Selçuk iletiŞİM



Yüklə 2,6 Mb.
Pdf görüntüsü
səhifə111/120
tarix15.10.2018
ölçüsü2,6 Mb.
#74209
1   ...   107   108   109   110   111   112   113   114   ...   120

Yabancılaşmış Karakterler ve Politik Eleştiri:… (220-235)
227
bancılaşmaktadır (Kafka’nın Dava ve Şato adlı
romanlarına bu açıdan bakılmalıdır). Çünkü
insan, kendi eliyle yarattığı sistemin bir görev-
lisi olmanın dışında, ona devrettiği yetkelerinin
karşılığında vaat edilen hiçbir şeyi elde ede-
memektedir ya da kazanamamaktadır. Tüm bu
olumsuzluklara rağmen, bürokratik/kapitalist
toplum düzenini yabancılaşma üzerinden yo-
rumlayan Marx, Weber’in aksine oldukça
olumlu ve dışa dönük öneriler sunmakta
(Löwitt 1999: 40-41); insanı araçsallaştıran,
bireyselliği ortadan kaldıran, onu köleleştiren
üretim ilişkilerinin dönüştürülebileceğini um-
maktadır. Bu umudu, sadece çalışanları değil,
kendi ürettikleri nesnelerin köleleri olan kapita-
listleri de kapsamakta ve tüm insanlığın onurlu
özgürlüğü istemini içinde barındırmaktadır
(Fromm 2004: 85).
Şüphesiz esas soru bu dönüşümün nasıl olaca-
ğıdır? Marx, ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine
Katkı’ adlı eserinin ön sözünde, maddi yaşamın
üretim tarzının genel olarak toplumsal, siyasi
ve entelektüel yaşam sürecini koşullandırdığın-
dan, insanların varlıklarını belirleyen şeyin
bilinçleri değil tam tersine, bilinçlerini belirle-
yen şeyin toplumsal varlıkları olduğundan,
gelişmelerin belirli bir aşamasında toplumun
maddi üretici güçlerinin o zamana kadar eyle-
dikleri mevcut üretim ilişkilerine ters düşecek-
lerinden ve değişim ya da dönüşümün bu aşa-
mada gerçekleşeceğinden bahsetmektedir
(Marx 2005: 39). Ancak, tamamen toplumsal
olarak belirlenmiş bir bilinç, nasıl olacak da
ideolojik yanılsamalardan sıyrılarak gerçeği
görecek ve insan onuruna yakışır bir toplum
düzenine doğru dönüşümü gerçekleştirecektir?
Bu sorunun cevabı yine Marxist bir tanımda
gizlidir. Fromm’a göre, Marxist anlamda emek
denilince sadece fiziksel çalışma ile gerçekleş-
tirilen etkinlikler değil, aynı zamanda zihinsel
ya da sanatsal etkinlikler de akla gelmelidir
(2006: 83). Bu bağlamda, sanat, varolan üretim
ilişkilerini ortaya koyan, eleştiren ve ideolojik
yanılsamaları ortadan kaldırarak insani dönü-
şüm bilincini geliştiren bir yaratı olarak tarif
edilebilir. Romanın ortaya çıkışı, tiyatronun
üretim ilişkilerinin değişimine paralel gelişimi,
örneğin epik tiyatronun ortaya çıkış nedeni,
varoluşçuluk akımının söyledikleri ve sinema-
da çağdaş anlatı yapısının gelişimi, örneğin
İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalga
filmleri vb… bu açıdan değerlendirilmelidir.
Marxist düşünce sistemini eleştirse de
Camus’un, sanatçı kimdir sorusuna verdiği
yanıt da bu görüşü desteklemektedir. Sanatçı-
nın ya da sanatın görevi, bu çağın açmazlarını,
insanı onursuzca yaşamaya iten nedenleri,
üretim ilişkilerinin yeniden tanzimine dayalı
savaşları ve katliamları anlatmaktır (Camus
1965: 17). Sanatçı tüm bunları duyumsayan ve
duyumsatan uyumsuz bir yaratıcı olarak tanım-
lanmaktadır (Camus 2006: 102).  İşte bu maka-
le, Yavuz Turgul sinemasını, ‘Muhsin Bey’
örneğiyle bu açıdan ele almaktadır.
3. TÜRK TOPLUM YAPISININ
EKONOMİ POLİTİĞİ: MUHSİN BEY
ÖRNEĞİ VE POLİTİK ELEŞTİRİ
Makalenin başında da belirtildiği gibi kapita-
listleşme, Batı’ya özgü bir ekonomik örgüt-
lenme modelidir. Ancak sadece Batı’ya ait
değildir. Tanımından da anlaşıldığı üzere kapi-
talizm, sermayenin başkalarının artı değerini
ele geçirmeye dayalı bir birikimi öngörmekte-
dir ve bu nedenle sadece ortaya çıktığı toprak-
larının sınırları içinde mevcudiyetini sürdürme-
si mümkün değildir. Kendine yeni görevliler ve
yeni pazarlar elde etmek ve bu yolla mevcudi-
yetini sürdürebilmek için evrensel bir model
(Wallerstein 2006: 71) haline gelmelidir (5).
Siyasi bağlamda bunu gerçekleştirebilmek
adına yapılması gereken şey, bireysel hak ve
özgürlüklerin, rekabetin ve fırsat eşitliğinin
sağlandığı, bilim ve teknolojinin öncüllüğünde,
sanayi ve ticaretin hâkim olduğu ilerici bir
toplumsal örgütlenmenin sağlanmasıdır. Bu
yüzden modern toplum ya da modern devlet
kavramı, tüm ülkeler ya da imparatorluklar için
evrensel bir ideal olarak sunulmaktadır.
Bu çerçevede feodal yapının; başka bir deyişle
Doğu tarzı üretim ilişkilerinin hâkim olduğu
Osmanlı’nın, 2. Mahmut dönemiyle birlikte,
Rönesans ve Reform hareketleriyle skolâstik
düşünceyi yıkan ve bir orta sınıf olan burjuva
öncülüğünde akılcılaştırmayı temel alarak
aydınlanma çağını yaşayan ve toprağa dayalı
üretim biçiminden, kapitalist üretim modeline
geçerek zenginleşen ve güçlenen Batı’ya öykü-
nerek, üst yapısal tedbirler yoluyla modernleş-
me yolunu seçtiği bilinmektedir. Bunun en
büyük nedeni ise, savaşlar nedeniyle kaybedi-
len topraklar ile gittikçe güçsüzleşen ve eko-
nomik darboğaz içine giren Osmanlı’nın, Batı


Selçuk İletişim, 5, 3, 2008
228
tarzı üretim şeklini ve yönetim biçimini kurta-
rıcı olarak görmesidir. Bu amaçla, ilk olarak 3
Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilmiş;
bunun yetersiz kaldığı düşünülmüş ve 18 Şubat
1856’da Islahat Fermanı ile yeni bir üst yapısal
reform atılımı gerçekleştirilmiş, ardından
1876’da 1. Meşrutiyet ve 1908’de 2. Meşruti-
yet ilan edilmiştir. Ancak kesintilerle süren bu
girişimlerin hiçbiri toprak kaybını engelleme-
miş ve ekonomik buhranı giderememiş, aksine
çöküş Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Sava-
şı ile tam anlamıyla gerçekleşmiştir. Kurtuluş
Savaşı sonrası kurulan Cumhuriyet, 1800’lerde
başlayan Batılılaşma ya da modernleşme hare-
ketini, siyaset, hukuk, ticaret vb… yeni üst
yapısal ve kalıcı reformlarla sürdürmüş ve tüm
toplumsal katmanların bu süreci eğitim yoluyla
benimsemesi hedefi güdülmüştür. Ekonomik
kalkınmanın varolan kısıtlı kaynaklar ve yeter-
siz girişimci profili nedeniyle devlet eliyle
planlı bir şekilde gerçekleştirilmesine karar
verilmiş; bu yolla kurulacak ve geliştirilecek
sanayi ve ticaretin ulusal bir burjuvaziyi yaratı-
labileceği düşünülmüş, kısa bir süre sonra da
bu düşünce sonuçlarını vermiştir. Çok partili
hayata geçiş (1946) ve 1950 Demokrat Parti
iktidarı ile başlayan liberalleşme ya da kapita-
listleşme, kendine has yapısı ile (montaj sanayi
ve öykünen taklitçi bir burjuvazi) büyük müca-
deleler ve zaman zaman yaşanan kesintilere
rağmen, alınan 24 Ocak kararları ve 1980 mü-
dahalesi sonrası, tüm toplumsal yaşantıyı etki-
ler hale gelmiştir. Tabi bu durum, sosyo-
kültürel alanda hızlı bir değişimi de beraberin-
de getirmiştir. Özellikle bu değişimde 1970
sonrası dünyada medya alanında gerçekleşen
gelişmelerin ve bu yolla ulus devlet sınırlarının
dahi aşılarak, neo-liberal politikaların tüm
dünyada etkin hale getirilmek istenmesinin
payı büyüktür. Ayrıca bu dönem, siyasetin
belirleyeni haline gelen iş adamlarının Anava-
tan Partisi’nden milletvekili olarak bizzat siya-
seti yöneten aktörler haline geldiği bir dönem
olarak da bilinmektedir (Özadalı 1998: 79).
Öyle ki bu aktörlerin bir kurtarıcı olduğu dü-
şüncesi medya aracılığıyla da tüm topluma
iletilmektedir. Şahin Alpay’ın 3.10.1995 tarihli
Milliyet’teki yazısı bu görüşü desteklemekte-
dir. Alpay’a göre, gelinen nokta da, Türkiye’yi
başarılı olmak için rasyonel davranmak, etkin
ve verimli çalışmak, kaynak israf etmemek
gerektiğini bilen işadamları yönetse, barış ve
kalkınma hedefine çok daha hızlı erişilebiline-
cektir (aktaran Özadalı 1998: 79). Oysa Marx’a
göre kapitalizm yoluyla burjuvazi, iktidarı ele
geçirdiği her yerde feodal, patrikaryal ve şaira-
ne ilişkileri ayaklar altına alırken, insanı doğal
üstlerine ya da efendilerine bağlayan karmaşık
bağları hoyratça koparmakta ve insan ile insan
arasında salt kişisel çıkardan, taş gibi hissiz
peşin para hesabından başka bir bağ bırakma-
maktadır. Dinî ve şövalyeliğe has duygu coş-
kunluğunun, küçük burjuva duygusallığının
yerini bencilce çıkarlar almaktadır. İnsan onu-
ru, basit bir değişim değeri haline getirilmekte,
büyük zorluklar ile elde edilmiş birçok özgür-
lüğün yerine vicdansız ticaret özgürlüğü ko-
nulmaktadır. Kısaca, burjuvazi dinî ve siyasi
hayallerle örtülü sömürünün yerine açık, dolay-
sız, kaba ve hayâsız sömürüyü geçirmektedir
(Marx ve Engels 1998: 47-48). Dolayısıyla
kapitalizm barış ve kalkınmayı değil, daha çok
eşitsizlikleri, bencillikleri, değersizlikleri ve
erdemsizliği esas alan bir yaşama biçimini
öngörmektedir. 1980 sonrası Türkiye’sinde
gerçekleşen hızlı değişim bu açıdan okundu-
ğunda, kolay yoldan para kazanmak ve yük-
selmek uğruna her şeyin yapılabilirliği kural
haline gelirken/getirilirken; siyasetten kültüre,
birçok alanda derin bir yozlaşma kendini gös-
termektedir. Şüphesiz bu yozlaşma ve yeni
yaşam biçimi, insani varoluşu ve bu varoluşun
en önemli temsili sanatı da etkilemektedir.  B.
Moran, ‘Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış’
adlı eserlerinin üçüncü cildinde, ‘12 Eylül ve
Yenilikçi Roman’ başlığı altında, 1980 ve
sonrasını, “artık idealizm, özveri, eşitlik ve
bozuk düzene karşı savaşım gibi temalar geri
plana itilmekte ve iş hayatında başarı, köşeyi
dönme gibi toplumun değil bireyin çıkarını
gözeten faydacı bir anlayış ya da yaşama biçi-
mi öne çıkmakta (2004: 50)” diye eleştirmek-
tedir. Dönemin roman anlayışındaki, bahsi
geçen yaşama biçimi nedeniyle hem biçimsel
hem de içerik açısından gerçekleşen yenilikleri,
Oğuz Atay ve Yusuf Atılgan örnekleriyle so-
mutlaştırmaya çalışan Moran, aynı adlı eserinin
ikinci cildinde, ‘Tutunamayanlar’ın hem söyle-
dikleri hem de söyleniş biçimi açısından bir
başkaldırı olduğunu; bu başkaldırının içeriğini
ise burjuva düzeninin kurallarına, değer yargı-
larına, beğenisine ve yaşam biçimine ayak
uyduramayan, topluma ya da başka bir deyişle
kapitalist ahlak anlayışına yabancılaşmış yalnız
insanların oluşturduğunu söylemektedir
(Moran 2003: s262). Bu insanlar, bu yaşam


Yüklə 2,6 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   107   108   109   110   111   112   113   114   ...   120




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə