37
Erol / Şanizade Mehmet Ataullah: Bir Osmanlı Tarih Tasavvur ve Yazımı Örneği
edilemez) ya da tamamen gerçek-dışı olabilir.
Mehmet Ataullah Efendi, tarihin tasnifi-
ne dair yaptığı taksimatın ardından sanayi tarihinden bahsetmektedir:
“Ve tevarih-i sanayi‘ tabir olunur bir nev‘ [tür] tarih dahi vardır ki maarif ve sanayi‘in
icat u ihtirâ‘ını havi ve menafi u fevaidi marifet ve tefehhüme bâdî ve mancınık ve
âlâtını ve vücûh-i istimâlâtını tahsîl ü teallüme müeddî olmak cihetleriyle cümlesin-
den ziyade kesîrü’l- menfaattir” (Şanizade, 2008, s. 14).
5
Konu itibariyle günümüzde bilim tarihi çatısı altında incelenen bu alan, Şanizade tara-
fından “edimsel” açıdan ele alınmıştır. Bu kısma, bu tür muhtevayla ilgili bir mevzunun
eklemesi uygun görülmüştür. Burada sanayi tarihinin buluşlarını içeren, faydalarını
anlamaya ve birtakım aletlerin nasıl kullanılacağını öğrenmeye yarayan yönlere sahip
olması hasebiyle diğer tarihlerden daha fazla menfaati kendisinde bulundurduğu ifade
edilir. Hâlbuki
ileride zikredileceği üzere, sanayi tarihi de umumî tarihler kısmına dâhil
edilmelidir.
Şanizade tarihi, özü itibariyle üç kısmın yanında, muhteviyat olarak da iki bölüme ayır-
mıştır.
6
Birinci kısım, tevârîh-i mukaddeseden oluşur. Hz. Muhammed’in hayatı, diğer
peygamberlerin kıssaları ve evliya menkıbeleri bu kısmı oluşturur. Kaynakları semavî-
ilahî kitaplar, peygamberlerin tanıklıkları ve yüce insanların derin ilimleridir. Diğer bir
ifadeyle mukaddes tarihlere vahiy, hadis ve keşif ilimleri kaynaklık etmektedir. İkinci
kısım ise umumi tarihlerdir. Bunlar ise devletlerin ve onları yönetenlerin durumların-
dan, millet ve toplulukların yapılarından, geçmişteki işlerden ve olaylardan bahseder
(Şanizade, 2008, s. 15). Buradaki sınıflandırma, İslami ilimlerdeki ikili tasnifi çağrıştırır.
Söz konusu olan taksimatta, ilimler akli ve naklî olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Naklî
ilimlerde, tefsir ve hadis gibi nesilden nesle aktarılan ilimlere yer verilmiştir. Diğerinde
ise insan düşüncesiyle ortaya çıkmış ilimler yer almaktadır. Buna felsefe, mantık ve
matematik gibi ilimler örnek olarak verilebilir.
7
Şanizade, böyle bir taksimatı tarih ilmi-
5 “Ve sanayi tarihleri şeklinde isimlendirilen bir tür tarih daha vardır ki maarif
ve sanayinin icat ve ben-
zersiz buluşlarını içerme; yarar ve faydalarını bilme ve anlamaya sebep olma; mancınık ve aletlerini,
kullanış usullerini öğrenme ve bilmeye vesile olma yönleriyle tümünden [diğer tarihlerden] daha
çok faydalıdır.”
6 Ahmet Midhat da tarihi, tarih-i mukaddes, tarih-i tabii ve tarih-i medeni olmak üzere üç kısma ayır-
mıştır. Tarih-i mukaddes, Şanizade’nin tasnifinde olduğu gibi, son peygambere kadar yaşamış diğer
peygamberleri, semavi kitapları, enbiyanın mucizelerini, evliyanın kerametlerini,
diğer bir ifadeyle
beşeriyetin gücü dışında meydana gelebilecek olayları anlatır. Benzer şekilde Süleyman Hüsnü Paşa,
Tarih-i Âlem isimli eserinde tarihi, tarih-i mukaddes ve tarih-i temeddün olarak ikiye ayırmaktadır.
Tarih-i mukaddesi, tarih-i enbiya ve siyer-i nebi şeklinde ikiye; tarih-i temeddünü ise, siyasi tarih, ede-
biyat tarihi ve tabiî tarih olmak üzere üç kısma ayırmaktadır. Bk. Nakıp (2006, s. 56, 83).
7 İslam ilim geleneğinde “bütün ilimler esasta akli ve naklî (dine dayalı) olmak üzere iki kısımda müta-
laa edilmiştir. Bu durum, ulemanın faaliyet sahasını belirlemekte ve yönlendirmekte mühim bir rol
oynamış olmalıdır. Bu sahanın
seçiminde, ilimlerin gayesi oldukça belirleyici bir amil olarak görüle-
bilir. İslam dünyasında daha ilk dönemlerden itibaren, ilimlerin bir grubu vahiy (din), ikinci grubu ise
insan zekâsının ve tecrübesinin ürünü olarak düşünülmüş ve vahye dayanan ilimler nesilden nesile
aktarıldıkları için, umumiyetle naklî; ötekiler ise akli olarak adlandırılmıştır. Nitekim Osmanlı medre-
38
İnsan ve Toplum
ne uyarlamıştır denebilir. Fakat yine de tam bir uyumdan söz edilemez. Çünkü varlıkbi-
limsel olarak ilahî kaynaklı ilimlerin etrafında teşekkül eden tarih anlatıları ile toplumsal
veya siyasal içerik barındıran ve kaynağı insanın gözlem ve araştırmaları üzerine bina
edilmiş olan aktarımlardan
oluşan umumi tarihlerin, çoğu noktada iç içe geçmesi söz
konusudur. Bunlar, nihai anlamda bir bütün olarak tarih anlatımı çerçevesine dâhil edi-
lirler. Fakat dayandığı kaynaklar itibariyle kısmen de olsa bu tarz bir tasnife makuliyet
alanı açılabilir. Çünkü birincisinde doğaötesi dünya mevcuttur ve anlatının merkezini
oluşturur. İkincisi ise daha çok görünen dünya ile irtibatlıdır ve doğaötesi öğeleri
hemen hemen hiç barındırmamaktadır.
Osmanlı’daki tarih aktarımdaki ana gaye genellikle nasihat ve ibret kavramları etrafın-
da oluşmuştur. Tarih yazıcılığındaki bu amacın Kur’an’daki geçmiş olayların aktarılış
sebebiyle örtüştüğü söylenebilir. Kur’an’ın birçok yerinde, geçmişte yaşamış topluluk-
larla ilgili hadiseler anlatılır ve insanların bunlardan ibret alması beklendiği zikredilir.
Mezkûr durum, daha çok ahlaki temelde işlenir. Osmanlı
geleneğinde ise işin içine
siyasi unsurlar ve meşrulaştırma vasıtaları da girmektedir. Başka bir deyişle hem dinî
hem de dünyevi olana yönelik bir aktarım kültürü inşa edilmiştir. Şanizade de eserinin
mukaddimesinde tarih aktarımına dair benzer ifadeleri zikreder:
“Tarihin hakikati, pederânın evlâd u ahfadına zamanlarının vukuat ve hadisatını
havas-ı müştereke-i beni âdeme onlar münafi olmadıkları halde karnen ba’de
karnin ibret olmak için bi-hakikatihim nakl ü hikâyetleridir. Şu kadar vardır ki
hakikat-i mezbure her bir karn mürurunda suret-i imkân ve kabiliyetinin bir
derecesini fevt ve izaa ederek böyle gittikçe mu´telletü’l- akîbe olur” (Şanizade,
2008, s. 15).
8
Şanizade, önceki nesillerin kendinden sonrakilere, yaşadıkları dönemin olaylarını haki-
katleriyle birlikte ibret için aktarması gerektiğinden bahseder. Aksi takdirde, zamanla
gerçeklerin anlatılabilme ve aktarılabilme imkân ve kabiliyetlerini kaybederek nihaye-
tinde yok olup gideceğini belirtir.
Dolayısıyla olayların sağlıklı ve vazıh bir şekilde aktarılabilmesi için bir an önce kayıt
altına alınmaları icap eder. Vakanüvislik müessesesinin tam anlamıyla
bunu yerine
getirmeye çalıştığı görülmektedir. Ataullah Efendi, olayların zamanında aktarılmama-
sının neticesinde “… evâ’il-i ekser-i düvel havârıkla muttasıfa”
9
olacağını ifade eder
(Şanizade, 2008, s. 15). Diğer bir ifadeyle, geçmişin zamanında kayıt altına alınmaması
selerine tayinleri öngörülen müderrislerin çoğunun, akliyyât ve nakliyyât ilimlerini iyi bilen insanlar
olarak tavsif edilmeleri, bu anlayışın tezahüründen başka bir şey olmamalıdır” Bk. Unan (2003, s. 20).
8 “Tarihin hakikati, babaların çocuk ve torunlarına zamanlarının olay ve hadiselerini insanoğlunun or-
“Tarihin hakikati, babaların çocuk ve torunlarına zamanlarının olay ve hadiselerini insanoğlunun or-
tak hislerine zıt olmayacak şekilde çağ çağ ibret olmak için hakikatleriyle aktarma ve anlatmalarıdır.
Şu kadar var ki bu hakikatler her bir çağın/vaktin geçmesiyle imkân yolunu
ve kabiliyetini bir derece
yitirerek gittikçe sorunlu hale gelirler.”
9 “…çoğu devletin başlangıcı efsanelerle betimlenir.”