den o modelin gerçekliğin sadık bir sureti olduğunu iddia ederlerse
başlarına iş alırlar. Ya da daha genel bir deyişle, modelin işliyor olması
tek başına, gerçekliğin onun gibi yapılanmış olduğunu göstermez.
Bu incelikli düşünce bilimsel pratiğin en temel bileşenlerinden biridir.
Yaklaşıklaştırma bilimde adi vukuattandır. Yaklaşıklaştırma yapılır,
çünkü sınırlı bir alanda hesaplamaları kolaylaştırmaktadır. Fakat
yaklaşıklaştırmaların simetri-özellikleri sık sık onlara temellik eden
teorilerin simetri-özellikleriyle farklılık gösterir. Dolayısıyla teorinin
gerçekliğe tekabül ettiğini varsaydığımızda, yaklaşıklaştırmaların aynı
anlamda gerçekliğe tekabül ettiğinden söz edemeyiz. Öte yandan teoriler
çoğu kez kademe kademe daha doyurucu ama nasıl bir şey olacağı da tam
olarak bilinmeyen bir perspektife doğru geliştirilir. Başarılı olabilirler
l'akat tam da üre- tiliş amaçlarının kendisi bizi onlardan gerçekçi sonuçlar
çıkartmaktan meneder. Eski kuantum teorisi buna bir örnektir, New-
ton’un çekim teorisi de, en azından Newton’un gözünde. Hattâ şaşırtıcı bir
öndeyi gücü olan, formel olarak kusursuz bir teori bile gerçekliğin
dolaysız bir ifadesi olarak alındığında bizi yalancı çıkarabilir.
Schrödingerin dalga mekaniği bu noktayı çok iyi örnekler. Zarif, tutarlı,
kullanımı kolay ve harikulade başarılı bir teoriydi bu. Schrödinger temel
parçacıkların dalga oldukları sonucuna varmıştı. Fakat Bohr ve okulu, söz
konusu görüngüyü daha geniş bir alanda inceleyerek bu yorumun birtakım
önemli olgularla çeliştiğini gösterdiler (ayrıca iki formel engel daha vardı,
şu dalga paketinin indirgenmesi denilen şey ve teoride Lorentz sabiti
olmaması olgusu). İsteyen modern fiziğin en iyi teorilerine, en son
biçimleriyle genel görelilik teorisi ve genel kuantum mekaniğine de
bakabilir. Bu ikisinin tek bir tutarlı bütün haline getirilmesinin imkansız
olduğu kanıtlandığından beri tanık olduğumuz şey, biri bir şey söylerken
diğerinin aksini iddia ettiğidir. Böyle bir durumda tutup ikisinden birinin
gerçekliğin doğru tasviri olduğunu söylemek mümkün mü? Hayır. Her
ikisinin de yararlı yaklaşıklaştırma!ar olduklarım söyleyebiliriz ama
yaklâşıklaştırmada bulunduklan gerçekliğin neye benzediği konusunda en
küçük bir fikrimiz yoktur.
Tüm bu örneklerde gördüğümüz durum, tutarlılığı ve kısmi ba-
şarısı gerek kurucusu gerekse Rheticus ve Mastlin gibi yazarlar ta-
rafından yine güçlü bir gerçekliğe tekabüliyet göstergesi olarak alınmış
Kopernikçi teoriye de doğrudan uygulanabilir. Çünkü Ko- pernikçi teori
o dönemde var olan yegâne kozmolojik dünya görüşü olmamak bir yana,
bu tür görüşler arasında en genel olanı bile değildi. Dolayısıyla iç yapısı
tutarlı ve başarılı bir teori olması tek başına onun gerçekliğe uygun
olduğu anlamına gelmiyordu. Böyle bir uygunluğu kanıtlamak için daha
geniş bir alana taşınmak şarttı.
Modern bilimde sözünü ettiğimiz geniş alan olarak çoğu kez temel
parçacık fiziğinin seçildiğini görürürüz. Bu alanda çalışan bilimadamları
kimyacı, biyolojici, reolojici ve benzeri diğer bi- limadamlarının birtakım
ilginç düzenlilikler keşfetmiş olabileceklerini kabul fakat bunların
gerçeğin temel özellikleri olduğunu reddederler. Kimi modern
biyolojiciler yaşam süreçleri üzerine tek gerçek bilgi kaynağının
moleküler biyoloji olduğunu iddia ederek, aynı şekilde botaniğe ve kuş-
hareketleri-gözlemcili- ğine yan gözle bakarlar. Einstein 20. yüzyıl
başında, bilimi içinde bulunduğu güçlüklerden çıkarabilecek bir yol
ararken termodinamiğe güveniyordu. Tüm bu örneklerde modeller temel
-alman- bilimle karşılaştırılmış ve gerçeklikle ilgili içerimleri buna göre
değerlendirilmiştir. Peki bu gerçekliği belirleyen daha geniş alan Kiliseye
göre neydi?
Bellarmino bu geniş alanın iki bileşenden oluştuğunu söylüyordu, biri
bilimsel -felsefe ve teoloji; diğeri dinsel ve bu anlamda normatif
-“mukaddes imanımız”.
İlk bileşen işlevsel açıdan olmasa da içerik açısından modern gerçeklik
ölçütlerinden (moleküler biyoloji, temel parçacık fiziği, kozmoloji)
farklıydı. Felsefe esas olarak, bünyesinde genel değişim ve hareket teorisi,
(matematiksel ve fiziksel) kontinyum teorisi (elinizdeki kitabın VIII.
Bölüm’ünde İncelenmektedir), elementler teorisi gibi teorilerle dünyanın
yapısı üzerine çeşitli düşünceleri bir araya toplamış Aristoteles’in eserleri
demekti. Teoloji felsefeyle aynı konu üzerinde çalışıyordu ama onu
(dünyayı) kendi-başına-var olabilen bir sistem olarak değil, bir yaratım
olarak görüyordu. Bir bilimdi ve hâlâ da öyledir; hattâ öylesine katı bir
bilimdir ki teolojik ders kitaplarında fizik kitaplarında pek
rastlayamayacağımız uzunlukta yöntemsel bölümlerle karşılaşırız.
İkinci bileşen bilimsel vargıların yanlış yorumlanması halinde
insanlara zarar verebileceğini söyler ve yine günümüz açısından da
geçerli bir şeydir bu. Modern bilim partizanları bilimsel vargıların ya da
büyük bilimsel çatışmaların yanlış aktarılmaması gerektiği, bunun bizi
akıldışı bir tutuma sürükleyebileceği, “mukaddes imanımız”a, yani akla
imanımıza halel getirebileceği konusunda bizi sık sık uyarırlar.
İndirgemecilik karşıtları ise, aksine, bilimsel vargıları doğa, kültür ve
bireysel insan varlıklarının bütünlüğüne, yekpâreliğine olan “mukaddes
imanlarına” ters düşmeyecek şekilde yorumlamaya çalışırlar. Bellarmino
versiyonu ile modern versiyon arasındaki fark iki noktada toplanır.
Modern versiyonların çoğu (akla, insanların bütünlüğüne vs.) imanlarını
ilahi bir yaratıcıya bağlamaktan vazgeçmişlerdir ve İkincisi, eski
uyarıların sırtını dayadığı kurumsal mekanizma bugünkü anti-
indirgemecilik ya da akılcılığın sırtını dayadığı mekanizmaya oranla
daha güçlüdür. Fakat bu ikinci fark Kilise’ye değil tüm bir çağa işaret
ediyor. Ve unutmayalım ki, bugün birçok modem akılcı, Aklın gücünü,
onu destekleyen kurumların gücünü arttırarak arttırma peşindeler.
Bellarmino tarafından ifade edilen ikinci bileşen, ayrıca, olgu ve
gerçeklik meselelerinin değer meselelerine bağlı olduğunu ima eder. Bir
pozitivist için bu tuhaf hattâ tiksindirici bir düşüncedir, çünkü pozitivist
kendi normatif önyargılarından habersizdir. Gerçeklik kavramının
tarihinde kısa bir gezinti bu önyargıların neler olduğunu ortaya koyar.
Homeros’ta düşler, tanrıların eylemleri ya da illüzyonlar gibi tüm
olaylar “eşit ölçüde gerçek” (tırnak içine alıyorum çünkü burada geçen
gerçeklik nosyonu daha baştan bazı şeylerin diğerleri kadar gerçek
olmayabileceğini varsayıyor) kabul edilir. İnsanın dışındaki gerçeklik ile
kendi içinde algılayan ve tahrif eden eyleyicinin vardığı sonuç arasında
hiçbir ayrım yapılmaz. Durumu biraz daha basitleştirerek, böyle bir
ayrım yapılmaz çünkü “zihin” diye bir şey yoktur, diyebiliriz: dünyanın
tüm diğer kısımlarından ayrı bir yere konmuş birtakım olayları içinde
barındıran ve dünyayı tahrif etmeye muktedir bir “özne”, özel bir bölge
yoktur. Anaksimandros daha sonra tüm kozmik süreçleri tek bir tözün,
Dostları ilə paylaş: |