Türkiye'den Arap ülkelerine dersler -
Muhammed Bin el Muhtar el Şankiti
(El Cezire) - Arap yönetimleri ve
halklarının,
Türkiye-İsrail
geriliminin
göstergelerini daha derinden incelemeye ve
bundan, bugünleri ve gelecekleri için
dersler ve ibretler çıkarmaya ihtiyaçları
var. Sırada çıkarılabilecek derslerle ilgili
bir özet var:
İlk olarak Türkiye –Batı'nın kuyruğuna
takılarak geçen uzun yıllardan sonra- İslam
dünyasının
başı
olmanın,
Batı'nın
kuyruğunda olmaktan çok daha iyi ve
onurlu olduğunu anladı. ABD'li strateji
yazarı Graham Fuller, zamanında şöyle
yazmıştı: "Türkiye, Batı ile Doğu arasında
köprü olmak istiyor. Batı ise Türkiye'yi
kendisiyle İslam dünyası arasında bir set
yapmak istiyor."
Türkiye'deki
yabancılaşmış
seçkinler
yıllarca, Batı'ya tutunarak ve İslami
köklerinden kaçarak bu set görevini
üstlendi. Ancak Türkler bu tabiiyet
rolünden artık memnun değil. Akdeniz'de
yaşanan son olayları, kuyruktan başa,
setten köprüye doğru giden bu değişim
bağlamında okumamız gerek.
Bu değişim, bugün Türkiye'yi yöneten
bilinçli siyasi elitin, özellikle de Başbakan
Erdoğan, Cumhurbaşkanı Gül ve Dışişleri
Bakanı Davutoğlu'nun kuşağı sayesinde
oldu. Bu adamlar, Batı ile ilişkilerinde
Türkiye'ye, öz güvenini ve kendine olan
saygısını
yeniden
kazandırdı.
Türk liderlerin ülkelerinin konumuna ve
rolüne olan saygıları arttıkça Batı ve
Doğu'dakilerin de saygısını kazandılar.
Son krizde, Batı'nın Türkiye'nin yanında
yer alan tavrı, Türklerin, akan kanlarıyla
ilgili taviz vermez tutumu sayesinde oldu.
Buradan alınacak ders, öz saygının,
diğerlerinin saygısını kazanmanın anahtarı
olduğu.
İkinci ders ise Türkiye'nin özüne ve İslami
derinliğine dönmesi, geçmişte bizdeki bazı
yüzeysel devrimci rejimlerin yaptıkları gibi
Batı ile ilişkilerin geri plana atılması
üzerine kurulmadı. Aksine Türkiye'nin
değişimi,
Türk
politikasına
denge
getirmeyi amaçlayan bir bakış açısı
çerçevesinde gelişti. Yazarlardan biri
Davutoğlu'nun kişiliğini şöyle nitelemişti:
"Makyavel ve Mevlana'nın bir birleşimi."
Yani adam, Doğu'nun kalbi ile Batı'nın
mantığını bir araya getirmiş ki Filozof
Muhammed İkbal'e göre bu ikisini bir
araya getirmek, İslam aleminin kalkınması
için gerekli bir koşul.
Davutoğlu, Türkiye'nin mesajını, tarihin ve
coğrafyanın diliyle belirledi ve şöyle dedi:
"Türkiye, pek çok bölgesel kimlik taşıyor.
Tarihî ve coğrafi kimliğimize dair bu eşsiz
birleşim bize, çok boyutlu Türk tarihinden
kaynaklı eşsiz bir sorumluluk yüklüyor."
Yeni Türkiye, Batı'da Doğu'nun, Doğu'da
ise Batı'nın temsilcisi olmaya çalışıyor.
Türk yöneticiler, Türkiye'deki Doğulu ve
Batılı yönelimler ve çakışmalar arasındaki
entegrasyonun, ülkeleri için önemli bir güç
ve canlılık kaynağı olduğunun farkında.
Türkiye'nin ticari alışverişinin yarısı AB
ülkeleri ile yapılırken Arap ülkeleri ve İran
ile alışverişi neredeyse çeyreğe ulaşmış
durumda.
Türkiye, bazı safların düşündükleri gibi
Batı ile olan bağlarını çözemez, çözmek de
istemez. Zaten bu ne kendinin ne de
Müslüman dünyanın yararına olur. Aksine
Türkler, Batı ile ilişkilerin saygı ve
karşılıklı yarar sağlama üzerine kurulu
olması için çalışıyor. Araplar, Türkiye'nin
konumundaki
ve
kapasitesindeki
bir
ülkenin böylesine olumlu ve hayati bir rolü
üstlenmesine
sevinmeli.
Burada
Türkiye'den çıkarılacak ders, kendi özüne
dönmenin, başkalarına savaş ilan etmek
değil, aksine kendine ve başkalarına saygı
duymayı birleştirmek anlamına geldiği
yönünde olmalı.
Üçüncü ders ise şu anda Türkiye'nin
Araplara verebileceği en önemli ders ki o
da içerideki demokrasiyi sağduyulu dış
politikayla birleştirmek. Uluslararası Kriz
Grubunun bu yılın başında "Türkiye ve
Orta Doğu... Hırslar ve Bağlar" adlı bir
çalışmasına göre Türkiye-İsrail ilişkileri,
Türk politikacıların kendi ülkelerindeki
kamuoyunun görüşlerine boyun eğdikleri
ölçüde kötüleşiyor.
Türkiye'deki yabancılaşmış seçkinler, 20.
yüzyılın ortalarında; Filistinlilere karşı
İsrail'in yanında durduklarında, Cezayir'in
bağımsızlığına
karşı
Fransa'yı
desteklediklerinde, Araplara karşı İran Şahı
ile ittifak kurduklarında, bütün bunlar
siyasi ve askerî despotizmin acı birer
meyvesinden ve Türkiye'nin çıkarlarına dar
bir noktadan bakmaktan başka bir şey
değildi. Üstelik bütün bu tutumlar, Türk
halkının derin iradesinin samimi bir ifadesi
olmaktan uzaktı.
Bugün ise Türk demokrasisi büyüdü ve
olgunlaşmaya yaklaştı, Türk halkının
duygularını samimi bir şekilde ifade
etmeye başladı. Şimdi, Türkiye'nin bu
onurlandırıcı
davranışlarını
Arap
meselelerinde görmek mümkün.
Aynı şey Arap ülkeleri için de geçerli.
Mısır rejiminin Filistinlileri aç bırakmada
İsrail ile kurduğu ittifak, kardeşlerinin
acılarından ötürü acı çeken Mısır halkının
göğsüne
çöken
despotluğun
acı
meyvesinden başka bir şey değil.
Özetle,
harcanmış
şerefimizi
geri
kazanmak ve zulme uğrayan Filistinli
kardeşlerimize yardım etmek istiyorsak
içerideki despotizme karşı mücadelemizi
yoğunlaştırmaktan başka yapabileceğimiz
bir şey yok. Aksi halde dışarıdan gelen
düşmanı çıplak göğüsle ve zincirli ellerle
karşılamayı sürdüreceğiz.
Yine de şanslıyız ki Türkiye'nin bu
yükselişinden faydalanacak siyasi zekaya
sahip Araplar var. Suriyeli bir yetkili,
Türkiye'nin rolüyle ilgili olarak şunu
söylemişti: "Türkiye var olmasaydı bizim
onu var etmemiz gerekirdi. Türkiye bizim
için önemli çünkü o, Arap devletlerinde
girişimin var olmadığının bir göstergesi."
Ancak şöyle de bir talihsizlik var ki bazı
Arap yöneticiler, Türkiye'nin rolüne
kuşkuyla bakıyor. Bu da her çağda tembel
olan ülkelerin, bir mesajı veya iradesi
olana karşı beslediği hasedi ortaya
koyuyor. Mısırlı bir yetkili, Uluslararası
Kriz Grubuna verdiği demeçte, "Erdoğan,
Gazze ile ilgili açıklamalarında sarhoş gibi
görünüyor." derken Suudi bir yetkili,
Türkiye'nin rolünü ancak İran'ın rolünü bir
köşeye attığı sürece kabul edebileceklerini
belirtiyor. Aynı yetkili, "Türkler, bölgede
yeniden hüküm sürmek istiyor ve bu, bir
Arap olarak benim için tehlikeli." diyor.
Amerikalı yazar Grace Halsell'in ifadesiyle
Batı Hristiyanlığının, İsrail'in köleliğine
(the cult of İsrael) dönüştüğü bir dünyada
Türkiye, İsrail'in çirkin tarafını çırılçıplak
ve tek bir kurşun atmadan vicdanların
önüne serdi. Bugün ise Gazze'deki
ablukayı kaldırmak için muzaffer bir
çabanın önderliğini yapıyor. Türkiye'nin
kendine saygısı, ittifaklarında dengesi ve
samimi bir demokrasisi olmasaydı bunların
hiçbiri
olamazdı.
İşte,
Türkiye'nin
başarısının ardında yatan üç sır bu.
(BYEGM)