk milliyetçilerini Asya'da İngiliz nüfuzunun bertaraf edilmesi için en uygun müttefik olarak görüyordu. Her iki ülke arasındaki eski zıtlıklar artık kalmamıştı. Moskova Sovyeti Doğu Müslümanlarına yaptığı bir duyuruda, çarlık ya da Kerenski hükümetinin imza koyduğu bütün anlaşmaların geçersiz olduğunu ilân etmişti. Ayrıca bu duyuruda ''Türkiye'nin bölüşülmesi ve Ermenistan'ın zaptı hakkındaki anlaşmanın da yırtılıp yok edildiğini ilân ederiz. Hiç zaman kaybetmeyin ve sırtlarınızdan ülkelerinizi yüzyıllardan beri haraca kesmiş haydutları silkip atın. Onların yurdunuzu yağmalamalarına izin vermeyin. Kendi ülkenizin efendisi yine kendiniz olmalısınız. Buna hakkınız var. Sizin yazgınız yine sizin elinizdedir'' deniyordu.

Ermenistan'a karşı seferin komutası Erzurum'daki mert asker Kâzım Karabekir'e verildi. 28 Eylül 1920'de ileri hareketi başladı. Ermeniler yalnız bırakıldıklarını gördüler ve ancak pek az bir direnişte bulunabildiler. Kasım başında mütareke dilemek zorunda kaldılar. 3 Aralık 1920'de yapılan Gümrü barışında, Ermeniler kendilerine Sèvres antlaşmasıyla verildiği bildirilen bütün topraklardan vazgeçiyor ve Transkafkasya'da küçük bir bölgenin içinde kalmayı kabul ediyordu. Bundan birkaç gün sonra da Rus birlikleri, Bolşevik ayaklanmasının başlamış olduğu Erivan'a girdi. Ermenistan Sovyetler Birliği'nin bir cumhuriyeti oldu.

Mustafa Kemal'in tam zamanında düzenlediği bu başarılı Ermenistan seferinin, o günlerde pek olumlu üç sonucu olmuştur: Korkulu yürekleri cesaretlendirmiş ve direniş kararlılığını güçlendirmiştir. Sonra Ankara hükümetine arka cephesinde serbestlik sağlamıştır. Üçüncüsü de devrimci Türkiye ile Rusya arasında doğrudan teması kurmuştur.

Avrupaca boykot edilmiş ve tanınmayan bu iki güç, birbirlerine gerekli olduklarını görüyorlardı. İngiltere Boğazlara sahip olduğu ve böylece Karadeniz'de donanmasıyla egemenlik kurduğu sürece, genç Sovyet devletinin varlığı devamlı tehlikede demekti. Kemalistlerin Misak-ı Millîsinde ana isteklerden biri, İstanbul ile Boğazlara kısıtsız şekilde sahip olunmasını öngördüğüne göre, Moskova'daki devlet adamları Ankara'yı desteklemekle, kendi çıkarlarını savunmuş olacaklarını anlamışlardı. Buna karşılık Türkiye için Rusya, hem malzeme yardımı kaynağı olarak, hem de moral destek olarak paha biçilmez değerdeydi. Moskova'nın dostluğu olmaksızın Mustafa Kemal, gizli hedefine ulaşmayı asla başaramazdı. Batı devletlerinin Sovyetlere uyguladığı boykottan o, kendisine bol gelir getirecek sermayeyi elde etmiştir.

Anlaşmazlık konusu sınır sorunlarını hızla çözümledikten sonra Ankara'yla Moskova, bir savunma ve dayanışma ittifakı yaptılar; deyim yerindeyse, milliyetçilikle komünizm arasında bir devrim nikâhı kıyıldı, bunda iki tarafın da gizli hesapları vardı.

Şimdi Ankara'ya Rus savaş mazlemesi ve parası akıyordu, ancak bunlarla birlikte Bolşevik propagandası da gelmekteydi. Gönderilen altın rubleler yalnızca hükümetin kasasına girmiyordu, gizli yollardan bazı kimselerin ceplerini de buluyordu. Türkler desteklenmesine destekleniyorlardı gerçi, fakat bir yandan kandırılmak da isteniyorlardı. Sovyetlerin millîcilerle ittifakı sadece kendi savunmalarını amaçlamıyordu, bu yolla Batıya karşı dünya devriminin yeni bir bağlantı siperinin daha uzatılması da düşünülmekteydi. Mustafa Kemal eşsiz yetenekte bir devlet adamlığı göstererek Moskova'yı kendi amaçları için kullanmayı başarmıştır, bir yandan onların Türkiye'yi Bolşevikleştirmek yolunda besledikleri umutları asla boşa çıkarmamış, öbür yandan da komünizm propaganda faaliyetini etkisiz duruma sokmuştur.

Ankara özellikle ilk zamanlarda, yeni Rus dost için gerçek ya da sadece yapmacık bir coşkuyla hayli çalkalanmıştı. Birçokları kurtuluş için tek olanağın bu Moskovalı özgürlük kahramanının kollarına bir an önce atılmak olduğunu düşünüyor ve söylüyordu. Komünistçe tutumlar benimsenmişti, birçokları birbirlerine ''tavariş-yoldaş'' diye hitap ediyordu. Bunlar bir de örgüt kurmuşlardı, üyeleri içinde Millet Meclis'inden olanlar da vardı. Oluşum halindeki bu Türk Bolşevizminin en önemli dayanağı ''Kuvayı Seyyare'' denilen çete birliğiydi. Başlıca önderleri, Çerkez asıllı Ethem, Reşit, Tevfik adlı üç kardeşti; her devrim hareketinin ortaya çıkarttığı cinsten maceracı tiplerdi bunlar. Kardeşlerden biri ünlü bir çetebaşı olmuştu, diğer Meclis'te oturuyordu. Hiçbir işe yaramayan düzenli ordunun kaldırılmasını ve çete birliklerine dönüştürülmesini istiyorlar, bir yandan da gizliden gizliye komünizmi amaçlayan bir devrim hazırlıyorlardı.

Çetelere karşı çok dikkatli bir tutum izlemek gerekiyordu, çünkü çok önemli hizmetler başarmışlar ve çevrede büyük saygınlık kazanmışlardı. Moskova'yla olan dostluğa saygı göstermek gerektiğinden, bunlara karşı komünist eğilimleri gerekçe gösterilerek harekete geçilemezdi. Mustafa Kemal ustaca bir manevrayla Ethem kardeşleri haksız duruma itti ve hazırladıkları komploları tam şeklini almazdan önce onları hükümete karşı itaatsizliğe, sonra da isyana sevketti. Böylece istenilen bahaneyi elde etmiş oluyordu. Ethem köşeye sıkıştırılınca, savaşçılarının bir kısmıyla Yunanlıların tarafına geçti ve onların safında dövüştü. Şimdi o güne kadar bu üç cesur kardeşe toz kondurmamış olan Millet Meclis'indeki yandaşlarının da gözü açılmıştı. Tavarişler birliği böylece darmadağınık edilmiş oluyordu.

Çeteler dağıtıldı ve savaşçıları ordunun disiplinli çerçevesi içine sokuldu. Millî hükümet için güvenilir silâhlı kuvvet düzenli orduydu, onun geliştirilip büyütülmesi çalışmalarına hız verildi. Köy ya da kasaba, bütün yerleşim merkezlerinde her yirmi ev bir asker vermek ve bu askerin donatımı için para ödemekle yükümlü kılındı. Bundan başka yük ve kasaplık hayvanlara, yem ve yiyecek maddelerine el konuldu. Halk seve seve bütün fedakârlıklara katlanıyordu. Rus yardımı sayesinde şimdi artık ayakkabı, üniforma, silâh ve cephane vardı; eksikliği duyulan şeyler de müttefiklerin kurduğu engelleme hatları kaçak yollardan aşılarak getirtiliyordu. Bütün Anadolu kocaman bir atölyeye dönmüştü. Herkes, yol yapımında çalışan en basit işçiye kadar herkes, Ankara'daki Paşanın sert elini omuzunda hissediyordu, herkeste onun ruhundan bir parça yaşıyordu adeta, gözleri her yerde herkese bakıyor gibiydi.

Fakat en şaşırtıcı olanı, galiplerin generale, sonunda kendi otoritelerini etkisiz duruma getirecek olan hazırlıklarını yapması için zaman bırakmaları ve onun huzurunu bozmamalarıydı. Yunanlıların zaferinden sonra ne askeri harekâtı devam ettirmişler, ne de daha sonra pekâlâ yapacakları gibi; alttan alarak Ankara'nın direnişi kırmak yollarını aramışlardır.

Tersine kendi iç güçsüzlüklerini en belirgin biçimde dtışa vuran bir tutum izlediler. Sèvres antlaşması İstanbul'daki resmî hükümet tarafından imzalanmıştı. Bu imzaya dayanarak padişahtan antlaşmanın ülkesinde geçerlilik kazanmasını sağlamasını istiyorlardı; bunun için de kendisine altı aylık bir süre tanıdılar.

Söylemesi kolay yapması güç bir işti bu. Zor kullanarak Anadolu'daki asilere hiçbir şey yapılamayacağını görmüşlerdi. Elde bir iktidar aracı olmazsa, nasıl olur da ülkede düzen sağlanabilirdi? Anadolu'ya gönderilen her birlik hemen Kemalistlerin safına geçiyordu. Sultan Vahidettin, kendisine çok acı gelmekle birlikte, bir kere daha uzlaşma kavalını çekmecesinden çıkarmaktan başka çare kalmadığını görüyordu. Eniştesi Damat Ferit, Arnavut işi zorbaca politikasıyla bütün kozlarını kullanıp bitirmişti; millîcilerin sinirine dokunan bir tipti ve ortadan kaybolmalıydı, hem de bir daha gözükmemek üzere. Yaşlı sadrazam Tevfik Paşa tekrar iş başına çağrıldı. Kabinesine iki eski sadrazam daha alınmıştı: Millîcilerle daha önce bahriye nazırı olarak görüşmüş olan Salih Paşa ve zıtlıklar arasında bir köprü kurulması söz konusu oldu mu, kendisine hemen başvurulan Mareşal İzzet Paşa. Kolaylıklar göstermek ve anlaşmazlıkları tatlıya bağlamak yoluyla, hükümetni iki başlı olması durumunun, tarihte şimdiye kadar görülmemiş bu ucubenin ortadan kaldırılabileceği umuluyordu.

İkisi de ılımlı milliyetçiler olan Salih ve İzzet paşalar bu konuda aracı olmak üzere Anadolu'ya gittiler. İzmit ile Eskişehir arasında bir tren istasyonu olan Bilecek'te Mustafa Kemal'le buluştular, fakat büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Paşa bir uzlaşmaya asla yanaşmıyordu; millî hükümetin padişah tarafından tanınmasını ve İstanbul hükümetinin ortadan kaldırılmasını, yani tam anlamıyla Ankara'nın egemenliği altına girilmesini istiyordu. Gönderilen aracılar ters yüzü geri dönmek istediler, fakat kendilerine nazikçe hazır bekleyen trene binmeleri rica edildi ve hep birlikte Ankara'ya gidildi. Orda kendilerini zoraki konuk olarak birkaç ay alıkoydular. Özellikle sözü geçen bir kimse olarak İzzet Paşa'nın başkente dönmesini istemiyorlardı, kendisinin millîciler safında yer alacağı umudundaydılar, fakat marelaş bu doğrultuda bir karara varamadı.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə