Neyse, en azından bir teselli var: Psikologların bulguları
dinsel ve felsefi düşünürlerin görüşlerini, özellikle en başta
Yunanların çıkarıp ardından hep tekrar edilmesine rağmen
hâlâ genel kabul görmeyen, "Sadece başarı ve refah
mutluluğa yetmez" bakışını desteklemektedir. Aristoteles'in
vurguladığı üzere, elbette temel için bir ölçüde varsıllık
gereklidir ama fazlasının tatmini artırmaya fazla etkisi
olmayacaktır. Birçok uzman gelire karşı mutluluk seviyesi
gösteren grafikler hazırlamıştır. Eğri önce diklemesine
yükselmekte, ardından inişe geçmektedir ve bir noktadan
sonra hiçbir değişim göstermemektedir. Hatta buna eşdeğer,
ülkelerin ekonomik gelişmenin başlangıç aşamalarında
mutluluk seviyelerinin yükselip sonra inişe geçtiğini gösteren
grafikler de vardır. Yani refah artışı bireyler kadar uluslar için
de etkisizdir. Aynı olgu tarihte de gözlemlenebilir: Son birkaç
nesilde Batı'da görülen refah artışı mutlulukta aynı oranda
yükseliş getirmemiştir.
[77]
Ayrıca, Spinoza ve Buda'nın öne sürdükleri gibi, derhal
tatmin arzusuna direnmenin uzun vadede yaşamsal tatmin
getirdiğine dair kanılar da mevcut. Walter Mischel 1970
yılında dört yaşındaki bir grup çocuğu sırayla bir odaya alıp
bir tabak içinde bulunan bir şekerlemenin karşısına oturtmuş
ve şimdi çıkması gerektiğini ama döndüğünde eğer şeker
yenmemişse ödül olarak iki şeker vereceğini söylemişti.
Deneye alınan çocukların yaklaşık üçte biri şekeri derhal
yerken, üçte birlik bir diğer kısım çeşitli süreler sonunda
dayanamayıp şekeri yemiş ve kalan üçte birlik grupsa iki kat
ödülü beklemeyi başarmıştı. Mischel aynı çocukları on beş yıl
sonra incelediğinde kendisini kontrol etmeyi başaranların hem
kişisel yönden hem de eğitim konularında her açıdan başarıya
ulaştıklarını, tatmini geciktirmeyi beceremeyenlerinse alkol ve
uyuşturucu sorunları yaşayan başarısız gençlere ve daha
ilginci, güç istencinin tatminsizlikten doğan açgözlülükten
kaynaklandığının
kanıtını
ortaya
koyarak
zorbalara
dönüştüklerini saptadı. Daha ayrıntılı araştırmalarda
kendilerini kontrol edenlerin kilit yeteneklerinin, bir şeyden
vazgeçme anlamında irade gücünden çok, önlerine konan
tabakta duran şekerden başka bir şeyi düşünebilme
yetenekleri olduğu ortaya çıktı.
[78]
Dört yaşındaki ufaklıkların
üçte birinin minik Buda'lar olduklarını düşünmek cesaret
vericidir elbette ama bu deneyin 1970 yılında,
kudurmuşçasına yaşanan tüketim çağından az önce
gerçekleştirildiğini de unutmamak gerek. Bugün dört
yaşındaki çocuklar muhtemelen şekeri derhal yutacak, üstüne
şekerin tadını beğenmediklerinden yakınacaklardır.
Diğer deneyler de ne kadar edinirsek o kadar fazlasını
isteyeceğimiz, yaşamın tatminden tatmine değil, arzudan
arzuya ilerleme olduğunu söyleyen ve çağlar öncesine
dayanan eski görüşü onamıştır. Ekonomist Richard Easterlin,
gençlere iyi yaşam için elzem gördükleri ürünleri sormuştu.
On altı yıl sonra aynı soruyu aynı kişilere sordu. Arzu edilen
şeylerin ölçeği yükselmişti –televizyon, araba, ev, denizaşırı
ülkelerde tatil, yüzme havuzu, ikinci ev vs.– ve neye varırlarsa
varsınlar mutluluğu nihayet bir sonraki nesnede bulacaklarını
söylüyorlardı. Bir şeye, elde edilmesinin üzerinden çok
geçmeden alışılıyor, normal kabul ediliyor ve sonraki
isteniyordu.
[79]
Bu inceleme sadece tüketici ürünlerine
yönelik tavır hakkında yapılmıştı ama etki esasen arzulanır
her şey, sosyal yardıma, maaş zammına, terfi etmeye, izin
günlerine, gurme yiyeceklerine ve gurme sekse kadar her şey
için geçerlidir. Schopenhauer'in vurguladığı gibi: "Taleplerimiz
sahip olmakla veya sahip olmak beklentisiyle birlikte derhal
artar ve bu hal, daha fazla sahip olma ve daha büyük beklenti
kapasitemizi artırır (...) Bir şeye erişmek, o şeyin ne boş
olduğunu keşfetmektir."
[80]
Psikologların burada kullandıkları
terimler
"adaptasyon",
"alışkanlık"
ve
"hedonik
adaptasyon"dur.
Aklıma negatif adaptasyonun da bulunduğu geliyor: Nahoş
bir işi ne kadar az yaparsak daha az mutsuz olacağımızı
düşünür ama az yaptıkça daha az yapmak isteriz. Bu durum
aşırı çalıştığımızı hissedip iş yükümüzü azaltmayı başardığımız
ama çok geçmeden yine aşırı çalıştığımız hissine
kapıldığımızda ortaya çıkar. Hatta rahatlama beklentisi, daha
az yapmak zorunda olmanın daha sıkıcı olacağı anlamına bile
gelebilir.
Kendi deneyimlerime bakarak alışkanlığın sadece para,
mal ve zevkler değil, şöhret için de geçerli olduğunu
söyleyebilirim. Sanatçılar sıklıkla sadece mütevazı ölçüde
tanınma –yayınlanma, sergi açma, performans fırsatı–
istediklerini iddia ederler ama bu seviye aşılır aşılmaz daha
fazlasını arzulamaya başlarlar. Ve üst sınır diye bir şey
yoktur. En şöhretliler bile ufacık bir karşıt görüş karşısında
bozulurlar. Hatırlamaya değer bir zaaftır bu: En önemsizimiz
bile dalkavukluk yapmayı reddederek bir ünlüyü zıvanadan
çıkartabilir.
Kısacası
insanın
kendisini
kandırma
kapasitesi
olağanüstüdür. Ama daha da etkileyici bir kapasite daha var:
kendisini haklı çıkarma. Bu beceri, insani evrimin kesinlikle
en müthiş çiçeği, insan beyninin kuşkusuz en büyük
başarısıdır. İş yaptıklarını meşrulaştırmaya geldiğinde her
insan evladı birden Einstein'ın, Shakespeare'in hayal gücüne
ve bir Cizvit'in hinliğine sahip oluverir. Beni özellikle etkileyen
Dostları ilə paylaş: |