Avrupa ile asya arasindaki adam


Bu cevabın yazılı olarak da kendilerine verilmesinden sonra, Türk delegelerinden Paris'i derhal terketmeleri nazik bir dille istendi



Yüklə 392,95 Kb.
səhifə4/10
tarix21.03.2018
ölçüsü392,95 Kb.
#32690
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Bu cevabın yazılı olarak da kendilerine verilmesinden sonra, Türk delegelerinden Paris'i derhal terketmeleri nazik bir dille istendi.

Aslında biraz gereksiz olan bu hareket, Türklerin millî duygularını derinlemesine incitmişti. Verilen cevabın yankıları uzaklardaki Erzurum'a kadar ulaştı. Hiçbir şey Mustafa Kemal'i bu kadar sevindiremezdi.

Böylece hareketin hedefini istediği doğrultuda belirlemek olanağını elde etti. Erzurum kararlarında bunlar şöyle dile getirilmektedir: Türk milleti parçalanmaz bir bütündür. Yabancı işgal ve müdahalesine doğu illeri tek vücut olarak direnecektir. İstanbul hükümetinin görevini yapamaması durumunuda geçici bir hükümet yönetimi üstlenecektir. Daha sonra ün kazanan adıyla millî paktın: ''Misak-ı Millî''nin, Yeni Türkiye'nin Magna Charta'sının (*) ilkeleri bunlardı.

Bu ilk metinde asıl eğilimlerin gizlenmesine ve ilkelerin, kendilerinden çok anlam çıkarılacak biçimde ifade edilmesine dikkat edilmiştir. Millî savunma ilkesi şimdilik yalnızca Yunanlılara ve Ermenilere karşı geçerlidir; henüz İtilaf devletlerine karşı bir tavır takınılmış değildir. Padişah ve halifeye sadakat özellikle vurgulanmış, kendisine bir bağlılık mesajı gönderilmesi de ihmal edilmemiştir.

Saptanan kararları uygulamak üzere ''Heyet-i Temsiliye'' adıyla bir yürütme kurulu seçilmişti, bu kurula ne yapılacağını gösterir geniş kapsamlı bir tüzük de verilmişti. Mustafa Kemal bunun, amacına uygun gördüğü yerlerinden yararlandı, diğer kısımlarına dokunmadı. Kendisi bu kurula başkan seçilmiş bulunuyordu. Kurulun sekiz üyesi daha vardı, ama çok geçmeden bunların çoğu bir tarafa sıvıştı, böylesine bir görev onlara tehlikeli görünmüştü. Sadece Rauf Bey ile Bekir Sami Bey yanından hiç ayrılmadılar; bu sonuncusu daha önce Beyrut valiliği yapmıştı, daha sonraları da önemli rol oynamıştır.

Bu ilk bölgesel kongrenin sonuçları bir bildiri halinde millete duyurulmuştu. İtilaf devletleri temsilcilerine de bir suret gönderilmişti. Bildiride bu yeni komitenin, İttihat ve Terakki Jön Türkler komitesiyle ya da buna benzer örgütlerle en ufak bir ilişkisinin bulunmadığının bütün dünyaya açıklanmasına özellikle dikkat edilmişti. Yeniden hükümete gelmek için ateşli çabalar harcayan İttihatçılar da, çok geçmeden bu harekette kendilerine hiçbir yer bulunmadığını farkettiler.

Erzurum kararları aslında sadece doğu illeri için geçerliydi. Şimdi bunu bütün ülkeyi kapsamına alacak şekle sokmak,alınan yetkiyi bütün millete dayandırmak gerekiyordu. Aynı zamanda bir adım daha atılabilir, genel çizgiler halinde taslağı hazırlanmış Misak-ı Millî'ye, istenilen tam biçimi verilebilir, daha kesin bir ifade ve daha geniş bir anlam kazandırılabilirdi. Bunu da Sivas genel kongresi yapmalıydı.

Sultan VI. Muhammet Vahidettin, bu sadakat bildirisine elbette kanmış değildi, hele şu asi generalinkine hiç. Bu adamın saltanat düzenini toptan ortadan kaldırmayı amaçladığından hükümdarın hiç kuşkusu yoktu. Kendisi olsun, hükümeti ve tanınmış adamların çoğu olsun, galiplere karşı girişilecek her başkaldırmanın, durumu sadece daha kötüleştireceği ve barış koşullarını daha da ağırlaştıracağı kanısındaydılar.

Padişahın tahtın korunmasını ilişkin kişisel çıkarı ve kendi anladığı anlamda ülkenin hayrı, bu generalle yandaşlarının bir an önce ve kesinlikle ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu.

O günlerde, 1919 yazında, enerjik bir müdahaleyle yangını söndürmek belki de olasıydı. Padişah, doğru bir tutumla, büyük çapta önlemler alınmasını istiyordu.

Anadolu'ya sevketmek üzere, hükümete bağlı birliklerden iki tümen oluşturulmasını düşündü. Fakat bunu yapmasına yüksek komiserler izin vermediler. Birliklerin terhis edilmek yerine yeniden silâhlandırılması, mütareke ilkelerine aykırıydı. Ayrıca kendi hükümetlerinden de padişahı korumaları, fakat Türkiye'nin içişlerine karışmaktan kaçınmaları ve ülkede bütün partileri hoş tutmaları yolunda direktif almışlardı.

Padişah kendisine hareket serbestliği verilmesini ısrarla istediyse de, bütün ricaları boşuna oldu. O zaman gizlice gönderilecek çetelerle Anadolu'da kargaşalık çıkarmayı, özellikle de Hristiyan halka karşı saldırılar düzenletip, bunları Kemalistler yapmış gibi göstererek, İtilâf devletlerini harekete geçirmeyi denedi. Mustafa Kemal'in hızla bunlara karşı çıkardığı çeteler sayesinde, padişahın bu girişimi genellikle başarısızlığa uğradı, fakat yine de asayişsizliğin büyük ölçüde artmasına ve bir çeşit eşkıyalık keşmekeşinin büyümesine yol açtı.

Bunun üzerine müttefikler, iç kesimlerdeki garnizonlarını güçlendirdiler, özellikle demiryollarını güvence altına aldılar; asayişsizliğin yayılmasına izin verilemezdi. Bu konuda bir bahaneye yol açmamak için Mustafa Kemal, yabancı işgal kuvvetleriyle her türlü çatışmadan titizlikle kaçınıyordu, ancak yine de Türk ve İngiliz birlikleri arasında sık sık olaylar çıkıyordu.

Sivas'da yapılması plânlanan kongre, hükümete ve padişaha, hızlı bir müdahaleyle bu harekete bir son vermek için elverişli bir fırsat gibi göründü. Önce Anadolu'daki bütün resmî makamlara, General Mustafa Kemal'in nerde görülürse tutuklanıp başkente gönderilmesi için emirler verildi. Generali Erzurum'dan Sivas'a gelirken yolda yakalamak için yapılan bir girişim başarılı olamadı. Bu konuda uyarılan Mustafa Kemal, düşünüldüğünden daha çabuk davrandı. Kendisine pusu kurmak isteyenler, yeterli sayıda jandarma toplayıncaya kadar, o baskın için kararlaştırılmış yeri çoktan geride bırakmış bulunuyordu.

Fakat Vahidettin işi sadece tutuklama emrine bırakmamış, daha geniş kapsamlı önlemler de aldırmıştı. Padişahın sadık bir bendesi, Ali Galip Bey adında eski bir kurmay albay, daha çok Kürtlerin oturduğu, merkezi Malatya olan Elaziz iline vali atamıştı. Bu adam Kürt oymaklarını toplayıp Sivas'ı basacak ve orda kongre için toplanmış olanları tutuklayacaktı.

Bu arada delegeler de Anadolu'nun dört bir yanından, gizli yolları seçerek ve binbir güçlükle Sivas'a gelmiş bulunuyordu. Doğu illeri temsil edilmediği için, Heyet-i Temsiliyle kendisini doğrudan doğruya buraların temsilcisi olarak atamıştı.

4 Eylül 1919'da kongre açıldı. Muhalifler hemen önderin başına fazla buyruk davranışlarına itirazlarda bulundular. Kendiliğindenmiş gibi almış olduğu üstün yerinden dolayı kuşkular duyulmaktaydı. Daha önceleri de hareketin yönetiminin sadece ismen değil, aksine fiilen de kurula verilmesi, başkanlığının da sürekli değişmesinin sağlanması yolunda çabalar gösterilmişti. Şimdi yine aynı hava estirilmek isteniyordu. Mustafa Kemal bu görüşleri kesinlikle reddedip şu açıklamayı yaptı: ''Efendiler, tarih çürütülmez bir kesinlikle gösteriyor ki, büyük girişimlerde tek bir önderin bulunması, başarının zorunlu koşuludur. Bir çokluk yönetimi başarıya giden yolu asla bulamaz.'' Yirminci yüzyılda bir iktidarın yürütülmesinin demokratik şekillerinden elbette ki vazgeçilemezdi. Fakat politikacı general, çoğunluk kararı denilen politik aracı öyle ustaca kullanıyordu ki bu çoğunluk onun arzularını yansıtan bir ayna oluveriyordu.

İlk oturumun başlamasından az önce, Rauf Bey Mustafa Kemal'a yaklaşıp ''Biz anlaştık'' dedi, ''Hiçbir şekilde başkanlığı üstlenmemelisin.''

Bu sorunla ilişkili olarak Mustafa Kemal toplantıda gizli oylama isteğinde bulundu. Pek az bir muhalef oya karşı, çoğunlukla kongre başkanlığına seçildi. Sonra da padişaha mutat bağlılık gösterisi yapıldı.

Mustafa Kemal'in şahsına karşı muhalefetten çok daha düşündürücü olan, Amerikan mandası sorunuydu; kongre şimdi bu konuyu tartışmaktaydı. Hemen herkes,emperyalistliği tehlikesiz görülen Amerikan Birleşik Devletleri'nin himaye rejiminin, bütün güçleklerden sıyrılmak için tek çıkar yol ve ülkeyi tehdit eden parçalanmayı önleyecek tek olanak olduğu kanısındaydı. Hatta Mustafa Kemal'in Rauf, Bekir Sami Bey gibi en yakın çalışma arkadaşları ve Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve refet gibi en önemli paşalar bile böyle bir mandadan yanaydılar. Kendi güçlerine dayanarak galip devletlerle boy ölçüşmeyi, ya da onlara karşı durmayı bu deneyim sahibi askerler kesinlikle olanaksız görüyorlardı.

Bu konuda görüşmeler günlerce sürdü. ''Türkiye yabancı yardımı olmaksızın varlığını sürdüremez'' demekti bu. ''Bizim devlet gelirlerimiz, borçlarımız faizini ödemeye bile yetecek kadar değildir.'' ''Yirminci yüzyılda bir milletin beş yüz milyon lira borç, harap olmuş bir ülke, pek az verimli topraklar, miktarı söylemeye bile değmez gelir kaynaklarıyla, yabancı desteği olmaksızın yaşaması olanaksızdır.'' ''Manda ve bağımsızlık birbirlerine zıt kavramlar değildir.'' ''Hem böylece insan topluluklarını köleliğe götüren İngiltere'nin himaye yönetimi tehlikesinden kurtulmuş oluruz.'' ''Çaresiz, parasız ve tırpandan geçirilmiş bir halkla başka ne yapabiliriz?''

Telkinler öylesine güçlü, kolay yoldan kurtulma çaresi öylesine çekici, aynı zamanda öylesine akıllıca görünüyordu ki, büyük çoğunluğun heyecanla desteklediği öneri nerdeyse kabul edilmek üzereydi. Böylece Mustafa Kemal'in düşünmüş olduğu gibi, tam bağımsızlığı amaçlayacak millî hareket rotasından çıkmış olacaktı. Fakat general parlamenter olduğu kadar, çok iyi strateji ustasıydı. Herkesin hoşuna giden uzlaştırıcı bir formül bularak, manda sorununu çıkmaz sokağa itmeyi başardı. Manda konusunda bir karara varmazdan önce, Amerikan hükümetinden ülkenin durumunu incelemek üzere bir komisyon göndermesinin istenmesi kararlaştırıldı.

Sorun daha sonra da kendiliğinden çözümlendi. Washington'daki Senato Wilson'un idealizmine katılmadı ve Türkiye üzerinde bir manda yönetimi düşüncesinden de yana çıkmadı.

Kongrenin aslında gereksiz olan bu tartışmalarla oyalandığı sırada, Malatya'dan kaygı verici haberler gelmişti. Oranın hükümete sadık valisi Ali Galip harıl harıl işler çevirmekteydi. Savaşçı, cesur bir halk olan Kürtleri, asi milliyetçilere karşı harekete geçirmek hazırlığındaydı. Oymak başkanları, mağrur beyler, bir çeşit çapulcu şövalyeler, şimdi padişahın yardımına koşarlarsa, kendilerine özerklik konusunda bütün imtiyazlar verileceği vadedilerek kandırılmışlardı. O sırada Malatya'da bir de bir İngiliz subayı bulunmaktaydı, binbaşı Novill. Ali Galip'in girişimine ne derece katkısı olduğu ya da bu işte bir rol oynayıp oynamadığı tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Aslında bu bölgeye resmen gönderilmiş bulunuyordu, görevi de burdaki Türk, Kürt ve Ermeni halkların sayısal durumlarını saptamaktı.

Ali Galip bazı Kürt oymaklarını Sivas'a baskı düzenlemek üzere kazanmıştı; bu oymakların silâhlarını Malatya'da toplamaya başladılar. Jandarmanın bir kısmı da padişaha sadıktı. Bunlar biraz vahşi ve pek fazla güvenilmez oymak süvarilerine destek birlik olabilirlerdi. Yalnız her şey umulduğundan çok daha yavaş yürüyordu ve kuvvetli bir silâhlı birliğe gerek vardı.

Mustafa Kemal hızla harekete geçilmesini istedi. Fakat Malatya'da bulunan millîci birliklerin gözü korkmuştu ve duraksamaktaydılar. Süvari alayı komutanı Sivas'a çektiği telgrafta, Ali Galip'e karşı eyleme geçecek gücü olmadığını bildirdi. Bu durumda daha uzak yerlerde alelacele sağlanan kuvvetleri Malatya'ya sevketmek zorunda kaldılar.

Sivas'taki görüşmeleri sona erdirmenin ve istenilen kararları kabul ettirmenin tam zamanıydı. Bu işin de artık pek bir zorluğu kalmamıştı. Erzurum'da doğu illeri için kaleme alınmış kararlar, bütün ülke için geçerli ilân edildi. ''Misak-ı Millî'' daha derli toplu ve daha açık bir ifade kazanmıştı. Fakat şimdi -en önemli özelliği de buydu- İtilâf devletlerine de doğrudan açıkça karşı çıkan bir içeriği vardı. Daha önce sadece Yunan ve Ermeni kuruluşlarına karşı savunmadan söz edilirken, şimdi her çeşit yabancı işgaline ve müdahalesine tek vücut olarak karşı konulacağı ilkesi getirilmişti. Ayrıca yabancı egemenliğine karşı savunulan bölgeler de saptanmıştı: Musul'dan Suriye körfezinde İskenderun'a kadar uzanan hattın kuzeyindeki bütün topraklar, özbeöz Türk olarak gösteriliyordu. Yürütme kurulunun yetkisi de çok genişletilmişti, şimdi Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Heyet-i Temsiliyesi diye hayli çetrefil bir ismi kullanıyordu. Rumeli deyimiyle Avrupa toprakları, Trakya ili amaçlanıyordu. Burada bulunan kolorduya Cafer Tayyar Paşa komuta ediyordu; İstanbul üzerinden Anadolu'daki millîcilerle sürekli bağlantı içindeydi.

Bu arada Ali Galip olayı son bulmuştu. Katırlarla süvari haline getirilmiş bir piyade alayı, Malatya'ya tam zamanında varmayı, kenti işgal edip toplanmış Kürtleri geldikleri dağlara geri atmayı başardı. Ali Galip son anda güneye, Urfa üzerinden müttefiklerin işgal bölgesine kapağı atabildi. İngiliz binbaşıya iyi davranıldı ve sıkı gözetim altında sınıra kadar götürüldü.

Başarısızlığa uğrayan bu girişimin geniş çapta etkileri oldu. Hükümete sadık vali Ali Galip, yola çıkmazdan öncesi telaşından önemli evrakını yanına almayı unutmuştu. İstanbul hükümetiyle yaptığı karşılıklı yazışmalar Malatya'da bulundu; millîciler için değerine paha biçilmez bir kazançtı bu.

Mustafa Kemal'in 1927 yılında verdiği büyük parhamento söylevinde (*) ele geçirilen bu belgelerden nasıl yararlanıldığını anlatması çok ilginçtir: ''Bulunmuş belgeler Sivas'a karşı plânlanmış baskının padişah, Damat Ferit ve yabancıların işbirliğiyle hazırlanmış olduğuna şüphe bırakmıyordu. Aslında bu ihaneti düzenleyenlerin hepsine birden kesin ve apaçık bi tavır takılması gerekirdi. Fakat o sırada elden geldikçe genel nitelikte girişimlerden kaçınmak zorunluydu. Eylemimizi bir nokta üzerinde yoğunlaştırmamız ve güçlerimizi dağıtmamız daha uygun olacaktı. Bunun için de kendimize hedef tahtası olarak yalnızca Damat Ferit kabinesi seçtik ve padişahın suç ortaklığını bilmezlikten geldik. Bizim tezimize göre: Hükümdar Damat Ferit kabinesi tarafından kandırılmakta, gerçek durum hakkında kendisine doğru bilgi verilmemekteydi. Padişahın gerçek durumu anlar anlamaz, kendisini aldatmış olanları derhal cezalandıracağından eminmişiz gibi davrandık.''

Görülüyor ki roller değişmiştir. İsyan eden, yasal hükümeti vatana ihanetle suçlamaktadır. İngiliz subayının Malatya'da, kuşku uyandırır biçimde bulunması da ayrıca böyle bir suçlamayı haklı göstermeye olanak veriyordu. Oysa ele geçen yazılardan onun bu girişime katılışına ilişkin kesin hiçbir bilgi edinebilmiş değildi.

Padişahın bu şekilde korunup kollanması bir kurnazlıktı. Aksi halde sayın askerler işbirliği yapmazlardı. Bütün devrimlerin başlangıcında olduğu gibi, burda da millet ile hükümdar arasında kötü danışmanların duvar ördüğü, bu halin de padişaha sadık yürekleri pek derinden yaktığı tezi kullanıldı.

Saptanan taktik gereği, hükümete karşı yoğun bir ateş açıldı. Kongre ve bütün kolordu komutanları, yaklaşık hep aynı içerikli telgraflarla doğruca padişaha, ''şevketlû hünkâr ve şanlı halifeye'' başvurarak, Damat Ferit kabinesini tezelden görevden alması ve hainler hakkında soruşturma açılması dileğinde bulundular.

Fakat Damat Ferit de tetikteydi. İstanbul telgraf merkezinin müdürü, padişaha çekilen telgrafları saraya iletmeyi reddetti Sarayla bağlantı kurulması tekrar ısrarla istenince, cevap olarak sadrazamın, en yüce makama yönelik başvuruların ancak usülüne uygun şekilde, yeni hükümet kanalıyla yapılabileceğini söylediği bildirildi.

Bunun üzerine -bütün bunlar bir gece içinde cereyan ediyordu, Sadrazam Damat Ferit'e bir ultimatom gönderildi: Eğer bir saat içinde saraya bağlantıyı serbest bırakmazsa, merkezi hükümetle bütün telgraf bağlantısı kesilecekti. (Bu telgraf 11/12 Eylül 1919 gecesi saat 4'de çekilmiştir).

Askeri komutanlardan bütün gece boyunca telgraf merkezlerinde kalmaları rica edilmişti. Gerekli direktifleri Sivas 'tan çok çabuk almaktaydılar, öyle ki Anadolu'nun sesi sürekli bir koro halinde yükselmekteydi.

Saptanmış bulunan saat, istenilen cevap alınmadan geçince, 12 Eylül 1919 sabahı İstanbul'la bütün bağlantılar ve ilişkiler kesildi. Anadolu'daki telgraf merkezleri sürekli işgal altında tutuldu; artık İstanbul'la ne telgraf bağlantısı vardır, ne de başka türlü haberleşme. Kesinlikle ele geçirilmemiş merkezler vardı, buraların telgraf hatları kesildi. Bazı sivil makamlar buna katılmak istemediler. Karşı gelen memurlar tutuklandı ve yerlerine güvenilir görevliler konuldu. Böylece başkentin ülkeden soyutlanması başarıldı.

Merkezi hükümetin gösterdiği zayıflıktan ustaca yararlanarak Mustafa Kemal, yandaşlarını geri dönülmesi artık pek kolay olmayacak bir savaş durumu içine sokmuş bulunuyordu. Bu insanlar aslında istemedileri halde devrimin içine itilmişlerdi.

Bununla birlikte durum gereği gerçekleştirilmiş bu yeni düzenleme, birçoklarında kuşkular uyandırmıştı; istek ve iradelerine aykırı olarak nereye sürüklendiklerini yavaş yavaş kavramaktaydılar. İstanbul kendi haline bırakılmıştı, ancak ülke elbette ki, yönetimsiz kalamazdı. Bundan dolayı Sivas'tan, Heyet-i Temsiliye'nin şimdilik işleri yürütecek hükümet olarak çalışacağı duyuruldu. Heyet-i Temsiliye aslında tek başına Mustafa Kemal demekti; yanında bir denge öğesi olabilecek olan Rauf Bey, çoğu kez özel görevlerle ülkede dolaşmaktaydı; diğerlerinin ise hiçbir etkinliği yoktu. Bu durumda hemen hemen bir diktatörlüğü andırıyordu. Kötü Enver örneği gözler önünden gitmiyordu. Yoksa bu general de onun gibi olmak, sırf kendi iktidarı ve ünü için ülkeyi yeniden çılgınca bir maceraya sürüklemek mi istiyordu?

Kuşkusuz bir hükümet değişikliği istenebilirdi; fakat iktidarı bizzat üstlenmek ve padişahı bir kenara itmek, doğrusu bu kadarı fazlaydı. Her yandan kaygılı sesler yükseldi, Sıvas'a protestolar yağdı. Kongrenin temel kararlarını hodbehot hiçe saymak demekti bu; yürütme kurulunun kendisini hükümet olarak adlandırmaya hakkı yoktu. İtilaf devletleri kalkıp bütün Anadolu'yu işgal ederse, o zaman ne olacaktı? Nerden para bulunacaktı da ordunun ve memurların aylığı ödenecekti? Erzurum'daki dürüst asker Kâzım Karabekir Paşa kapalı bir biçimde kaygılarını dile getirdi. Mustafa Kemal'e ''Paşa'' diye yazıyordu, ''Sivas'tan gönderilen genelgeler ve bildiriler kâh Heyet-i Temsiliye adına, kâh sizin adınıza kaleme alınıyor. Bu sonuncusu İstanbul'la yapılacak yazışmalarda yerinde olur. İnanın ki, adınıza imzalanmış böyle bildiriler, sizi en çok sevenlerin ve sayanların indinde, içtenliğinden emin olabileceğiniz bir eleştiri konusu oluyor. Bu durumun doğurabileceği sonuçları ve olumsuz etkileri kuşkusuz siz de takdir edersiniz. Bu bakımdan sizden Heyet-i Temsiliyenin ve kongrenin kararlarının yalnızca komite adına imzalanmış olarak gönderilmesini özellikle rica ediyorum. Burda söz konusu olan sadece millî çıkardır. Elbette ki sizin şahsınızla hiçbir ilişkisi yoktur.''

İmzayla ilgili bu küçük istek seve seve yerine getirilebilirdi; ancak bu, yürütme kurulunun egemen oluşu ve ülkede iktidarı kullanışı olgusunda hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Böyle olmakla birlikte önder, bu yüzden hedeften sapmak zorunda kalmamak için, tempoyu biraz yavaşlatmak gereğini fark etmişti. Generalleri kendi safında tutmak için yasal hükümet kulisine şimdilik ihtiyaç vardı; generaller olmazsa, ordu olmaz ve kendisi de güçten yoksun bir asi durumuna düşerdi. Saltanat düşüncesine bağlı vicdanları rahatlatmak ve herhangi bir kuşkunun doğmasına yol açmamak için, başkentle olabildiğince kısa sürede yeniden uzlaşmak gerekiyordu; o zaman karşı taraftan yapılacak öneriler rahatça beklenebilirdi.

İstanbul ise ciddi bir bunalım içine düşmüştü. Adeta gövdesiz bir baş gibiydi; hükümdarı vardı, ülkesi yoktu; bir hükümeti vardı, hükümet edemiyordu. Devlet çarkı boşa dönmekteydi.

Padişah boş yere yardım arandı. Ordudan bir şey umamazdı, millîcilik orduya bulaşmıştı bir kere. Ya işgal kuvvetleri? Açıkça beliren tehlike karşısında gözleri görmez mi olmuştu? Yüksek komiserler omuzlarını silkiyor, bizi ilgilendirmez, Türkiye'nin iç sorunları bunlar, kendi ülkenin düzenini kendin sağla diyorlardı.

Damat Ferit Paşa, İngiliz dostlarının kendisini yüzüstü bıraktığını görmek zorunda kalmıştı. Görünüşe göre artık kendilerinin işine yarayamayacak bir kabineyle hiçbir şekilde ilgilenmez olmuşlardı. Fransızlar ise zaten bir hükümet değişikliği istemekteydiler, çünkü İngiliz müttefiklerinin ağır basan etkisi çoktandır gözlerine bir diken gibi batmaktaydı.

Böylece Vahidettin Anadolu'daki ''fesatçılar''la görüşmelere girişilmesini gerekli gördü. Belki tatlılıkla konuşmanın bir yardımı olurdu.

Aracı olarak Abdülkerim Paşa seçildi; bu zat Mustafa Kemal'in Selanik günlerinden beri güvendiği bir arkadaşıydı. Abdülkerim Paşa, general rütbesinde bir asker olmakla birlikte, aynı zamanda bir tarikatın da büyük şeyhiydi; böyle biri olmasından dolayı kendisine ''Yüce Hazret'' deniyor, o da dostu Mustafa Kemal'e kutuplar kutubu anlamına ''Kutbül-Aktab'' diye hitap ediyordu.

Millîcilerin Sıvas'taki genel karargâhıyla İstanbul arasında doğrudan bir bağlantı kuruldu. Yaklaşık 1000 kilometre uzunluğundaki bu hat üzerinde şimdi Abdülkerim ile Mustafa Kemal arasında, gece sekiz saat sürecek bir telgraf sohbeti başladı. Abdülkerim din adamlarına özgü ağdalı bir dil kullanıyor, sözlerini bol bol Kuran'dan ayetlerle süslüyordu. Hattın öbür ucundaki ''kutuplar kutubu'' da bu konuşma üslubunun gereklerine uyum sağlamaya çalışıyordu. Böylece Sivas'tan verilen cevap şu kılığa giriyordu: ''Hiç şüphesiz, saygıların en yücesine layık dostum, Allahın eli her elin üstündedir. Fakat bu böyledir diye, ey ruh-ı azizim, her şeyin en ulu varlığın rahmet dolu takdirine bırakılmaması, aksine güçlükleri çözmek için çareleri ve yolları insanın kendisinin bulması gerektiği gerçeği de unutulmamalıdır.''

Allah adının bunca anılmasına rağmen Mustafa Kemal hiçbir gevşeme göstermedi; iki ana noktada diretti: Damat Ferit bertaraf edilecek ve yeni parlamento için seçim yapılacaktı.

Bu görüşmeden üç gün sonra, 2 Ekim 1919'da Damat Ferit Paşa istifa etti. Yerine siyasal bakımdan tarafsız renkte bir general olan Ali Rıza Paşa sadrazam oldu. Yeni kabine bir uzlaşma hükümetiydi; görevi başkentle ülke arasında bir köprü kurmak, partiler arasında bir anlaşma zemini bulmaktı. İçişleri Bakanı saray partisindendi; harbiye nazırlığına ise Heyet-i Temsiliyenin güvendiği bir adam -eski ''üçler''in Cemal Paşasından ayırt etmek için- Mersinli denilen Cemal Paşa atanmıştı.

Tahtını korumak uğruna padişah, asi generale boyun eğmek zorunda kalmıştı. Kısa süre öncesine kadar ''fesatçılar'' ve ''vatan hainleri'' olarak nitelendiren milliyetçiler, hükümetin düşürülmesini sağlamışlardı. Olağanüstü bir başarıydı bu. Yeni kabine gerçi Sivas'ın isteklerine tam uymuyordu. Ama Mustafa Kemal elde edilenlerle bir süre yetinmeyi bilecek, eski bakanlar hakkında suçlamalardan ve soruşturma yapılması gibi ikinci derecede isteklerden vazgeçecek kadar kurnazdı.

Gösterişli bir bildiriyle, milliyetçilerin yürütme kurulunun Ali Rıza Paşa'nın yeni hükümetini tanıdığını ve her bakımdan destekleyeceğini ülkeye duyurdu. Aynı zamanda padişaha gönderilen bağlılık mesajında, Damat Ferit kabinesinin çekilmesi emrini vermek lütfunda bulunduğu için, hükümdara ''millet adına'' minnet ve şükran duyguları ile getiriliyordu. Bu minnettarlık arzeden mesaj herhalde Vahidettin'e pek acı gelmiştir. Çünkü o güne kadar yalnızca onun, padişah ve halife olarak halk adına konuşmaya hakkı vardı.

İstanbul'la bağlantılar serbest bırakıldı. Sivas'taki kurul ayrıca ülkenin iç yönetim işlerine karışmaktan kaçınacağını da bildirdi. Başkent ile ülke arasındaki barış hiç değilse dış görünümüyle kurulmuştu. Yasa dışı durumları asker yüreklerine dokunan bazı generaller rahat bir soluk aldılar.

Fakat İstanbul'un istediği ve millîci önderlerin bir kısmının da beklediği bir şey gerçekleşmedi. Her ne kadar Sivas'taki Heyet-i Temsiliye, yeni kabineyi tanımış ve görünüşte onun emrine girmişse de, görevden çekilmiyor, aksine daha büyük çapta olmak üzere çalışmalarını sürdürüyor. Anadolu'da iktidarı elinde bulunduruyor, devlet içinde devlet, ikinci bir hükümet halinde kalıyordu.

Yüklə 392,95 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə