başarılı olabileceğini kabul etmek zorunda kalırız. “Tıp”, diye yazıyor
Lewis Thomas
(The Youngest Science
, New York 1983, s.29), "o
heybetli ilim-irfan mesleği görüntüsüne rağmen, gerçek hayatta buram
buram cehalet kokan bir uğraştı”. Ön ve arka beyin loplarının kesilip
çıkartılması işleminin, sonuçları hakkında az çok dişe dokunur bir şey
bile bilinmediği halde, tıp kodamanlarının büyük bir bölümü arasında
hızla kabul görmesi, mesleki kabul görmüş olmanın bir üstünlük nişanı
sayılamayacağını ve mesleki onaya dayandırılan iddiaların büyük bir
ihtiyatla karşılanması gerektiğini gösteriyor(bkz. Elliot S. Va- lenstein,
Great and, Desperate Cures,
New York 1986). Tumturaklı bir şekilde
ilan edilerek insanların önüne sürülen sayısız usûl (19. yüzyılda
kalomelin kullanılışı; daha on yıl önce, çocuklarda tiroid bezi
büyümesine karşı ışın verilmesi; Halstead yöntemi) yeterli deneysel
desteğe sahip olmayan modalardan ibarettir. Doktorların itibarının
belli bir kısmının tıbbi araştırmalarda elde edilen gerçek ve çoğu kez
oldukça şaşırtıcı başarılara bağlı olduğunu reddedecek değilim
(Thomas, s.35). Sülfanilamidin, penisilinin, doğum öncesi yeni ve
etkili teşhis yöntemlerinin gücü konusunda ne söylesek azdır. Fakat
tanık olduğumuz başka öyle olaylar var ki bizi, bu tür münferit
başarılan baz alarak diğer or- todoks olmayan tıp ve eczacılık
biçimlerinin külli ve iflah olmaz bir şekilde geçersiz olduğunu iddia
etmekten men ediyor.
Her durum
dönemin pratik güven havasından ve
teorik modalarından bağımsız olarak
kendi başına incelenmeli ve kendi
marifetlerine göre değerlendirilmelidir.
İddianın konuyla bir ilgisi yoktur: her gerçek bilimsel zaferde bir
dizi silah kullanılır (cihazlar, kavramlar, argümanlar, temel
varsayımlar). Fakat bu silahlar bilgideki ilerlemeyle birlikte de-
ğişikliğe uğrar. Bu demektir ki, kapışma tekrarlandığında, sık sık
olduğu gibi sonuç aynı olmayabilir; zafer bozguna, bozgun zafere
dönüşebilir. Dün aptallık abidesi olarak karşılanmış görüşler bugün
bilgimizin vazgeçilmez parçalan araşma girmiştir. Dünyanın
döndüğü düşüncesi bir zamanlar reddedilmişti, çünkü olgularla ve
dönemin en iyi hareket teorisiyle çelişiyordu; farklı, daha az deneysel
ve zamanı için hayli spekülatif bir dinamik teorisi bilimadamlarmı
her şeye rağmen bunun doğru olabileceğine
ikna etti. İkna edebildi çünkü bu bilimadamları Aristotelesçi ön- ;
celleri gibi spekülasyona karşı değillerdi. Atom teorisi gerek te- ^ orik
gerekse deneysel zeminde sık sık saldırıya uğramıştı; 19. yüz- "i yılın
ikinci otuz yılı civarında bazı bilimadamları onun artık
1
ebediyen
tarihe karıştığını düşünüyordu; ama birtakım zekice ar- \ gümanlarla
yeniden hayat buldu ve şimdi fizik, kimya ve biyolojinin temellerini
oluşturuyor. Bilim tarihi öldüğü ilan edilen : ve daha sonra dirilen ve
yalnızca başka bir muzaffer dönüşü kutlamak üzere yeniden öldüğü
ilan edilen teorilerle doludur. Özürlü bakış açılarını gelecekte belki
kullanılabilir diye saklamakta fayda vardır. Düşünce, yöntem ve
önyargı tarihi gelişmekte olan bir bilim pratiğinin önemli bir parçasıdır
ve bu pratik şaşırtıcı istikamet değişikliklerine uğrayabilir.
Teoriler için doğru olan, belki de çok daha fazla, uygulamalı
bilimler ve tıp gibi, bilime dayalı sanatlar için ge- çerlidir. Tıpta
yalnızca nöbetleşe yer değiştiren yaklaşım tarzlarına (daha “kişisel”
yaklaşım tarzı; eski uygarlıklarda önemli bir rol üstlenmiş ve yüzyıl
başında yeniden dönüş yapmış bir yaklaşım tarzı olan, sağaltıcı
nihilizm [therapeutic nihilism]), ve eşiti alternatifler arasında sürekli
gidip gelmelere (örnek: “hastalık, giderilmesi gereken bölgesel bir
rahatsızlıktır”a karşılık “hastalık, vücudun rahatsızlıklarla başa
çıkma biçimidir ve desteklenmelidir”) rastlamıyoruz; aynı zamanda
hem tıbbın itibarının hem de “sağlık”, “sıhhat” gibi terimlerin
bilimden bağımsız olarak değiştiklerine de tanık oluyoruz.
Yürüttüğü pratiğe ve araştırma sürecine tarihi de dahil etmek, tıbba
ancak kazandırır, kaybettirmez.
••
John Stuart Mill ölümsüz eseri On Liberty'de (Özgürlük Üstüne,
çev. A. Ertan, Belge Y., 1985)
16
daha da ileri gider. Araştırmacılara
sınanmış ve eksik bulunmuş düşünceleri alıkoymalarını tavsiye
ettiği gibi, ilk bakışta ne kadar saçma görünürlerse görünsünler yeni
ve sınanmamış kavramları da dikkate almalarını söyler. İki
gerekçesi vardır: “gelişkin insanlar” yetiştirebilmek için, der Mili,
çeşitli görüşler olması gerekir; ve bu, uygarlığın gelişmesi için
gereklidir:
16. M. Cohen der.,
The Philosophy of John Stuart Mill, New York 1961, s.258, 268 vd.,
245 ve devamından aktarıyorum.
Avrupa uluslar ailesini rnsan soyunun durağan değil gelişen bir bö- . lümü
haline getiren nedir? Bünyelerinde bir nedenden çok bir sonuç şeklinde
var olduğu söylenebilecek üstün bir meziyet değil, karakter ve kültür
olarak olağanüstü çeşitlilikleridir. Bireyler, sınıflar, uluslar birbirinden
son derece farklıydı: her biri değerli bir yerlere açılan çok çeşitli yollardan
işe koyuldular; farklı yollar izleyen bu yolcular her dönemde birbirine
karşı hoşgörüsüz olmuşlardır ve her biri diğerlerinin de onunla aynı yolda
yürümek zorunda kalmasının ne mükemmel bir şey olacağını düşlemiştir,
ama her şeye rağmen bu yolculuk sürecinde, ötekinin gelişmesine taş
koyma gayretlerinin sürekli bir başarı kazandığı anlar nadirdir ve her biri,
sırası geldiğinde, ötekilerde gördüğü iyi bir şeyi almasını bilmiştir.
Avrupa, benim gözümde o çok yönlü ve ilerici gelişmesini bütünüyle
izlenen yolların çoğulluğuna borçludur.
Mili’e göre
bilimlerde
de görüşlerin çoğulluğuna ihtiyaç vardır -“dört
farklı nedenden ötürü”. İlkin, bir görüş, reddedilmesini gerektiren nedenler
olsa bile hâlâ doğru olabilir. “Bunu inkâr etmek, kendimizin yanılmaz
olduğunu varsaymak demektir”. İkincisi, sorunlu bir görüş, “çok sık
karşılaşıldığı gibi her zaman bir parça doğruluk barındırıyor olabilir” ve bir
konudaki genel ve hâkim düşüncenin “gerçeğin tamamım” temsil ettiği
durumlar nadirdir, “ya da hiç yoktur; o yüzden gerçeğin diğer kısmının
bulunma şansı ancak karşıt düşüncelerin çarpışmasıyla ortaya çıkar”. Üçün-
cüsü, bütünüyle doğru ama sınanmamış bir görüş ister istemez, “akılcı
gerekçeleri pek kavranmadan ya da hissedilmeden, âdeta bir önyargıymış
gibi . . . savunulacaktır”. Hattâ, dördüncüsü, ne anlama geldiği bile tam
anlaşılmayacaktır; diğer düşüncelerle yapüacak bir karşılaştırma bu anlamın
nerede, nelerden oluştuğunu göstermedikçe o görüşün altına imza koymak
“basit resmi bir onaya” dönüşür.
Beşinci ve daha teknik bir neden de,
17
bir düşünceye karşı çı-
1
17, Ayrıntılar için bkz. benim
Philosophical Papers
, Cilt 1, s.144 vd. Burada tartıştığımız
yöntembilimsel durum* insan yaratıcılığının “nesnel” sınırlan olduğunu imâ eder görünen,
“genler kültürün yularını elinde tutar” (E.O. Wilson,
On Human Nature,
Harvard Univ.
Press Cambridge, Mass. 1978, s.167) gibi ifa* deleri de boşa çıkartır. Gerçekten böyle
sınırlar varsa biie, bunlar ancak yokmuş gibi davranılarak keşfedilebilir. Ve bu tür bir
sınamanın “nesnel” bir anlamının kalmadığı herhangi bir son nokta yoktur (“Öznel olarak”
insanlar, şüphesiz, kısa
Dostları ilə paylaş: |