Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə6/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Fakat parlamento bunu millî politikalarının bir başarısı ve gelecekteki barış antlaşması için de hayırlı bir belirti olarak gördü. O halde galipler daha fazla gücendirilmemeli ve serkeşlikler yapılarak onların bu teveccühleri kaybedilmemeliydi.

Bu anlayışla elden geldiğince boyun eğildi; nitekim bu arada Kemalistlerin hükümetteki başlıca destekçisi harbiye nazırı Cemal Paşa'nın, yüksek komiserliğin isteği üzerine görevden alınmasına hiçbir itirazda bulunulmaksızın göz yumuldu ve Mustafa Kemal uzaktan çok zorladığı halde, ılımlı sadrazam Ali Rıza Paşanın düşürülerek, yerine tam milliyetçi bir kabineyi getirmekten de kaçınıldı.

Fakat Ankara'nın yorulmak bilmez çabasıyla millî hareket bir defa rayına oturmuş yolunda yürüyordu; sonunda pısırık meclisi de -pek istemediği halde- peşi sıra sürükledi. Mustafa Kemal daha baştan isteyip plânladığı gibi, halk temsilcileri meclisini başkentten ülkenin iç kesimine nakletmek için açıkça anlaşmazlığa düşmek istiyordu.

Silâhlanma ve savaş hazırlıkları gittikçe hızlanarak sürüyordu: şimdi İstanbul'daki askeri makamlarca da açıkça desteklenmekteydi. Anadolu'ya asker, silâh ve para gönderiliyordu. Yüksek komiserlerin uyarılarına, protestolarına aldırış edilmiyor, verdikleri emirler savsaklanıyordu. Hatta milliyetçi subaylar öylesine pervasızdırlar ki, müttefiklerin Bolşeviklere karşı savaşmak üzere göndermiş oldukları Vrangel ordusu için hazırlanmış silâh ve cephaneyi, yüksek komiserlerin burnunun dibinden ve çok sıkı korunmasına rağmen, Gelibolu'daki deposundan son sandığına kadar alıp Anadolu'ya göndermişlerdi.

Paris ve Londra bütün askeri harekâtın durdurulmasını kesinlikle istediği halde, İzmir dolaylarında çete çarpışmaları sürüp gidiyordu. Kilikya'da ise düpedüz savaş olmaktaydı. Burada Fransızlar bozgun üstüne bozguna uğramaktaydılar. Maraş kenti Fransız birliklerinden temizlenmişti. Urfa kuşatılmış ve teslim olmak zorunda kalmıştı. Fransız garnizonu serbestçe geri çekilmeyi başarmıştı, fakat yolda baskına uğramış, askerin bir kısmı yok olmuş, bir kısmı tutsak düşmüştü. Böylece Kilikya'nın doğu kısmı kurtarılmıştı.

Bu başarılar karşısında İstanbul'daki parlamento da yüreklendi. İş başına geldiği günden beri sallantıda olan Sadrazam Ali Rıza düşürüldü, yerine çok daha kararlı olan Bahriye Nazırı Salih Paşa geldi. Daha keskin milliyetçi tutum yavaş yavaş üstünlük kazanıyordu.

Müttefikler durumun bu şekilde devam edemeyeceğini anlamışlardı. Otoriteleri düpedüz küçümseniyordu; eğer bir an önce enerjik önlemler alınmazsa, büsbütün çökmek tehlikesiyle yüz yüzeydiler.

Başbakanlıkların Londra'da yaptıkları bir toplantıda, Türklere bir ders verilmesi ve yenilmiş ülke olarak nasıl davranmaları gerektiğinin öğretilmesi kararlaştırıldı. Bu cezalandırma sadece başkentle sınırlı kalmak zorundaydı. Çünkü fiili iktidarları savaş gemileri toplarının menzilinde bitiyordu. Böylece alabildikleri ancak yarım bir önlem olabildi, gerçek gücün ağırlığından yoksun bir jestti bu sadece. Umulanın tam tersi etkileri oldu ve üstelik uzlaşmaz generalin eline de ihtiyacını duyduu kozları verdi.

Olacakların belirtileri önceden görülmüştü. 10 Mart 1920'de Lord Curzon, lordlar kamarasında ''Ülkenin her yanına anarşi egemenken, zorbalık ve zulüm kol gezerken, müttefikler İstanbul'da kendileriyle alay edilmesine daha uzun süre katlanamazlar'' diyordu. Müttefiklerin Altın Boynuz ağzındaki limanda bulunan savaş gemileri her gün biraz daha çoğalıyordu. Kontrol subayları Anadolu'dan geri çekiliyordu, çeşitli yerlerde bulunan işgal birlikleri derhal yola çıkmak emri almıştı. Ankara'daki İngiliz temsilci apar topar ayrılmıştı, Rauf Bey İstanbul'da, İtilâf devletlerinin görünüşe bakılırsa, milliyetçi milletvekillerini tutuklatmak ve bir Damat Ferit kabinesini işbaşına getirmek niyetinde olduklarını bildirdi. Mustafa Kemal telgrafla verdiği cevapta, önderlerin ele geçmemeye bakmalarını ve zamanında güvenli bir yere sığınmalarını bildirdi.

Derken 16 Mart 1920 sabahı çok erken saatlerde cezalandırma harekâtı başlatıldı. Yapılan iş İstanbul'un daha esaslı, sözde ''disiplinli'' işgaliydi. Harekâtı müttefik silâhlı kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla İngiliz generali Sir Henry Wilson yönetiyordu. Paris ve Roma gerçi ortaklaşa alınacak önlemleri onaylamışlardı, fakat bunun uygulamasına katılmak istemediler. Bu yüzden işgal çıkarması yalnızca İngiliz Deniz Kuvvetlerince yapıldı. Fransa ile İtalya işgalin başarıldığını ve başkentin tümüyle İngiliz denetimi altına girmek tehlikesinin belirdiğini görünce, hemen harekete geçip kentin denetiminde paylarını istediler.

İngiliz birlikleri bir baskın harekâtıyla ana caddeleri tuttular. Türk karakollarına ve polis merkezlerine girdiler, telgrafhaneleri ve bütün önemli devlet binalarını işgal ettiler.

Harbiye nezaretinin telgraf merkezinde yiğit bir memur, Ankara'yla bağlantıyı sürdürmek için, son saniyeye kadar görevi başında kaldı. Son telgrafı şöyleydi: ''İngilizler kente girdiler. Sabahın erken saatinde, askerlerimiz henüz uyurken nöbetçilere saldırdılar. Altı ölü ve on beş yaralı var. Durmadan yeni birlikler caddelerden geçiyor. Şu anda İngiliz askerleri bakanlığa yaklaşıyorlar. Geldiler. Nizamiye kapısındalar. Bağlantıyı kesiniz. İngilizler burada.'' Ondan sonra da Ankara'nın başkentle bağlantısı kesildi.

Daha geceden millî parti milletvekillerinden bir kısmı evlerinde tutuklanmıştı, aralarında Rauf Beyle Fethi Bey de vardı. Hepsini zaten dolu olan hapishanelere kapattılar; buralarda siyasal nedenlerle tutuklanmış, kimi üst kimi alt rütbeden bir yığın subay ve memur, adi suçlularla birlikte, ağılda koyunlar gibi üst üste bulunmaktaydı. Bazıları yanlışlıkla tıkılmıştı buraya, bazıları da neyle suçlandırıldıklarını bilmeden iki yıldır burdaydı.

Ertesi günü bütün hapishaneler boşaltıldı; içerde kim varsa ister bakan ya da soyguncu katil, ister milletvekili veya hırsız, ister suçlu ister suçsuz olsun, hepsi hiçbir sorgulama ya da buna benzer bir işlem yapılmadan, bir savaş gemisine bindirilerek Malta adasına götürüldü; orada hiç de iyi olmayan koşullar altında, kalede tutsak hayatı yaşamaya başladılar.

İstanbul'un zorbaca işgalinden çok, özellikle bu keyfi sürgün, ciddi sonuçlar doğurmuştur. Bir İngiliz bu konuda ''Büyük Britanya adaletine olan inanç çok ağır bir darbe yemiştir'' diye yazar. Başkentten genel bir göçtür başladı. Milletvekillerinden bir kısmı tam zamanında kaçmayı başarmıştı; onları subaylar, memurlar ve millî harekete katılmış ya da şimdi katılmayı düşünen herkes izledi. Padişaha karşı nefret duygusu gittikçe büyüyordu. Onun danışmalarının tutuklanan kimselerin adlarını düşmana verdiği söyleniyordu. Müttefikler kendilerini bir başkentin sahibi olarak görmekteydiler; ne var ki burası aslında bir başkent değildi artık. On ikiden vurmak istemişlerdi, ama karavana atmışlardı.

İstanbul'da sıkıyönetim ilân edildi. Basına çok katı bir sansür kondu. Posta, telgraf, polis örgütleri müttefiklerin yönetimi altına girdi.

Bakanlıklar işlevlerini sürdüreceklerdi, fakat sıkı gözetim altında bulundurulacaklardı. Halka hitaben yatıştırıcı bir bildiri yayımlandı, özetle kendi halinde uysalca yaşamanın en başta gelen yurttaşlık görevi olduğu belirtiliyor ve bildiri ''Her Türk devleti vatandaşının en birinci ödevi, sultanın buyruklarına boyun eğmesidir'' sözleriyle bitiyordu.

Sultan Vahidettin kendini millîciler kâbusundan kurtulmuş sayıyordu. Çok iyi bildiği bir şey de -bunu sadece o ve Mustafa Kemal bilmekteydi- generalin başarıya ulaşması halinde tahtın da saltanatın da sona ereceğiydi. Millîcilere karşı acımasız düşmanlığı, İngiltere'ye dört elle sarılması ve korkusundan ileri gelen körce tutumu hep bundan kaynaklanıyordu. Oysa cesur bir adım atabilseydi belki kendini kurtarırdı, ama hanedanın saltanatını kurtaracağı kesindi. İstanbul'a karşı girişilen zorbaca işgal bütün ülkede bir öfke fırtınası estirmişti, tam bu sırada Anadolu'ya kaçsa, millî hareketin başına geçseydi, Mustafa Kemal cumhuriyet kurma amacını biraz zor gerçekleştirirdi. Peygamberin vekili, Allahın yeryüzündeki gölgesiydi, bu sıfatlara sahip olmak ise geniş Müslüman kitlesi için henüz boş kavramlar durumuna gelmemişti, aksine inançla benimsenmiş olgulardı.

Fakat Vahidettin, kudretli Büyük Britanya'nın, Anadolu'daki ayaklanmayı bastırmak için yeterince gücü olduğundan emindi. Padişah ile Londra'daki kabine şimdi yazgılarını birbirlerine bağlamış haldeydiler, ya da en azından Vahidettin böyle olduğuna inanıyordu. İngiltere, imparatorluğu içinde bulunan kalabalık Müslüman halkları hesaba katarak, halifeyi desteklemek zorundaydı; aynı şekilde kendi safında yer alan uysal padişahı tahtında tutması, İstanbul'daki yasal hükümeti ülkede yeniden yetkili duruma getirmesi gerekiyordu; ancak ondan sonra gelecekteki barış antlaşmasının kabulü ve uygulanması söz konusu olabilirdi.

Milliyetçi parti yeniden devrimci grup durumuna dönüşmüş ve başlangıçtaki havaya bürünmüştü. Bu partinin tümüyle kökünü kurutmaktan başka çare yoktu. Aslında artık fiilen var olmayan parlamento, resmen de dağıtıldı. Damat Ferit Paşa tekrar sadrazamlığı üstlendi; -Bundan Fransa ile İtalya hiç de hoşnut kalmamıştı- Kabinesini sadık yandaşlarından kurdu sırtını İngilizlere dayayarak, tam yetkiyle hükümeti yönetmeye koyuldu. Damat Ferit Arnavuttu, biraz da Kürt kanı taşıyordu. Yıllar onu inatçı yapmış, ama bilgelikten yoksun bırakmıştı. Dış görünüşüyle bir İngiliz centilmeni olmasına rağmen, içinden hep bir oymak beyi kalmıştı; hâlâ kısasa kısas tasarımlarıyla yanıyordu, sadakati körü körüne denilecek derecedeydi, enerjik olmaktan çok dik kafalıydı; kurnazca ilişkiler kurmak ve ustaca siyasal manevralar çevirmek yeteneğinden yoksundu, nitekim enerjik olduğu kadar, cin düşünceli de olan Ankara'daki generalin karşısında politik açıdan gördüğü işi yüzüne gözüne bulaştıran biri olmaktan ileri gidemedi. Damat Ferit efendisine ve padişah kayınbiraderine kötü hizmet etmiştir.

Vahidettin gücünü saltanattan alan yıldırımlarını Kemalistler üzerine yağdırmakta duraksama göstermedi. Halife sıfatıyla şeyhülislâma bir fetva verdirdi, bu fetva millîcilerin kanını helâl ilân ediyor ve bütün inananları asilere karşı kutsal savaşa katılmaya çağırıyordu. Bir padişahlık iradesiyle de Mustafa Kemal ile yandaşları idama mahkûm edildi.

İstanbul'da ise başkaldırdan bu general ile arkadaşlarına verilen idam cezasının infaz edilmiş olduğu söylentisini kasten yaymışlardı. Haber Mustafa Kemal'in başkentte oturan annesinin kulağına da geldi. Kadının oğluyla hiçbir teması yoktu, bu yüzden onu uzun zaman öldü sandı. Ayrıca oğlunun Müslüman cemaatından kovulmuş olması da aşırı dindar duygularına çok acılar vermiş olmalıdır. O yıllarda zaten zayıf olan gözleri, hemen hemen tümüyle görebilme gücünü yitirmiştir.

Harbiye nezaretindeki telgrafçının aracılığıyla İstanbul'da cereyan eden olayları öğrenen Mustafa Kemal, derhal misillemelere girişti. Hâlâ Anadolu'da bulunan birkaç İngiliz kontrol subayı tutuklandı. Demiryolu kavşak noktası olan Eskişehir'de bir İngiliz bölüğü duruyordu: Konya'dan görevi devralmak üzere gelecek İtalyan işgal birliğini beklemek zorunda kalmıştı. Türk kuvvetleri İngilizlere saldırıp kenti kuşattılar. İngilizler ağır kayıplar vererek kuşatmayı yarış çıkmayı başardılar. Aslında tam bir savaş nedeniydi bu, fakat Büyük Britanya bu hakareti sineye çekti.

Konya'daki İtalyan askerleri de savaşarak Yunan hatlarının batısına doğru, İzmir'e çekilmek zorunda kaldılar. İç Anadolu müttefiklerin bütün birliklerinden ve bütün denetim örgütlerinden temizlenmişti.

Bundan birkaç gün sonra, Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal tarafından ülkede yeni seçimlerin yapılacağı ilân edildi. Bu yeni parlamentonun eskisiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Olağanüstü yetkilere sahip, hem yasa yapıcı, hem yasa uygulayıcı bir millet meclisi karakterindeydi. Bu haliyle Fransız büyük devriminin millî meclisine benziyordu ve Doğu için aynı derecede büyük anlamlı bir kuruluş olacaktı. Toplanacağı yer olarak Ankara belirlendi. Kendi karargâhında yapılması başarılamamış bulunan iş, şimdi İngiltere'nin farkında olmaksızın yaptığı yardımla gerçekleşiyordu.

***

1920 yılının o ilkbaharında Ankara halkı, görmeye hiç alışık olmadıkları cinsten bir yığın adamın kentlerine akın akın geldiğini gördü. Uzun yıllar Berlin'de ya da Paris'te ataşe olarak yaşamış subaylar, İstanbul'daki bakanlıkların yabancı elçiliklere girip çıkmış makam sahibi büyük memurları, şimdiye kadar Boğaziçi'ndeki görkemli yalılarda, pek kibarca bir hayat sürmüş varlıklı beyefendiler... Hatta bir gazete sahibi baskı makinesi ve diğer bütün gereçleriyle birlikte çıkagelmişti; bütün makinelerini Anadolu'ya giden yolları kesmiş bulunan düşman hatlarının arasından kaçakçı gibi geçirmiş ve sandıkların yüklendiği bir deve kervanıyla zafer alayı gibi Ankara'ya girmişti (*).

Bu küçük taşra kentinde barınacak yer yoktu, daha doğrusu büyük yangından sonra geride pek az konut kalmıştı. Eldekilerle iyi kötü yetinilmeye çalışıldı. Her köşe bucaktan yararlanıldı. Varsın insan daracık odalara -hem de yıllarca- tıkılı yaşasın, çıplak döşemeler üstünde yatsın, bataklıktan gelen sivrisineklerin saldırısıyla ancak bölük pörçük uyuyabilsin, pencerelerde cam olmasın, odaların ince duvarlarında kocaman yarıklar bulunsun da, aralarından yazın toz, kışın kar içeri girsin ve kızgın temmuz sıcağında bir damla su bulunmasın... bir büyük davaya hizmet etmenin coşkusu, bütün bunları önemsiz kılıyordu.

Eski tarım okulunda, Aşağı Pomeranya kasabalarından birindeki ortaokuldan daha büyük ve daha iyi durumda olmayan bir binada genelkurmay karargâhını kurmuştu. İçinde çalışılan küçük salonda başlangıçta yemek de yeniyor ve yan yana sıralar halinde yatılıyordu da. Kağşamış, eski ahşap evler bakanlık olmuştu. Gazete sahibi bir ahır kiralamış, içine makinelerini kurmuştu ve çok geçmeden gerçek bir gazete, yeni ülküleri yayan Hakimiyet-i millîye gazetesi yayımlandı. Başkan ve en yüksek yönetici Mustafa Kemal, doğrudan doğruya telgrafın yanı başında olmak için, küçük istasyon binasının iki odasında kalıyordu.

Ankara'nın bu yeni sakinleri, Türkiye'de aydınların pek ince bir üst tabakası, yaşamalarını değerli ve rahat kılabilecek ne varsa hepsini arkalarında bırakmışlardı. Yurtlarından uzakta, çoluk çocuklarından ayrı yaşıyorlardı; uygarlığın konforundan, güler yüzlü İstanbul'da ya da yabancı ülkelerde bol bol nasiplendikleri kültürün güzelliklerinden vazgeçmişlerdi. Dıştan bakılınca ilkel yaşama basamaklarından aşağı inmişlerdi, ama içlerinden başkaları için bir şeyler yapabilmenin engin doruklarına çıkmışlardı.

Bu insanlar üç yıl süreyle Anadolu'nun ortasında kapalı kaldılar, dünyanın geri kalan kısmıyla bütün bağları kesilmişti. Fakat geçen bu zaman içinde yepyeni bir ruh, Ankara ruhu denilebilecek bir ruh oluştu. İçinde filizlenip serpildiği toprakların, sert iklimin, yaşama koşullarındaki katılığın damgasını taşıyordu. Bu tıpkı bir zamanlar Brandenburg kumlu düzlüklerinin Prusyalı ruhunu şekillendirmesine benziyordu. Her zaman görüldüğü üzere ruhsal değişim, dış görünüşe de yansımıştı. Uysallık, Doğulu yüzlerdeki o hafif belirsizlik, davranışlardaki rahat gevşeklik, ağırdan alan hafiften uyuşuk sakinlik kaybolmuştu. Yüz çizgileri sertleşmişti; çehrelere durup dinlenmeyen bir irade zorlamasının gerilimi yansımıştı; bakışlara tuttuğunu koparan bir ışık gelmişti; konuşmalar belirginleşmiş tavır ve hareketler canlanmıştı.

Bu yeni insanların ardında eski Doğu, bütün şatafatlı tantana ve görkemiyle, Bizansvari törenleriyle, Ortaçağ gelenek ve görenekleriyle, tüm romantizmi ve renkliliğiyle çökmekteydi. Bu Doğu çoktan hurdalaşmış, çağın gerisinde kalmıştı, gerçek özü çoktan yağmalanmıştı, sadece Binbir Gece Masallarından hayaletimsi bir gölgeydi artık.

Nesnellik, pratiklik, gerçekçilik yeni sloganlardı, ilk öncülerce çoğu kez gereksiz yere de abartılmıştı. Artık şekil, dış görüntü değil, yalnız içerik, öz geçerli olacaktı. Bir iş yapmak, verimli olmak önünde eğilecek yeni Tanrılardı. Sağduyuya tapmak, saf akıl, görünmeyen bir Tanrı'ya tapmanın yerine geçiyordu. Değerli olan kendine güvendi, bunun gereği de zihinsel güçleri alabildiğine zorlamaktı.

Spor giysili general, bu Ankara devrimcilerinin gerçek modeliydi. Onu örnek alıyorlar, onun yolundan gidiyorlardı. Adeta yüzler bile sanki ona benzetiliyormuş görünüyordu, herkes sertlik ve kararlılıktan yana aynı tutumu benimseme yarışındaydı. Mustafa Kemal onların içinde, o güne kadar Doğulu insanlara çok uzak kalmış disiplin ve örgütlenme yetilerini uyandırmayı bilmişti; Ankara'nın havasının karakteristliği olmuş bulunan bu püritanizm de ondan kaynaklanıyordu. Mustfa Kemal, tıpkı Cromwell gibi bütün bi nesile damgasını basmıştır.

23 Nisan 1920'de Millet Meclisi Ankara'da toplandı. Seçimler daha çok bir formalite işi olmuştu. Milletvekillerinin hepsini Kemalist hareket yandaşları kazanmıştı, zaten başka türlüsü de olamazdı.

Açılış günü özellikle Müslümanların kutsal günü cumaya rastlatılmıştı. Millet Meclisi tam kadrosuyla önce Hacı Bayram Camii'nde cuma namazına katıldı; bu namazda -tarihin yazdığına göre- ''Kuran'ın ve ezanın nuru bütün inananların üzerine indi.'' Hutbede özellikle uzatılmış bir bölüm halinde Allah'ın lütuf ve inayetinin padişah ve halifenin yüce şahsından esirgenmemesi için niyaz edildi. Namazdan sonra saygıdeğer milletvekilleri, önlerinde taşınan Peygamber'in yeşil bayrağını topluca izleyerek, bir alayy halinde toplantı binasına geldiler, kapının eşiğinde, Müslüman töresi gereği, iki koyun kurban edildi.

Benzeri törensel cuma namazları, Ankara'nın direktifiyle aynı gün, en küçük köylere kadar Anadolu'nun bütün camilerinde kılındı.

Bu düzenlemede Paşa'nın kurnaz parmağı hemen farkediliyor. Böylesine dindarlık gösterilerine ihtiyacı vardı. Halk yığınları henüz Ortaçağ'ın dinsel bağları içinde, önyargılara saplanmış durmudaydı. Onların bu bağlarını çözmek, birkaç yüzyılı bir hamlede aşıp, modern bir devlet yapısını hemen kurmak istiyordu. Böyle bir işe doğrudan doğruya asla kalkışılamazdı; bundan dolayı bütün oyunlara başvurmak, bütün rolleri oynamak onun en doğal hakkıydı. Devrimci taktiği uygulamada hayranlık uyandıran bir daha göstererek, herkesi inandırmayı ve hareketleri hakkında herkesi yönlendirmeyi bildi; böylece de kullanabildiği sürece bir partiyi veya bir akımı asla kendisine düşman yapmadı. Daha sonra yıkacağı köhnemiş dinsel kurumları, o günlerde kendisine müttefik yapmasını bildi. Anadolu'nun yüksek dereceden din adamları onun safında yer alıp kendisini desteklediler. O zaman onun İslamiyet'in kurumlarına karşı birtakım girişimlerde bulunabileceğini pek az kimse sezinleyebilmiştir. Bir karşı fetva hazırlayan taşra uleması (*), yine Kuran'ın yasalarına dayanarak şeyhülislamın bir çeşit afaroz niteliğindeki fetvasını geçersiz ilân ettiler, çünkü bu fetva yabancıların zorlaması ve baskısı altında verilmişti. Ancak bu protesto,k halifenin silâhını -kısa bir süre sonra görüleceği üzere- bütünüyle etkisiz kılamamıştır.

Pek yoksulca döşenmiş bir sınıf odasında, akşamları tenekeden iki gaz lambasıyla aydınlanarak, Millet Meclisi yeni devletin temel taşlarını koyuyordu. Bunlar ''Mayıs Kararları'' denilen, geçici hükümetin iktidarına ilişkin yasaydı.

Saltanat ismen dokunulmaz kaldı. Alınan bütün önlemlerin yüce sultan ve halifeyi korumaya, hükümdarı ve Osmanlı ülkesini yabancıların elinden kurtarmaya hizmeti amaçladığı en belirgin biçimde dile getirdildi. Bununla birlikte padişah, işgal kuvvetlerinin bir tutsağı durumunda olduğundan, kararlarını da serbestçe veremediğinden dolayı, geçici bir süre için hükümdarlığı askıya alınıyor, bütün hükümet yetkisi yine ''geçici'' olarak Millet Meclisine geçiyordu.

Geçici hükümet kurulmasına ilişkin bu yasa, kolayca anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal tarafından önerilmişti. Özünde doğrudan doğruya yalın halk egemenliği ilkesini içeriyordu. Geçici durum sadece karşı kıyıya geçmek, için şimdilik zorunlu bir köprüydü, fakat dönüş yolu görünüşte açık bırakılmıştı; bir kez öteye varıldı mı, bu köprü pekâlâ sessizce atılabilirdi. Millet Meclisi hele tek başına ve ortaksız olarak devlet iktidarını üstlensin, o zaman padişahın gelecekteki durumu hakkında karara nasıl olsa kendiliğinden varırdı.

Mustafa Kemal o günleri şöyle anlatıyor: ''Hükümetin şekli sorunu o günlerde özellikle çok nazik bir konuydu. Bir öneride bulunmazdan önce meclisin duygularını zihniyetini inceden inceye hesaba katmak gerekiyordu. Bu zorunluluğuna boyun eğerek, asıl niyetin saklı tutulduğu bir önerge verdim.''

Gerçekten de bu niyet öylesine güzel gizlenmişti ki, onun nereye varmak istediğini pek az kimse sezmişti. Daha sonraları yandaşlarından bir kısmı kendilerinin aldatılıp kandırıldığını söylediğinde, Mustafa Kemal buna itiraz ederek, birazcık dikkatle Mayıs Kararlarının prensipte bir cumhuriyet kurmak demek olduğunun kolayca anlaşılabileceğini belirtmiştir.

İşlerin yürütülmesi için bir kurul oluşturuldu. İcra Vekilleri Heyeti adı verilen bu kabinenin onbir üyesi ilkin doğruca Millet Meclisi'nce seçildi, daha sonra bu seçim başkanının önerisiyle yapıldı. Mustafa Kemal bu yetki genişletilmesini birkaç ay sonra elde edebildi. Kendisini her şeyin üstüne, doruk noktasına çıkardı; onu Millet meclisine başkan seçtiler, aynı zamanda hükümetin de başkanıydı; böylece hem yasama erkini, hem yürütme erkini eline geçirmiş oluyordu; yani bir çeşit diktatördü, demokrasi harmaniyesine bürünmüştü sadece. Böyle olmak birlikte hiçbir zaman halk temsilcilerine aldırış etmemek, ya da onların önerimini azaltamya kalkışmak gibi girişimlerde bulunmamıştır. Hep parlamentoya dayandı, aynı zamanda ona egemen oldu; parlamentoyu yüceltti, onun yücelmesiyle kendi yerini de yükseltti; çoğunluk kararlarına boyun eğdi, fakat her zamanda kararların ödün vermeksizin kendi istediği doğrultuda alınmasını sağlamayı bildi çok ender görülen bu politik ustalığı ile o, tepeden tırnağa modern tipte bir devlet adamıdır.

O günlerde yeni kurulan hükümete giren bir adam, çok geçmeden Mustafa Kemal'in en önemli çalışma arkadaşı olmuştu. İsmet Paşa'ydı bu, o sırada genç bir albaydı, Ankara'ya geleceği güne kadar İstanbul'da millîcilere hizmet etmişti. Mustafa Kemal onu genelkurmay başkanı (o günlerde bu görev bir bakanlıktı) ve böylece bir bakıma ordunun başkomutanı yaptı. Fakat Ankara'ya daha yeni gelmiş, genç bir albaydan emir almak, daha yaşlı ve hareketin içinde daha önce hizmetler yapmış generallerin hoşuna gitmemişti. Ne var ki önder, yeni genelkurmay başkanının otoritesini kabul ettirdi, ondaki olağandışı nitelikleri derhal anlamış ve bu üst makama da özellikle getirmişti. İsmet Paşa, önderin amacını daha başta, doğru şekilde anlamış çok sayıda insanlardan biriydi; ondan hiçbir zaman zaman ayrılmamış ve hiçbir zaman da ona karşı muhalif tavır takınmamıştır. Kısa boylu, dış görünüşü hiç de gösterişli olmayan bir adamdı; her zaman güler yüzlü ve dostça davranan bir yaratılışı vardı; fakat bunun ardında soğukkanlı hesaplar yapmasını bilen bir irade ve eylemde acımasız olan bir mantık saklanırdı. Yeteneklerini savaş meydanlarında ne kadar başarıyla göstermişse, yeşil örtülü konferans masalarında da göstermiştir, belki de buralarda daha da iyi göstermiştir. Ağır işitmesini diplomatik bir meziyet durumuna getirmesini bilmiştir: Her zaman sadece işitmek istediğini kadarını işitirdi ya da sağırlığını kalkan yaparak söyleneni bir kere daha tekrar ettirir, böylece iyi hazırlanmış bir cevap verebilmek için zamanda kazanırdı.

Millet Meclis sürekli oturumlar yaparak yasama görevine devam ediyordu. İstanbul hükümeti tarafından yabancı devletlerle yapılmış bütün antlaşmalar, uzlaşmalar, ekonomik projeler geçersiz ilân edildi. Ülkenin bütün gelirleri, bu arada padişaha ait taşınmaz mallar ve dinsel amaçlı vakıflar da Ankara'nın yönetimi altında girdi. Başkent böylece mali açıdan felce uğratılmış oluyordu. İstiklal Mahkemeleri adıyla bir devrim mahkemesi kuruldu, Ankara hükümetine karşı girişilecek her eylem, yalnız muhalefet düzeyinde kalsa bile vatana ihanet olarak ilân edildi. Fakat bu olağanüstü mahkemeler her zaman ölçülü sınırlar içinde kaldılar, ne Rus ''Çeka''sı gibi korkunç bir anlam kazandılar, ne de Fransız devrimini halk mahkemeleri gibi kendi safları içinde ölüm saçtılar.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə