Microsoft Word Esas metin 1-82. doc



Yüklə 0,65 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə21/25
tarix06.10.2018
ölçüsü0,65 Mb.
#72677
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25

 

57 


Annesi olan bir otuzların kadınının yaşamında odaklanan bir öykü derlemesi 

yazmaya niyetlenen yazar, gerçekliğin dünyevi ve kurmaca hâlleri üzerine  

düşünmektedir.  Okuyucudan bu biçimsel araştırmaya saygı duyması beklenir.  

Burada yazma edimi üzerine kendi kendine tartışan bir anlatıcıyla karşı karşıya 

kalırız.  Çünkü yazar, Otuzlarının Kadınının “bir nostalji nesnesi olup çıkmasından” 

korkmaktadır: “Tıpkı çok yazıldığı, çok okunduğu ve çok bilindiği için bir zamanlar 

gerçekten ‘iliklere işleyen yağmur’un, ya da ‘bulutların arasından sıyrılan güneş’in 

artık yazana da, okuyana da, hatta görene de bir şey dememesi gibi” (10).  Bu 

kaygıların eşliğinde anlatıcı, kendi yazar kişiliğine sorar:  

Çok-yazılandan, çok-özlenenden, herhangi bir çok’tan ayırıp nasıl 

kendi yerine oturtabilirim bu portreyi?  Yağmurun iliklerine ilk 

işlediği günü, güneşin bulutlardan ilk sıyrılışını gören birinin taze 

izlenimlerini keşfetmem gerek.  Ki bu çerçeveden kurtulsun.  

Freud’cu ya da Bilmemkimci görüşler yüzünden tezelden yazarının 

geçmişiyle açıklanmasın.  (11) 

Deneysel bir öyküleme tarzını seçen yazar, varlıklı bir aileden gelen, iyi eğitim 

görmüş, başından iki evlilik geçmiş, değişen toplumsal değerlerde bocalamış ama 

yenilmemiş Otuzların Kadınının yaşamını, yaşanan günlerin—90’ların—öyküleri 

hatta gündökümleriyle dönüşümlü olarak anlatır.  Öykülerin arasına okura yardımcı 

olması açısından—“sessiz kareleri okunur kılma adına”(80)—“listeler” koyarak, 

anlatılanların arkasındaki kişisel ve toplumsal dönemeçleri belirtir.  1917’den 

başlayarak kimi tarihsel önemi olan duraklarda öyküleştirilen Otuzların Kadınının 

yaşamı, 1991 yılının ışığı altında bir kere daha değerlendirilir. 

Tomris Uyar, bu kitabıyla ilgili olarak kendisiyle yapılan bir söyleşide, “içli, 

dokunaklı yanı ağır basan bir ‘anneye özlem öyküsü’ yazmak istemediğim kesin” 



 

58 


der.  “Yaşamış bir öykü kişisinin yaşamındaki kilometre taşlarının altını çizme 

gereğini” duyduğunu belirtir.  “Onun yaşadığı dönemin renklerini, kokularını, 

seslerini, mekanlarını belirleyerek dış dünyadaki genel siyasanın, iç dünyasını nasıl 

etkilediğini saptamaya çalıştığını” söyler (“Söyleşi: Otuzların Kadını” 11).  Otuzların 



Kadını’nda geçmişle bugün bir arada yakalanmaya çalışılır. 

Öyküdeki 1990’lı yılların kadın yazarına bir okurdan gelen mektup bu iki 

dönemi bir son kuşağa bağlaması bakımından kayda değerdir.  Mektup, yirmi iki 

yaşında, üniversiteli, kafası karışık bir gençten gelmektedir: 

Üç-dört yıl önceye dek, yaşadığımız tüm tutarsızlıkların 

sorumluluğunu sizin kuşağa yüklüyordum.  O yıllarda kantinde 

otururken sizleri kıyasıya eleştirirdik.  Bu kentin denizine 

girebilmiştiniz.  Beatles dinlemeniz nostaljiyle, Glenn Miller 

ezgileriyle dans etmeniz Amerikancılıkla yorumlanmamıştı [. . .] 

Cinsellik açısından bizler kadar özgür değildiniz ama aşık 

olabiliyordunuz.  (“Alatav” 115) 

“Alatav” adlı bu öykünün ikinci bölümünde yazar anlatıcı, posta kutusundaki bu 

mektubu alıyor ve yağmurlu bir akşam vakti bindiği taksinin içinde okuyor.  

Mektubu yazan genci yaşıtlarına oranla daha içten buluyor.  Onu, “yazarından 

kendisine yaşayabileceği bir çağ, girebileceği bir kılık, cinsel özgürlüğünü sonradan 

pişman olmayacak kadar doludizgin yaşayacağı sırılsıklam bir aşk biçmesini istediği 

bölümlerde, tam bir otuzların insanı” (121) olarak nitelendiriyor.  Yağmur ve yolların 

hali yüzünden taksiden erken inmek durumunda kalan yazar anlatıcı, gittikçe 

yabancılaştığı kentin artık tanıyamadığı sokaklarında, kendiyle bağını hissedemediği 

bir çevrede bocalıyor, korkuyor, mektubu unutuyor. 




 

59 


“Her şeyi büyütüyorum, evet sinir bozukluğu bu düpedüz” dedi kendi 

kendine.  “Nasıl olsa bulurum adresi.  Yalnız, neden bu kadar ışıksız 

buralar?  Bir zamanlar ‘kurtarılmış bölge’ydi.  On yıl kadar önce.  Çok 

zenginlerle çok yoksulların, villalarla, ahşap konaklarla 

gecekonduların iç içe barındığı bir semt.” 

 

 



İki ayrı dünyanın arasında da, sanki simgesel bir mezarlık.  (123) 

 Öyküdeki 

yazarın, Uyar’ın, doğup büyüdüğü kente karşı duyduğu bu 

yabancılık hissi, “Donald Fanger’in deyişiyle, sanatçının imgeleminde ‘cennetten 

kovulan insanın yolunun yabanıl topraklardan değil de kentlerden geçmesinin” 

(alıntılayan Irzık 18) bir örneği olarak görülebilir.  Sibel Irzık’ın “Edebiyatta 

Kişileşen Metinleşen Silinen Kentler” başlıklı yazısında belirttiği gibi, “modernizmin 

en yerleşik temalarından biri olan ölüler kenti imgesinin çağrışımları” (20) Uyar’ın 



Otuzların Kadını’nın sonunda geldiği noktayı belirler.  Irzık’ın da üzerinde durduğu 

gibi, “neredeyse tümüyle insan elinden çıkma bir yaşam ortamı olan kent, ürünü 

olduğu ve şiddetlendirdiği, en çıplak görünümleriyle yeniden ürettiği toplumsal 

bölünmeler yüzünden, insanı en şiddetli dışlayan, ona en yabancı ortam olarak” (18) 

kendini gösterir.  Öyle ki, “Alatav”daki yazar bu görüntü karşısında korku ve 

çaresizlik içindedir; kendisinin “mezarlığın iki yakasındakilere de yabancı” olduğuna 

hükmeder.  Otuzların Kadını sanki yazarının bu düşüncesiyle kapanır. 

Arkasından ayak sesleri yaklaşıyordu.  Gözlerinin içine kadar 

terleyerek döndü [. . . .] Kulağının dibinde keskin soğan kokan soluğu 

duyunca korkusunu yutkunmaya, dengeyi kendinden yana kurmaya 

karar verdi.  Şimdiye kadar okuduğu ya da yazdığı kitapların, evine 

geç saatte dönerken geçtiği sokakların, bindiği taksilerin hepsini bir 




Yüklə 0,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə