Selçuk iletiŞİM



Yüklə 2,6 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə108/120
tarix15.10.2018
ölçüsü2,6 Mb.
#74209
1   ...   104   105   106   107   108   109   110   111   ...   120

Yabancılaşmış Karakterler ve Politik Eleştiri:… (220-235)
221
GİRİŞ
Marxist bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde,
sanat yaratılarının üretim ilişkilerini yeniden
düzenleyen araçlar olduğu söylenebilir (1). Bu
bakış açısı, kapitalist toplumların dönüştürüle-
meyeceği ve sömürü ilişkilerinin kesintisiz
devam edeceği anlamında olumsuz bir içerik
taşır. Marx aynı zamanda diyalektik tarihsel
süreç sonunda sınıfsız bir toplumun oluşacağını
düşünmektedir ve bu yaklaşım ise, tam tersi
olumlu bir içerik taşır. Ancak Marx’ın sınıfsız
toplumunu devlet kapitalizmi olarak değerlen-
direnlere göre, bu toplumun insanları, eşitlik
uğruna tüm özgürlüklerini akılcılaştırılmış bir
devlet ve onun bürokrasisine teslim edecek,
maddi açıdan tatmin olsalar da bireyselliklerini
kaybedecek ve sistem adına çalışan birer oto-
mat haline gelecektir. Hatta bu otomatlar, du-
rumları ve konumları diğerlerinden daha iyi
olan ve daha iyi yaşayan küçük bir elit tabaka
tarafından yönetilecektir (Fromm 2004: 29).
Oysa Marx, Engels’in (2) de dediği gibi bu
yanlış okumanın aksine, kapitalist ekonominin
koşullandırdığı toplumsal yapının dönüştürüle-
bileceğini, bu ortamın yarattığı ‘yabancılaşmış’
insanların bir çıkış noktasının olduğunu ve bu
çıkış noktasının politik başkaldırıdan geçtiğini
düşünmektedir (Löwith 1999: 73). Marx’ın
hedefi, insanın ekonomik ve toplumsal tüm
belirleyicilerden kurtularak bağımsızlığını
kazanması ve insan olmanın onurunu tekrar
duyumsayabilmesidir. Böylece insan, bir canlı
olduğunu yeniden keşfederek doğa ile bütünle-
şebilecektir (Fromm 2004: 29). Şüphesiz, bu
hedefin insan zihninin sistem adına sürekli
yeniden şekillendirildiği ‘ideolojik’ ortam
içinde nasıl gerçekleştirileceğinin de cevap-
lanması gerekmektedir. İşte tam bu noktada
sanat, üretim ilişkilerini kapitalist sistem çıka-
rına yeniden düzenleyen ve gönüllü itaati sağ-
layan ideolojik bir aygıt olarak tanımlanabile-
ceği gibi, insanı üreten bir varlık olarak, aklını
ve zihnini, sistem adına organize edilmiş dü-
şünce biçimlerini sorgulama amacıyla kullanan
bir birey haline getirebilen estetik bir yaratı
olarak da düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında
sinema, başkaldırıya (düşünsel/politik vb.)
ortam hazırlayan estetik bir yaratı olarak ele
alınabileceği gibi, üretim ilişkilerini yeniden
düzenleyen ideolojik bir aygıt olarak da ele
alınabilir. Çünkü sinemanın özelikle bir eğlen-
ce miti olarak organize edildiği Amerika’da
kullanılan öyküleme biçimi, Aristotelesçi bir
anlatı yapısını esas almakta ve bu yapı, öykü
içinde eyleyen karakterler aracılığıyla yarattığı
büyülü ortam sayesinde bireyleri
edilgenleştirmektedir. Bu edilgenlikte, eyleyen
karakter ile kurulan özdeşlik ilişkisinin payı
büyüktür ve bireyler bu ilişki sayesinde yaşa-
dıkları arınma ile rahatlamakta ve varolan dü-
şünce kalıplarının dışında hareket edememek-
tedir. Özellikle tür sinemasına yöneltilen eleşti-
rilerden bazıları bu yaklaşımı desteklemektedir
(Abisel 1999: 35). Ancak sinemaya sadece bu
açıdan bakmak eksik bir değerlendirme yap-
mak anlamına da gelir. Çünkü gelişen anlatım
olanakları ve sanatsal birikim çerçevesinde
sinema, varolan öyküleme biçimi dışında, te-
melinde politik eleştiri yer alan yabancılaşmış
karakterler aracılığıyla yeni bir öyküleme bi-
çimi de sunmaktadır. ‘Çağdaş anlatı’ olarak
isimlendirilen anti-Aristotelesçi bu anlatı, kla-
sik anlatı yapısının karşısında yer almaktadır.
Tüm bu açıklamalardan hareketle bu makale,
‘Muhsin Bey’ filmi örneğinde Yavuz Turgul
sinemasını, sinemayı ideolojik bir aygıt olmak-
tan çıkarıp sanatsal bir yaratım haline getiren
ve insanın politikleştirilmesi amacına hizmet
eden çağdaş anlatı yapısı çerçevesinde ele alır.
Dolayısıyla bu makale, ‘Muhsin Bey’ filminin
bir çağdaş anlatı örneği olduğunu ve yönetme-
nin bu filmde yabancılaşmış karakterler yoluy-
la bir kapitalizm eleştirisi yaparak, Marxist
bağlamda değerlendirilmesi gereken bir kurtu-
luş umudu sunduğunu varsayar. İşte bu makale,
bu varsayımı kanıtlamayı amaçlar. Bu amaç
çerçevesinden önce, sinemada anlatı başlığı
altında, klasik ve çağdaş anlatı biçimleri açık-
lanır. Bu açıklamadaki amaç, çağdaş anlatı
yapısının genel özelliklerini ortaya koymak ve
çağdaş anlatı filmlerinde yer alan karakterlerin
Marxist kuram çerçevesinde ele alınması gere-
ken yabancılaşmış karakterler olduğu anlat-
maktır. İkinci olarak, ‘yabancılaşmanın’ ortaya
çıktığı toplumsal koşullar ya da daha özel bir
ifade ile üretim ilişkileri açıklanır. Ardından,
yabancılaşmanın ne olduğu felsefi, psikolojik
ve sosyolojik bağlam çerçevesinde tanımlanır.
Ve son olarak bir başka başlık altında, kapita-
list düzenin Türkiye’deki yansımaları ve bu
yansımalara paralel tarihsel süreçte meydana
gelen sosyo-kültürel değişim ele alınarak
‘Muhsin Bey’ filmi bu değişim bağlamında
öykü ve karakter analizine tabi tutulur. Bu


Selçuk İletişim, 5, 3, 2008
222
analiz için gerekli olan veriler, makalenin ku-
ramsal bir çalışma olması dolayısıyla ‘yazılı ve
görsel kaynakların taranması (3) yoluyla top-
lanmıştır.
1. SİNEMADA ANLATI
Varolan üretim ilişkileri üzerine kurulu olduğu
için Marxist bağlamda eleştirilebilecek ve
özellikle tecimsel Hollywood sinemasının
kullandığı klasik anlatı, kalıplaşmış bir düzen
içinde karakterler aracılığıyla ilerleyen olaylar
silsilesinin, önce karmaşıklaşması sonra ise
düzene girmesi olarak tanımlanmaktadır. As-
lında bu anlatı, Aristoteles’in tragedya tanımını
içinde barındırmaktadır. Aristoteles tragedyayı,
ahlaksal bakımdan başı ve sonu olan, belli bir
uzunluğu bulunan ve acı ya da mutluluk uyan-
dıran bir eylemin taklidi olarak tanımlarken; bu
eylemin eylemde bulunan karakterlerce temsil
edilebileceğini söylemektedir. Dolayısıyla ona
göre, tragedyanın temeli ya da ruhu öyküdür;
karakterler ise bu öykü içinde anlam kazanan
eylem halindeki kişilerdir. Her öykü, belirli
eylemlerin neden sonuç ilişkisi içinde birbirine
eklemlenmesiyle oluşurken (olay örgüsü) bu
eklemleme, ‘peripetie’ler (baht dönüşleri) ve
‘anagnorisis’ (tanınma) gibi tragedyaya özgü
araçlar yardımıyla gerçekleşmektedir. Taklit
edilen eylem sonunda, sıradan karakter tüm
sorunların üstesinden gelerek başarılı olmakta-
dır (Aristoteles 2006: 22-37). Seyirci ise, bu
sıradan karakter ile özdeşleşmekte, izlediği
karakterin başına gelenlerin kendi başına da
gelebileceğini düşünerek önce korku ve acıma
duyarken sonra onların başarısı ile umutlanıp
arınmaktadır. Bu arınma, izleyicilerin hayatına
kaldığı yerden devam etmesini kolaylaştırmak-
tadır.  İşte tragedyaya özgü tüm bu unsurlar,
klasik anlatıda da kullanılmaktadır. Öykü,
birbirine neden sonuç ilişkisi ile kronolojik
sırayla bağlanmış eylemlerin akışı ile sağlan-
makta (Güçhan 1999: 113) ve bu akış sonunda,
eyleyen karakter başına gelen sorunları ve ana
sorunu çözüme kavuşturmaktadır. Kısaca kla-
sik anlatı,  öykünün giriş-gelişme-çatışma ve
çözüm modeline (denge-dengenin bozulması
ve dengenin yeniden sağlanması) uygun iler-
lemesi olarak açıklanmaktadır (Abisel
1999:97).
Aslında klasik anlatı çerçevesinde yapılan bu
tanımlar, tarihsel diyalektik süreçte ‘mutlak
bilgi’nin kendisini gerçekleştirebilmesi adına,
insanı figüratif bir unsur olarak ele alan
Hegelci yaklaşımla bağdaşmaktadır. Kojéve’e
göre Hegel, Marxist bağlamda açıklanacak
olursa alt-yapı olarak evrensel tarih boyunca
gerçekleştirilen insani eylemler topluluğunu
göstermektedir. İnsan, böylece doğal dünyadan
farklı olarak kendine insani bir dünya yarat-
maktadır. Toplumsal olarak tanımlanabilecek
din ya da diğer ideolojilerin hepsi, işte bu insa-
ni dünyanın varolabilmesi adına kullanılmakta-
dır. Varlığın bütünselliğini sağlayacak ‘mutlak
bilgi’, tarihin sonunda, insanın eylemleri ile
yarattığı en son dünyada oluşacaktır. Dolayı-
sıyla insan bu bağlamda, evrensel tarihin yara-
tıcı bir malzemesi olarak konumlandırılmakta-
dır. Evrensel tarih bir yapı olarak düşünülürse,
insan sadece bir tuğla değil, aynı zamanda bu
yapıyı kuran ustadır; ama asıl olan oluşumu
esnasında insanı da dönüştüren bu yapıdır
(Kojéve 2004: 35-36). Hegel bu karmaşık du-
rumu, karşılıklı bir ilişki olarak açıklamaktadır.
Ona göre birey, bireysel işinde bilinçsizce
evrensel bir işi yerine getirirken, evrensel işi
kendi bilinçli nesnesi olarak da yerine getir-
mektedir. Çünkü bütünün gerçekleşmesi adına
kendisinden özveride bulunurken, bu yolla
kendisini onda geri kazanarak; yani ‘mutlak
bilgi’yi edinerek özgürleşmektedir (Hegel
2004: 234-235). Ancak bu yaklaşım, sonuçta
insanı üreten ve dönüştürebilen bir varlık ol-
maktan çok edilgen bir varlık olarak görme
eğilimi taşımakta ve varlığı belirleyen şeyi
‘mutlak bilgi’ olarak sunmaktadır. Bu bağlam-
da Feurbach, Hegel’in felsefesini, Tanrı’nın
yerine başka bir ilk varlığı -‘mutlak bilgi’yi,
geçirdiği için en son teolojik sistem olarak
adlandırmaktadır (aktaran Riazanov 1997: 54).
İşte Marx, Hegel’in bir teoloji olarak adlandırı-
lan bu felsefi sistemini laikleştirmekte ve diya-
lektik süreç içersinde, ekonomiyi alt yapısal bir
belirleyici olarak konumlandırırken,  politikli-
ğin de önemini vurgulamaktadır. Marx’a göre,
akılcılaştırılmış-bürokratik kapitalist düzenin
dönüştürülmesinde politiklik içeren bireysellik
ön plana çıkmaktadır ki bu, insanı figüratif bir
unsur ya da ‘mutlak bilgi’nin temsili olarak
gören anlayışla çatışmaktadır. Ve yine o, dönü-
şümü evrensel belirleyicinin değil, bireysel
bilinçlenme ile birleşen işçi sınıfının gerçekleş-
tireceğini düşünmektedir (Löwith 1999: 40).
Bu açıdan bakıldığında, varolan üretim ilişkile-
rinin kabulü üzerine kurulu klasik anlatı tercihi,


Yüklə 2,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   104   105   106   107   108   109   110   111   ...   120




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə