Avrupa ile asya arasindaki adam



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə2/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Fakat Türkiye'yi ikinci bir Mısır yapmayı istemek, birçokları için fazla aşırı gitmekti. Belki daha az kötü bir çare bulunabilirdi. Yakındoğuda doğrudan doğruya çıkarları bulunmayan ve diğerlerinin emperyalizmini önleyebilecek bir devlet vardı. Amerika Birleşik Devletleri halkların bağımsız hakları içni savaşa girmişti. Başkan Wilson o zamanlar bir çeşit Tanrı kayrası bir inayet-i rabbaniye gibi görünüyordu. Bütün ezilmişlerin bu yüce ruhlu avukatı, Osmanlılara da varolmak hakkını elbette verirdi. Eğer bir himaye yönetimi kaçınılmazsa, bu durumda Birleşik Devletler çok daha sempatikti ve hiç değilse çok daha az tehlikeli görünmekteydi. Önemli bir grup ve özellikle de millî kanat, Amerika'nın Türkiye'de bir manda yönetimi kurmasından yanaydı.

Fakat daha başka görüşler ve plânlar da ortaya çıkmaktaydı; bunlar halkların kendilerini yönetme hakkı ilkesine göre, ülkeyi tehdit eden bölünmeden kurtulmayı; yurt topraklarında Hristiyan devletlerin kurulmasını engellemeyi amaçlamaktaydılar. Bunun için burda yerel bir dernek kuruluyor, şurda bir korunma veya savunma örgütü oluşturuluyordu. Ayrı ayrı bölgelerde özerk cumhuriyetler plânlanıyor, böyece devletin birliğinin sürdürülmesi düşünülüyordu. Trakya'da kurulan dernek (merkezi Edirne'de, Trakya-Paşaeli Cemiyeti) bu amaçtaydı. Rum halkının yoğun olduğu Karadeniz kıyılarında da bir Pontus Cumhuriyeti kurulmasına hazırlanılıyordu. Çeşit çeşit komiteler meydana getirilmişti; bunların bir kısmı parti politikasıyla ilişkiliydi. Biri şöyle istiyor, ötekisi böyle istiyordu; herkes bir yol tutturmuştu bunu da tek kurtuluş çaresi görüyordu.

Savunma örgütleri için en sağlam ve bağdaşık olanı Anadolu'nun doğusundaydı. Ordaki illerde bir Ermeni devletini kurulması gerçekleşecek gibi görünmekteydi; Batı devletleri ve özellikle de Amerika Doğu Hristiyanlarına verilmiş sözü yerine getirmek zorundaydı. Damat Ferit Paşa hükümeti, İstanbul ile Boğazların devlete bırakılması karşılığında böyle bir projenin gerçekleştirilmesine razı olmaya hazırdı. Fakat bölgenin Müslümanları, bir arada yaşadıkları ve nefret ettikleri bu halkın egemenliği altına girmeyi asla istemiyorlardı. Buralarda Türklerle Ermeniler arasındaki, çok eskilere uzanan düşmanlık öylesine kökleşmiş, öylesine derinlemesine kanlarına işlemişti ki, bir uzlaşma düşünülecek gibi değildi. O halde yeni Türk hareketi, çıkış yolunu doğudan bulmalıydı.

***

Bu sırada bir görevi bulunmayan general, tekrar Perapalas otelindeki odasına yerleşmişti; uzun uzadıya düşünmeye de zaman bulmuştu. Plânı tamamdı, yalnız uygulamanın nasıl ve ne zaman olacağı henüz saptanmış değildi. Ne şekilde olursa olsun eski imparatorluğun korunması doğrultusundaki tüm düşünce ve girişimlere karşıydı; bunlar boş kuruntular, kendini aldatmalardır; olguların gerçekçi bir tutumla belirlenmesinden çok isteklerden esinlenmişlerdil. Bunca, umut, galip devletler arasındaki görüş ayrılıklarına dayandırılabilir miydi? Bu devletlerin çıkarları kuşkusuz çatışmış ve ganimetin paylaşılması konusunda kolayca anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Paris'te toplanan büyük konferansta gizli savaşlar sürüp gitmişti, bu da yararlı olmuştu, zamanın kazanılmasına olanak vermişti. Ama sonunda birbirleriyle nasıl olsa anlaşacaklar ve yenik düşmüş olana tuzlu bir hesap pusulası uzatacaklardı. Hoşgörülü davranış, ucuz kurtulanacak barış lafı, İtilâf devletleri patronlarının, kendilerine körü körüne güvenenlerin ağızlarına çaldıkları baldı. Elbette böyle yapacaklardı, kesilecek kuzunun sakin tutulması gerekmez miydi?

Himaye rejimi, manda yönetimi... Başka deyişle: Kendi kendini hadım etmek, ben artık özgücümle var olmayı beceremeyeceğim demek değil mi? Buna daha zaman var, hele halkın koltuk değnekleri olmaksızın yürüyemeyecek kadar gerçekten çok dermansız olduğu bir anlaşılsın, ondan sonra düşünmek gerek böyle şeyleri.

Hem aslında neyin kurtarılması isteniyordu? Osmanlı İmparatorluğu ölmüştü, hayata döndürülemezdi artık; bütün dünya Müslümanlarını birleştirmek ülküsü hem hayaldi, padişah ve halife ise sadece bedeni olmayan gölgelerdi. Eski, bir daha geri getirilemeyecek şekilde göçüp gitmişti; bunu durdururum diyen çıkmaz sokağa sapmış demekti; buna sarılırım diyen tepe taklak olacaktı.

Var olan tek gerçek Türk halkıydı; bağdaşık bir bütün olarak Kafkaslardan Akdeniz'e uzanan anayurdunda yaşayan Türk halkıydı. Bunun dışında ne varsa, hepsi moloz ve süprüntüydü. Ortaçağ kalıntısıydı, çağın çoktan gerisinde kalmıştı.

Batı devletleri milliyet ilkesini, halklarını en yüce hakkı olarak ilân etmişlerdi. Pekala, o halde Amerika nasıl Amerikalılarınsa, Türkiye de Türklerindi. Yeni temeller üstünde yeni bir devlet kurulacaktı, bu halka dayanılarak ve bu halk için. Milletin kendisinin yaratacağı bu yeni Türkiye'nin tam bağımsız olması zorunluydu. Bu devlette sultan ya da halifenin, taht ve mihrabın artık yeri yoktu.

Kendi doğal hayat alanı içinde, tümüyle Türk milletine dayalı bir devlet yaratmak düşüncesi, temelinde akla uygundu ve tarihsel durumdan kaynaklanıyordu. Bütün büyük devlet adamları gibi, Mustafa Kemal de en basit çözümü bulmuştu; zaten kapıya gelip dayanmış bir çözümdü bu. Aynı zamanda plân öylesine pervasız ve atak, öylesine o zamanın yurttaşları için tasarımlanamaz nitelikteydi ki, Mustafa Kemal varılacak son hedefi açıklamaktan kaçınmaya özellikle dikkat etmiştir. Daha o günlerde cumhuriyetten ve laik devletten bahsetseydi, kendisini tek kelimeyle anlamayacaklar ve ardından gelmeyi kesinlikle istemeyeceklerdi. Gün olmuş can sıkan hükümdarlar tahtlarından indirilmişti. Kuran buna izin vermekteydi; fakat kutsal bir kurum sayılan saltanatı ya da halifeliği toptan kaldırmak bir Müslüman için aklının alamayacağı bir şeydi, onun düşünce alanında böyle bir tasarıma yer yoktu. Mustafa Kemal'in aslında neyi amaçladığını tek bir kişi dışında kimse sezinlemiş değildi; bu kişi de padişahın kendisiydi; atalarından gelen hükümdar içgüdüsü ile Mustafa Kemal'in yürüttüğü hareketin, doğrudan doğruya hanedana karşı olduğunu daha baştan anlamıştı; onun amansız ve işin aslını bilmeyenlere çoğu kez akılsızca görünmüş düşmanlığı bundan ileri gelmekteydi.

Yeni devlet için genç generalin saptadığı ilke, tam bağımsızlığın kazanılmasıydı. Buna erişmek için büyük devletlerle ya da bunlardan biriyle mutlaka çatışmak zorunda kalınacağını biliyordu. Fakat böylesi bir düşünce de genellikle halk yığınlarınca kavranılır gibi değildi. Eli kolu bağlanmış, küçük bitkin bir ülke, nasıl olur da kudretli Almanya ile Avusturya'yı daha yeni dize getirmiş galip devletlere kafa tutmayı göze alabilirdi? Böyle bir şey akla da, mantığa da aykırıydı. Bu kanı yalnızca halk yığınlarında kökleşmiş değildi, akıl yürütme gücüne sahip bulunanlar da Mustafa Kemal'in kendilerine dayanmak zorunda olduğu önderler de böyle düşünüyorlardı. O halde bu açıdan peşinden gelenleri kuşkulandırmamak ve başlangıçta İtilâf devletlerine açıkça düşmanlık gibi görünebilecek her şeyden kaçınmak gerekiyordu. Buna rağmen Batılı güçlerle bir anlaşmazlık rizikosunu göze aldığı zamanlar olmuştur; ancak bu, ne Enver Paşanınki gibi delice bir cüretkârlık ne de her şeyin iyi gideceği umuduyla körü körüne yapılmış bir ataklık olmuştur; aksine onun cesareti hep psikolojik anların tamamı tamamına önceden kestirilmesinden kaynaklanmıştır. Uzağı gören bakışı galiplerde, başka kimsenin görmediği bir zayıf noktayı fark edebiliyordu. Nitekim onlardaki görüş ayrılıklarına hiçbir zaman bel bağlamadı; aksine onun hesabı başkaydı; bunda da aldanmadığını olaylar gösterdi. İngiltere ve Fransa gibi çok gelişmiş devletler savaşta göründüğünden çok daha fazla hırpalanmışlardı; halkları yıllarca sürmüş boğuşmadan sonra yorgun düşmüştü, hükümetleri istese bile yeni bir savaşı, üstelik sadece emperyalist amaçları olan bir savaşı istemeyeceklerdi.

Benzersiz taktik yeteneğiyle plânlarını peçelemesini bildi, yandaşlarını asıl niyetleri hakkında karanlıkta bıraktı ve onları kendisinin açıkça ve besbelli ortaya koyduğu amaçlara, çoğunun pek istemeyeceği hedeflere doğru sürekli yürütmeyi başardı. Bir basamağı sağlam biçimde çıktıktan sonradır ki, bir sonraki basamağın görüntüsünü gözler önüne serdi. Her aşamayı ne erken, ne geç, tam zamanında aştı; oynadığı oyunu, ancak atılması zorunlu bir sonraki adım için gerektiği ölçüde açıkladı ve böylece insanları her zaman, nereye istiyorsa oraya götürmesini bildi.

İstanbul'da yakınlarına tasarılarından söz etmişti, fakat sadece amacının birinci aşaması için yararlı olacak derecede. Hükümetin başkentte kararlarında serbest davranamayacağını ve padişahın da galiplerin elinde bir tutsaktan pek farklı olmayacağını anlattı. Millî iradenin ağırlık merkezi, ülkenin iç kesimine nakledilmeliydi; orda, Anadolu'da halka dayanarak, hükümete destek ve güç sağlayacak, hükümdarın tehdit altındaki tahtını kurtaracak bir hareket yaratılabilirdi. İtilaf devletlerine karşı her çeşit düşmanca tutumdan kaçınılacaktır. Hareket ancak barışçıl nitelikte düşünülebilirdi; amacı da sadee Türkiye'de hâlâ yaşama arzusu bulunduğunu, hâlâ hesaba katılması gereken bir güce sahip olduğunu göstermek olacaktı. Hiçbir partinin yardımına başvurulmamalıydı, bütünüyle halktan kaynaklanan bir hamle olması gerekiyordu.

Bütün bu öneriler alışılmış, yaygınlık kazanmış duygulanım ve tasarım dünyasının içinde kalan şeylerdi. Anadolu'da millî bir direniş başlatma düşüncesi, daha önce de defalarca ortaya atılmıştı. Padişahı kurtarmak, herkesin düşüncesi buydu; Damat Ferit Paşa hükümeti zaten saygınlığa sahip değildi artık; bu hükümeti düşürmek, yurtseverce bir iş olacaktı. Ve sonra subaylar vardı -bu konuda en çok da onlar söz konusuydu- Bunlar, görünüşe göre kaçınılmaz, sonra, hiçbir direnişte bulunmadan boyun eğmeye, ülkenin batışını elleri böğründe seyretmeye en az katlanacak zümreyi oluşturuyordu. Onların yapısında eylem vardı, kendini savunmak vardı; sakınganca ince eleyip sık dokumak yoluna pek az saparlardı. Yani düşünceler silsilesini pek öyle tamamı tamamına irdelemezler, varılabilecek bütün sonuçlar hakkında uzun uzadıya düşünmezler, sadee eylemde bulunmak, sessizce durup kalmanın artık dayanılmaz hale gelmiş baskısından kurtulmak için atılımlara girişmek, onların duygularında coşkular yaratır.

Plânladıklarını gerçekleştirmek amacıyla general, kendisine yeniden bir komutanlık verilmesi isteğinde bulundu. Buna olanak bulunmadığı söylendi, sayıları çok azalmış bu çeşit görevlerin hepsi çoktan dolmuştu. Fakat o yine de becerikliliğiyle bütün dünyayı kandırmayı başardı.

İtilâf devletlerinin yüksek komiserliklerine Anadolu'da bazı huzursuzlukların cereyan ettiği duyurulmuştu. Orada burada küçük yangınların parladığı oluyordu; eşkıyalık olayları artıyordu; terhis edilmiş askerler eşkıya çeteleri gibi ülkenin içinde dolaşmaktaydı; ayrıca İttihatçılar komitesi de kuşku uyandıran eylemlerde bulunmaktaydı. Aslında bütün bunların pek öyle büyük bir önemi yoktu, ama ne de olsa asayişin sağlanması zorunluydu. Bunun için de demir elli biri gerekliydi. Özellikle tam anlamıyla ulaşılamayan doğu bölgesinde durum kaygı vericiydi. Ermeniler, Türkler, Kürtler dişlerini gıcırdatarak birbirlerinin karşısına dikilmişlerdi. Ve hâlâ her tarafta silâh vardı. Ordunun derhal etkisiz duruma getirilmesi Mondros Mütarekesi'nde ne yazık ki unutulmuştu. Ordunun terhisini şimdi hızla tamamlamak, bütün savaş malzemesini bir an önce toplayıp güvenli yerlere depo etmek gerekiyordu. Bazı olayların ışığında - Paris'ten verilen direktifler böyle diyordu- yapılması olası direnişlere daha baştan meydan verilmemesi arzu edilmekteydi.

Türk hükümetinden doğuya gönderilecek güvenilir bir kimsenin ismen bildirilmesi istendi. Durum harbiye nezaretine iletildi. Müsteşar Cevat Paşa, Mustafa Kemal'i önerdi; onun niyetleri konusunda biraz bilgisi vardı, nazır da bundan pek büsbütün habersiz değildi. Mustafa Kemal'e durum bildirildi. O da öngörülen ''doğu illerindeki asayişsizlik durumunu yerinde saptamak ve gerekli önlemleri almak'' görevinin başarılması için, belirli bir komutanlığın ve olağanüstü yetkilerin verilmesinin zorunlu olduğunu belirtti. Böylece kendi telkiniyle bir ordu müfettişliği düşüncesini ortaya çıkarmış oluyordu.

Sadrazam Damat Ferit, harbiye nazırlığının önerisini uygun buldu. Padişah da bu atamadan yanaydı. Belki de gerçek amacının ne olduğu bilinmeyen bu generali başkentten uzakta bir işlerle uğraştırmak daha uygun görülmüştü. fakat İngiliz yüksek komiseri önceleri bu atamayı onaylamak istemedi.

Nasıl istesin, Mustafa Kemal tehlikeli görülüp, pek yakında Malta adasına, toplama kampına gönderilecekler listesinde bulunuyordu. Damat Ferit, generale kefil olup, sonunda yüksek komiseri kararından caydırmayı başardı. Ayrıca Mustafa Kemal'i müttefiklere, Enver'in politikasına sürekli karşı çıkmış ve Almanya'nın hasmı olarak tanınan biri diye özellikle tavsiye etti. Mustafa Kemal aldığı yazılı buyrukta, yetki genişletilmesi doğrultusunda değişiklikler yaptırdı, bu şekilde eline hiçbir şüphe uyandırmadan dilediği gibi yararlanabileceği bir silâh geçiriyordu. Hazırlanan yönergeyi sadrazam uzun uzadıya incelemeden imzaladı, harbiye nazırı baştan biraz duraksadıysa da, sonra da o altına mührünü bastı. Böylece Mustafa Kemal, padişahlık hükümetinin güvenilir adamı ve işgal kuvvetlerinin resmî görevlisi sıfatıyla Anadolu'ya gidiyordu. Ordu müfettişliği görevinin dışında, ayrıca doğu illerinin genel valiliği yetkilerini de almıştı.

Türk Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'yla aralarında değişik bir gizli şifre kararlaştırdılar, böylece kontrol edilmeksizin İstanbul'la doğrudan haberleşmeyi sağlayacaktı. Karargâh kurmayı olarak çok güvendiği beş subay seçti ve 16 Mayıs 1919'da küçük ''Panderma'' (Bandırma) vapuruyla Karadeniz'i aşıp Samsun'a ulaşmak üzere başkenti terketti.

Yola çıkmak üzereyken, İstanbul'da karar değişikliği oldu. Yeni alınan haberlere dayanılarak güya Mustafa Kemal'in atanışının bir hata olduğu anlaşılmıştı ve kendisinin mutlaka alıkonulması isteniyordu. Bu darbenin İngiliz yüksek komiserinden mi, yoksa Türk hükümetinden mi geldiği tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla birlikte kontrol merkezlerine, Mustafa Kemal'in durdurulup geri gönderilmesine ilişkin bir emir verilmişti. Fakat anlaşılan işgal kuvvetleri arasındaki çekememezlikler sonucu emrin uygulanmasında duraksamaya düşülmüştü. İşte bu birkaç saatlik boşluktur ki, Mustafa Kemal'in tehlikeden sıyrılmasına yetti.

***

Paris'te sadece Almanya'ya dikte ettirilecek barış antlaşmasıyla uğraşıldığından, Yakındoğu sorunları şimdilik askıda bırakılmıştı. Türkiye'nin geleceği nasıl olsa elde birdi; güçten düşmüş ülke, yazgıcı ağırkanlılığıyla boynunu bükmüş, kendisi için belirlenecek sonu bekler görünüyordu. Onun için de bu taraftan ciddi bir tehlike söz konusu değildi.

Bu bakımdan doğudaki ganimete ilişkin çeşitli ve çoğunlukla birbirine ters düşen isteklerde bir uzlaşma sağlama işine daha sonra rahatça girişilebilirdi. Bunu gerçekleştirmek kuşkusuz hiç de kolay olmayacak ve çok zaman alacaktı. İngiltere kendi payını garantiye almış, Arabistan'ı ele geçirmekle Mısır'dan Hindistan'a köprü kurmuştu. Fransa'yla uzlaşamadığı birkaç konu vardı; Fransa'nın gözü Suriye'deydi, ama zorlanırsa Arabistan'la Anadolu arasındaki sınır ili, zengin ve verimli Kilikya'yla yetinmeye de pekâlâ razı edilirdi. Fransızların bakışları Ren bölgesine çevrili tutulduğu sürece nasıl olsa bir anlaşmaya varılırdı.

Daha büyük zorluk İtalyanlarla anlaşma sağlamaktaydı. Saflarına geç katılmış bu müttefiği, savaşa sokmak gayretiyle biraz büyükçe lokmalar vaadedilmişti; ancak şimdi bunların yerine getirilecek gibi şeyler olmadığı görülüyordu.

26 Nisan 1915'te Londra'da yapılan gizli pazarlıkta, İtalya'ya savaşa girmesinin ödülü olarak Antalya iliyle buna komşu bütün Akdeniz bölgesi vaadedilmişti. Eskiçağın Pamfilyası olan Antalya ili, Küçükasya'nın güney kıyısındaydı.

Bir yıl sonra İngiltere, Fransa ve Rusya yaptıkları Sykes-Picot sözleşmesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölüşülmesi konusunda tam bir görüş birliğine varmışlardı. (Bu sözleşme daha sonra Türkiye'yle yapılacak barışın esasını oluşturmuştur.) Ancak bu antlaşma İtalya'dan saklı tutuldu. Fakat İtalyanlar yine de bunu öğrendiler ve isteklerinin kesinkes saptanmasını istediler.

Böylece 17 Nisan 1917'de dört müttefik arasında yapılan St. Jean-de-Maurienne antlaşmasına gelindi. İtalya'ya İzmir iliyle birlikte Konya'ya kadar bütün Batı Anadolu, manda veya çıkar bölgesi olarak ayrıldı. Bu antlaşma ilgili devletlerden Rusya tarafından -ülkede devrim başlayıp müttefikliği sona erince- imzalanamadı. Üstelik Rus devrim hükümeti, her çeşit toprak ilhakından ve tazminat ödenmesinden vazgeçtiğini belirtir bir prensip kararı ilân etmişti. Sözleşmede Rusya'nın imzası eksik olduğuna göre -gerekirse- bu anlaşma geçersiz sayılabilirdi.

İtalya 1919 Nisanında Antalya kentini art bölgesiyle birlikte işgal etti. Buna karşılık müttefikler hiçbir tepki göstermediler. Ayrıca Türkler de bu çıkarmayı pek önemsememişlerdi. Fakat İtalya İzmir üzerindeki isteklerini gerçekleştirmek amacıyla ileri harekete geçmedi; bunu sürekli Paris'e taşınıp duran Venizelos'un çevirdiği yeni bir gizli dolap önlemişti. İngiltere ile Fransa, İtalya'nın Antalya'yla birlikte İzmir'i ve Anadolu'nun batı kıyılarını ele geçirmesini istemiyorlardı, bu durumda İtalya Doğu Akdeniz'in efendisi olurdu. St. Jean-de-Maurienne antlaşmasında kabul edilen yükümlülük, hukuk açısından geçerli sayılamazdı. Ayrıca Yunanlıların da savaşa katkılarından dolayı ödüllendirilmeleri gerekiyordu. Ne var ki onların bütün Avrupa yakası kıyılarıyla birlikte İstanbul'u almak umutları boşa çıkmıştı. Burası o günlerde milletlerarası bir statüye bağlanmak isteniyordu. Ama Yunanlılara İzmir verilirse, bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı: Hem Yunanlılar memnun edilecek, hem de İtalyanların, hiç arzu edilmediği halde, etkinlik alanlarını genişletmeleri önlenmiş olacaktı. Üstelik Venizelos'un istatistiklerine göre de İzmir ilinde Rum nüfus çoğunluktaydı. (Gerçekte Rumlar yalnızca iki yerde, İzmir kentinde ve Ayvalık'da çoğunluktaydılar). Venizelos tarafından ikna edilen Lloyd George ve Cl´emenceau, anlaşıldığına göre yüksek kurulun diğer üyelerinin haberi olmaksızın, 6 Mayıs 1919'da Yunanistan'a İzmir'i ''müttefikler adına'' işgal etme izni verdiler.

Türk hükümetine de mütarekenin 7. maddesi uyarınca İzmir'in müttefiklerce işgal edileceği bildirildi. Bu maddeye göre müttefiklerin güvenliği bir bölgede tehdit altına girdiği takdirde, orasını işgale hakları vardı. Sadrazam, İzmir valisine Türk askerlerinin kışlalarında tutulması ve halk arasında her çeşit gösterinin engellenmesi yolunda direktif verdi. Genellikle herkes müttefik askerlerinin karaya çıkacağını sanıyordu, verilmiş olan bilgi de zaten bu yoldaydı. Yunanlılar hiç hesapta yoktu, kimsenin de aklına böyle bir şey gelmemişti.

14 Mayıs 1919'da İzmir limanında bir filo göründü. Filo komutanı İngiliz amirali Calthorpe, valiye müttefik askerlerinin karaya çıkacağını haber verdi. İki saat sonra da valiyi çağırtıp, Yunanlıların İzmir'i işgal edeceğini bildirdi. Vali yıldırım çarpmışa dönmüştü, göz yaşlarını tutamıyordu. ''Yunanlılar mı?'' ''Evet, Paris'in kesin emri! Amiralin karşılığı bu olmuştu. Vali, işgalin hiç değilse yalnızca Yunanlılara bırakılmamasını rica etti, bu durumda neler olabileceği kestirilemezdi. ''Olanaksız'' cevabı verildi, -Sizin deniz askerinizden iki, üç yüz kişilik bir müfrezeyi katın aralarına, o zaman Müslüman halkı yatıştırabilir ve Yunan işgali, kesin işgal değildir diyebilirim- Olanaksız!

15 Mayıs'ta sabahleyin Yunan birlikleri İzmir rıhtımına çıkmaya başladılar. İzmir metropoliti onları takdis etti. Kentin bütün Rum halkı toplanmıştı. Sevinç coşkunluğu dille anlatılır gibi değildi: ''Zito Venizelos! Zito Venizelos!'' haykırışları dinmek bilmiyordu.

Birlikler caddelerden geçmeye başladı. Hükümet konağının karşısındaki büyük kışlanın içi Türk askerleri ve subaylarıyla doluydu; verilen emir gereği herkes telaşla oraya sığınmıştı. Yunan askerlerinin yürüyüş kolu hükümet konağının yanındaki meydana sapınca, bir silâh patladı, kimse nerden atıldığını bilmiyordu. Fransız görgü tanıklarına göre bu ateş önceden tutulmuş Rum kışkırtıcılar tarafından açılmıştı. Yunan askerleri derhal mevzi alıp yaylım ateş açtılar, makineli tüfekler takırdamaya başladı. Kışlanın içinde panik başgösterdi; askerler ordan oraya koşuyor, vurulanlar yere yuvarlanıyor, bazıları da doğal olarak ateşe ateşle karşılık veriyordu. Subaylar kuşatılmış askerleri yatıştırmayı başardılar. Bir beyaz bayrak çekildi, komutan kışlayı teslim etmek üzere nizamiye kapısına çıktı; kendisini vurdular. Sonunda ateş kesildi.

Tutsaklar uzun bir alay halinde rıhtıma götürüldü. Yerli Hristiyan halk bağırıp çağırıyor ve Türklere yuha çekiyordu. Türklerden bazıları süngülenerek yere yıkıldı. Subayların yüzlerine tükürüldü, Türk olan ne varsa saldırıya uğruyordu. Erkekler başlarındaki fesi çıkarıp ayaklarıyla çiğnemeye zorlanıyordu. Müslümanlar için en ağır hakaretti bu; yapmak istemeyen hemen süngüleniyordu. Kadınların peçeleri yüzlerinden çekilip yırtılıyordu. Türk kafilesinin geçtiği yollar, yerde yatan ölüler ve yaralılarla dolmaktaydı. O sırada ayak takımı da Türk evlerini yağmalamaya koyulmuştu.

Türkler 300 ölü ve 200 yaralı saydılar; aralarında valinin de bulunduğu yirmi bin tutsak Yunanistan'a götürüldü. Yunanlıların İzmir'de karaya çıkışı, üç yıl sürecek ve acımasız gaddarlıklarla yürütülecek bir ''savaş sonrası savaşın'' başlangıcı oldu.

***

''Panderma'' (Bandırma) vapuru 19 Mayıs 1919'da Samsun önünde demir attı. Yolculuk fırtınalı geçmişti. Köhnemiş eski bir tekne olan vapurun, Karadeniz'in azgın dalgalarına dayanacak durumu yoktu. Yola çıkıldığında kaptan pusulanın çalışmadığını bildirdi. Kendisine kıyıya yakın gitmesi söylendi, hedefe bu şekilde varıldı.

Samsun halkının bir kısmı, her gemi gelişinde yaptıkları gibi, kıyıda toplanmıştı. Bir kayık vapurdan ayrıldı, az sonra karaya yanaşmıştı. İçinden az sayıda maiyetiyle genç bir tuğgeneral çıktı. ''Anafartalar kahramanıydı'' bu, ancak hakkında bilinen, onu sadece bir askeri komutanlık üstlenmek üzere hükümet tarafından gönderilmiş bir paşa oldğuydu. Böylece karaya çıkan yolcular, oraya gelen her resmî şahsiyete gösterilen cinsten bir saygıyla selâmlanarak karşılandılar.

General bekleyenlerin arasından geçerek yürüdü; göze çarpacak derecede ağır davranıyor, her adımını sanki ayrı bir ağırlığı varmışcasına atıyor, ayağını yapıştırıyormuş gibi yere sımsıkı bastırıyordu. Birbiriyle kesişen çizgilerle dolu yüzünün ciddi ifadesinde yoğun bir irade gücü hemen belli oluyordu; aynı zamanda genel görünümünde güven telkin eden bir şeyler vardı; insana neden ileri geldiğini kestiremediği bir teselli; bir güvence veriyordu. Anadolu'nun her yerinde olduğu gibi, Samsun'un Müslüman halkı da yılgınlığa ve umutsuzluğa kapılmış durumdaydı. Bu liman kenti Rum ve Ermeni patriklerinin kışkırtma merkeziydi; bir Rum Pontus devleti ve bir büyük Ermenistan kurulması yolundaki çabalara burdan yön verilmekteydi. Türkler ne yapacaktı peki? Ya göçler edecekler ya da özgürlüklerini yitireceklerdi, başka seçenek yoktu.

Mustafa Kemal'in İstanbul'dan ayrılışından az önce, Yunanlıların İzmir'e çıktıkları ve bunun sonucu olarak çok acıklı olayların cereyan ettiği haber gelmişti. Bu olay ona, plânları açısından Tanrı'nın bir lütfu gibi göründü. Daha önce yapacağı direniş çağrısının, moral bakımından çökmüş halkta uyandıracağı yankıdan o kadar emin değilken, şimdi düşmanın kendisi eline paha biçilmez değerde bir koz vremekteydi. Ülkelerinin müttefiklerce işgaline Türkler sakince boyun eğmişler, bunu galibin hakkı saymışlardı; bedence ve ruhça bitkin bu halk yığınları bir diktaya da sonunda razı olurdu. Fakat Yunanın, şimdiye kadar küçümsenerek hep tepesinden bakılmış, bu sırnaşık çanak yalayıcısının Türkün başına efendi kesilmesi, tek kelimeyle katlanılabilecek bir şey değlidi. Üstelik müttefikler Anadolu'nun en güzel illerini, Ege'nin incisi İzmir'le birlikte Yunanlılara peşkeş çekmeye kalkışmakla, büyük devletlerin adalet duygusuna belki hâlâ beslenen umudun son kalıntısını da yok etmiş oluyorlardı. ''Başka herkese katlanabiliriz, fakat Yunan'a asla'' diyordu Türkler. Nitekim bir anda ülkenin dört bir yanında bir öfke alevleniverdi. Mustafa Kemal'in yapacağı iş, fışkıran bu öfke pınarının suyunu büyük, güçlü bir akıntının yatağına yöneltmekti. Kuşku yok ki general oyununu, büyük devletlerin yanlış hamlesi sayesinde kazanmıştır. İzmir sadece müttefik birliklerince işgal edilseydi, eline Yunan işgalinin sağladığı derecede etkili bir silâh geçmiş olmayacaktı.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə