ayırmadan kendi cep telefonunu çıkarıp uzattı. "Bu hat güvenlidir Bay Langdon.
Kullanabilirsiniz."
Langdon, Fache'nin genç kadına duyduğu öfkeyi anlamakta güçlük çekiyordu. Rahatsız
olduğu halde yüzbaşının telefonunu aldı. Fache derhal Sophie'yi
kolundan tutup
uzaklaştırarak, onu sessiz biçimde azarlamaya başladı. Yüzbaşıdan gittikçe daha da az
hoşlanan Langdon, tuhaf sohbete arkasını dönerek, cep telefonunu açtı. Sophie'nin ona verdiği
kâğıda bakarak numarayı çevirdi.
Telefon çalmaya başlamıştı.
Bir kez çaldı... iki kez çaldı... üç kez çaldı...
Sonunda bağlantı sağlanmıştı.
Langdon büyükelçilik santralının cevap vereceğini tahmin ediyordu,
bunun yerine kendini
bir telesekreter aletini dinlerken buldu. Kayıttaki sesin tanıdık gelmesi garipti. Bu ses Sophie
Neveu'ya aitti.
Kadın sesi, "
Bonjour, vous étes bien chez Sophie Neveu,"
*
dedi. "
Je suis absente pour le
moment, majs..."
**
Langdon şaşkınlık içinde Sophie'ye döndü. "Affedersiniz Bayan Neveu. Sanırım bana
verdiğiniz..."
Sophie sanki Langdon'ın şaşkınlığını bekliyormuş gibi hemen atılarak, "Hayır, doğru
numara," dedi. "Büyükelçiliğin otomatik mesaj sistemi var. Mesajınızı dinlemek için ulaşım
şifrenizi girmeniz gerek."
Langdon gözlerini dikmiş bakıyordu. "Ama..."
"Size verdiğim kâğıttaki üç basamaklı numara."
Langdon garip yanlışlığı açıklamak için ağzını açtı ama Sophie, ona susmasını söyleyen
çok kısa bir bakış fırlattı. Yeşil gözleri kristal kadar berrak bir mesaj iletmişti.
Soru sorma. Sadece yap.
Sersemleyen Langdon, kâğıttaki dahili numarayı tuşladı: 454.
Sophie'nin bıraktığı mesaj birden kesildi ve Langdon elektronik bir sesin Fransızca: "Bir
yeni mesajınız var," dediğini duydu. Görünüşe bakılırsa 454 Sophie'nin evden uzaktayken
mesajlarını dinlemek için kullandığı ulaşım numarasıydı.
Ben bu kadının mesajlarını mı dinleyeceğim?
Langdon artık bandın döndüğünü duyabiliyordu. Sonunda durdu ve makine devreye girdi.
Langdon mesajı dinlemeye başlamıştı. Hattaki ses yine Sophie'ye aitti.
Mesaj, korkak bir fısıltıyla, "Bay Langdon," diye başlıyordu. "Bu mesaja tepki vermeyin.
Sakince dinleyin. Şu anda tehlikedesiniz. Verdiğim talimatlara harfiyen uyun."
*
Merhaba, ben Sophie Neveu.
**
Şimdi size yanıt veremiyorum, ama...
10
Silas, Öğretmen'in onun için kiraladığı siyah Audi'nin direksiyonunda oturuyor ve
muhteşem Saint-Sulpice Kilisesi'ne bakıyordu. Aşağıdan projektörlerle aydınlatılmış iki çan
kulesi, binanın uzun gövdesinin üstünde sağlam bekçiler gibi duruyorlardı.
Her iki yanda, ince
desteklerden oluşan gölgeli sıra, güzel bir yaratığın kaburgalarını andırıyordu.
Kâfirler kilit taşını saklamak için Tanrı’nın evini kullandılar. Kardeşlik bir kez daha
yanılsama ve düzenbazlık konusundaki efsanevi ününü teyit etmişti. Silas kilit taşını bulup,
Öğretmen'e vermek için sabırsızlanıyordu, böylece kardeşliğin uzun zaman önce
vefakârlardan çaldığını yerine koyabileceklerdi.
Bu, Opus Dei'yi çok güçlü kılacak.,
Audi'yi Saint-Sulpice'in önüne park eden Silas derin bir nefes alırken kendini, aklını
elindeki işten temizlemeye ikna etmeye çalışıyordu. Sırtı hâlâ akşamın erken saatlerinde
kendine verdiği bedensel çileden ötürü ağrıyordu ama bu acı,
Opus Dei, onu kurtarmadan
önceki hayatında çektiği kederlerle kıyaslandığında hafif kalıyordu.
Hatıralar hâlâ ruhunu ele geçirmeye çalışıyorlardı.
Silas kendine,
nefretinden arın, diye emir verdi.
Sana kötülük yapanları bağışla.
Saint-Sulpice'in taş kulelerine bakan Silas bu tanıdık akıntıyla... onu gençlik yıllarındaki
dünyası olan hapse bir kez daha atarak, geçmişi hatırlatan o güçle mücadele etti. Araf’a dair
anılar, her zamanki gibi duygularında fırtınalar kopartarak geldiler... çürüyen lahana kokusu,
ölülerin, insan sidiğinin ve dışkıların pis kokusu. Pireneler'in uğuldayan rüzgârına karşı
çaresizlik gözyaşları ve unutulmuş adamların hıçkırıkları,
Andorra, diye düşünürken kaslarının gerildiğini hissediyordu.
Silas'ın, İspanya ile Fransa arasındaki o kıraç ve ıssız hükümdarlıkta
ölmekten başka
hiçbir şey istemediği taş hücresinde titrerken kurtarılması inanılmazdı.
O zamanlar bunu anlamamıştı.
Işık, gök gürültüsünden çok sonra gelir.
Ailesinin kendisine verdiği adı hatırlamamasına rağmen, o zamanlar ismi Silas değildi.
Yedi yaşındayken evden ayrılmıştı. İri cüsseli bir rıhtım işçisi olan sarhoş babası, Albino bir
evlat sahibi olduğu için öfkeliydi. Oğlanın utanç verici durumundan ötürü annesini
suçlayarak, onu sürekli dövüyordu. Çocuk, annesini korumaya kalktığı zaman kötü şekilde
dayak yiyordu.
Bir gece korkunç bir kavga olmuştu ve annesi bir daha ayağa kalkamamıştı. Çocuk,
annesinin yanında
dururken, olanları engelleyemediği için dayanılmaz bir vicdan azabı
duymuştu.
Bu benim suçum!
Çocuk vücudu bir şeytan tarafından idare ediliyormuşçasına mutfağa giderek bir kasap
bıçağı almıştı. Hipnotize olmuş bir halde, babasının sarhoş yattığı yatak odasına yönelmişti.
Çocuk tek kelime etmeden onu sırtından bıçaklamıştı. Babası acı içinde feryat ederek, yan
dönmeye çalışmış ama
oğlu onu bir kez, bir kez, bir kez daha bıçaklamıştı, ev sessizliğe
kavuşana kadar.
Çocuk evden kaçmış, fakat Marsilya sokaklarını bir o kadar düşmanca bulmuştu. Garip
görünüşü, onu evden kaçan diğer gençler arasında istenmeyen biri haline getiriyordu. Harap
olmuş bir fabrikanın bodrum katında, iskeleden çaldığı meyve ve çiğ balıkla tek başına
yaşamak zorunda kalmıştı. Tek arkadaşı çöplükte bulduğu yırtık pırtık dergilerdi ve onları
okumayı kendi kendine öğrenmişti. Geçen zamanla birlikte güçlenmişti. On iki yaşma
geldiğinde başka bir başıboş yaşı kendinden iki kat büyük bir kız sokaklarda onunla dalga
geçmiş ve yemeğini çalmaya kalkışmış ve kendini ölümüne dayak yerken bulmuştu.
Yetkililer