Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə18/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   55

Ve hepsi de bir oyun, diye düşündü, bir anda bundan emin oldu. Bir oyun! Belki o bile değil. Belki bir oyunun provası. Az seyircisi olacak, çabucak sona erecek bir oyunun provası.

Sevinç, diye düşündü tekrar. Ayağa kalkmıştı. Yüzünü çevirmiş, uzakta uçan adamlara bakıyordu. Saçlan rüzgârdan alnına yapışmaktaydı. Jack'in masumluk dönemi hızla sonuna yaklaşıyordu. Sıkıştırsalar kendi bile kabul ederdi böyle bir sonun hızla yaklaşmakta olduğunu. Bir çocuk yollarda tek başına bunca zaman geçirip, Oatley'de başına gelenlerden geçip, yine de masum kalmayı bekleyemezdi. Ama durup gökyüzüne baktığı o anda masumiyet çepeçevre sarmış gibiydi onu. Her şey bir gökkuşağıy-dı o an onun gözünde.

Sevinç... ne kadar da neşeli bir kelime.

Bütün bu işlerin başlangıcından beri (o da ne zamandı, Tanrı bilir) kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Tekrar Batı Yolu'na koyuldu. Adımlan hafif, yüzü güleçti. İkide bir* dönüp arkasına bakıyordu. Uçan adamlan uzun süre gördü. Diyar havası öyle duruydu ki, görüntüleri büyütüyor gibiydi. Onlan göremez olduktan sonra bile içinde sevinç duygusu bitmedi. Kafasının içinde bir gökkuşağı taşıyordu.


7

Güneş alçalmaya başladığında Jack geçiş yapmayı durmadan ertelemekte olduğunu farketti. Bunun tek nedeni sihirli iksirin o korkunç tadı da değildi. Buradan ayrılmak istemediği için erteliyordu geçişi.

Küçük bir dere akıyordu otların arasından. Ağaçlar da belirmeye başlamıştı. Tepeleri yassı, okaliptüse benzer ağaçlar. Biraz ilerde, sağ tarafta, koskoca bir su vardı. Öyle kocamandı ki, son bir saatten beri Jack ona gökyüzünün bir parçası diye baka gelmişti. Ama değildi. Bir göldü. Büyük bir göl, diye düşündü. Herhalde öteki dünyada Ontario gölü olacaktı bu.

Kendini pek iyi hissetti. Doğru yöndeydi. Belki biraz fazla kuzeye kaçmıştı ama Batı Yolu'nun yakında sapıp doğru biçimde ayarlanacağından emindi. Sevinç diye tanımladığı o coşkun neşe duygusu şimdi erimiş, tatlı bir dinginlik haline gelmişti. Diyar havası kadar duru bir duygu. Bu mutluluğunu gölgeleyen bir tek şey vardı. O da o anıydı.

(altı, altı yaşında, Jacky altı yaşında...)

Joe Bledsoe. Neden zihni bir türlü istemiyordu onu hatırlamasını?

Yo... bir anı değildi bu... iki anıydı. Düşündü. Önce ben ve Richard, Bayan Feeny'nin olayı kızkardeşine anlatışını dinliyoruz. Elektriğin nasıl akıp adamı haşladığını, gözlüğünü eritip burnuna yapıştırdığım, kadının nasıl bunu Bay Sloat telefonda anlatırken duyduğunu anlatışını dinliyoruz. Daha sonra bir de öteki anı var. Kanepenin arkasında, kulak kabartmak istemeksizin, babamm sözlerini duymak. "Her şeyin bir de sonucu vardır. Bazı sonuçlar hiç de hoş olmayabilir." Ve Jerry Bledsoe'yu da hoş olmayan bir şey etkilemişti, öyle değil mi? Bir insanın gözlüğü burnunun üstüne erirse, hoş denemezdi buna...

Jack durdu! Olduğu yerde kazık kesilmiş gibi durdu.

Ne demeye çalışıyorsun sen, diye sordu kendi kendine.

Ne demeye çalıştığını biliyorsun, Jack. Baban gitmişti o gün. O da, Morgan Amca da. İkisi birden gitmişlerdi. Buraya gelmişlerdi. Bu evrende California'ya karşılık neresi varsa, orada olmalıydılar. Orada bir şey yapmışlardı herhalde. Ya da içlerinden biri yapmıştı. Belki büyük bir şey, belki de yalnızca irice bir taşı alıp fırlatmak gibi bir şey... ya da ...belki ... bir elma koçanım toprağa gömmek gibi bir şey!!! Ve o hareket her nasılsa... öteki evrene yansımıştı. Öteki evrene yansımış, orada Jerry Bledsoe'yu öldürmüştü.

Jack ürperdi. Anlıyordu zihninin bunu hatırlamayı neden istemediğini. O oyuncak otomobil, o erkek sesleri... Dexter Gordon'un saksofon çalısı... Jacky hatırlamak istememişti, çünkü.

(kim yapıyo/rdeğişiklikleri, baba)

Çünkü bundan çıkacak anlama göre, kendisinin bu evrendeyken yaptığı bir hareket, kendi dünyasında çok kötü sonuçlara yol açabilecekti. Üçüncü Dünya Savaşını mı başlatacaktı? Belki o kadar da değil! Son zamanlarda kral falan öldürdüğünü hatırlamıyordu. Ama acaba Jerry Bledsoe'yu kebap etmek için ne kadar bir hareket yeterli olmuştu? Acaba Morgan Amca, Jerry'nin ikizlisini mi vurmuştu? (İkizlisi varsa tabii) Diyar kodamanlarından birine elektriğin ne olduğunu göstermeye mi çalışmıştı? Yoksa daha küçük bir sebep mi vardı? Belki bir pazar yerinde bir dilim et satm almak kadar küçük bir şey! Kim yapıyordu değişiklikleri? Kim yapıyordu?

Bir sel... bir yangın?

Jack'in ağzı birden kupkuru oldu.

Yolun yan tarafındaki dereye yürüdü, kıyısına diz çöktü, elini daldırıp bir avuç su aldı. Eli birden dondu. Akarsuya, batmakta olan güneşin renkleri vurmuştu... ama daha çok kırmızıydı renk... dere, sudan çok kana benziyordu. Derken kapkara kesildi, bir an sonra da saydamlaştı... Jack o suyun içinde bir hayal gördü.


Boğazından bir hırıltı yükseldi çocuğun. Morgan'ın arabasını görüyordu. Batı Yolu'nda koşmaktaydı atlan. Arabacı yerinde, ayağa kalkmış, kırbacını şaklatıp duran da Elroy'du. Kırbacı tutan şey bir el değildi. Bir tür toynaktı. Elroy kullanıyordu o kâbus arabayı! Koca dişleriyle sırıtıyordu. Jack Sawyer'i bir daha görebilmeye can atıyor, sabırsızlıktan ölüyordu Elroy. Bir pençede karnını yarmak, barsaklanm dışarıya çıkarmak istiyordu.

Jack derenin yanma diz çökmüştü. Gözleri neredeyse yuvalarından uğrayacaktı. Dudakları korku ve dehşetle titriyordu. Bu görüntüde onu en çok korkutan bir tek şey vardı. Çok küçük bir şeydi aslında. Ama anlamı ve en korkunç olanı buydu. Atların gözlerinde ışıklar parlıyor, kızıllıklar yansıyordu. Karşılarında ışık vardı çünkü... batan güneşin ışığı.

Araba bu yolun üzerinde, batıya doğru gelmekteydi... kendisini kovalıyordu.

Jack emekleyerek sudan uzaklaştı. Ayağa kalkmak istese bile, başaracağından pek emin değildi. Yola doğru emekledi, yüzükoyun yere serildi. Speed/nin şişesiyle halıcının aynası karnına batar gibi oldu. Başını yana çevirip sağ yanağım yolun zeminine sımsıkı bastırdı.

Sert toprağın uğultusunu duyabiliyordu. Uzaktaydı henüz araba... ama yaklaşıyordu.

Tepesinde Elroy... içinde Morgan... Morgan Sloat mı? Orris'li Morgan mı? Önemi yoktu. İkisi de birdi.

Titreyen toprağın hipnotize edici etkisinden büyük çaba göstererek sıyrıldı, ayağa kalktı. Speedy"nin şişesini çıkardı. O şişe iki evrende de hiç değişmiyordu. Tepesine kapattığı mantarı çekti. Mantar zerrelerinin şişenin içine dökülmesine aldırış bile etmedi. Şişedeki sıvının yüksekliği beş santim ancak vardı artık. Tedirgin bakışlarla sol tarafına baktı. Sanki arabanın ufukta her an belirmesini bekliyordu. Atların gözlerinde gurup ışıklarıyla! Elbette ki hiçbir şey görmedi. Diyar'da ufuklar öteki dünyada olduğundan çok daha yakındı. Sesler de daha uzağa gidebiliyordu. Morgan'ın arabası en azından on mil doğuda olmalıydı. Belki de yirmi.

Ama yine de peşimde, diye düşündü Jack. Şişeyi dudaklarına kaldırdı. Tam içeceği sırada zihni sanki bir çığlık attı. Hey, dur bir dakika! Dur bir dakika, salak... ölmek mi istiyorsun sen? Öteki dünyada batı otoyolunun orta yerinde ortaya çıkmak komik olurdu herhalde.... Sürat yapan kamyonların altında kalıvermek...

Jack yolun kenarına doğru seyirtti... sonra tedbirli olmak için otlar arasında bir on adım daha ilerledi, içine derin bir soluk çekti, bu yerin tatlı havasını kokladı, o huzur duygusunu, o gökkuşağı duygusunu bulmaya çalıştı.

Onun ne gibi bir duygu olduğunu hatırlamam gerek, diye düşündü. İhtiyacım olabilir... belki buraya uzun süre dönemeyebilirim.

Otların ilerlerine baktı. Doğudan doğru gece yaklaşıyordu artık. Rüzgâr serindi, ürpertiyordu ama, yine hoş kokularla doluydu. Saçlarını uçuruyordu.

Hazır mısın, Jacky? Gözlerini yumdu, kendini o iğrenç tada, arkasından gelecek kusmaya hazırlayarak çelikleştirdi.

"Şerefe," dedi... ve içti.

Bölüm: 14

BUDDY PARKINS
1

Mor sıvıları kusarken suratı topraktan birkaç santim uzaktaydı. Dört şeritli koca otoyolun yan tarafındaki otların arasındaydı. Başını iki yana salladı, dizleri üzerinde doğruldu. Bu dünya kokuyordu. Fena kokuyordu. Jack kendini itip otlar üzerindeki mor sıvıdan uzaklaşmaya çalıştı. Koku biraz değiştiyse de, yok olmadı. Havada gaz, benzin diğer isimsiz zehirler dolaşıp duruyordu. Ayrıca havanın kendisi de yorgunluk, bezginlik kokuyordu. Otoyoldan gelen gürültüler bile katkıda bulunuyordu bu ölen havaya. Bir trafik levhasının arka yüzü, Jack'in tepesinde dev boyutlarda boş bir televizyon ekranı gibiydi. Zorlanıp ayağa kalktı. Yolun karşı tarafında, biraz ilerde çok büyük bir su görünüyordu. Rengi gri gibiydi. Yüzünde kötü bir karanlık vardı. Oradan da alttaki yorgunluğun ve madensel artıkların kokusu yükselmekteydi. Ontorio gölü... şu ilerdeki küçük kent de ya Olcott, ya da Kendall olmalıydı. Kilometrelerce sapmıştı yolundan. Belki yüz mil kaybetmişti. Yani dört, dört buçuk günlük yol. Jack trafik levhasının yüz tarafına doğru geçerken, inşallah durum bu sandığımdan daha kötü çıkmaz, diye umuyordu. Başını kaldırıp siyah harflere baktı, ağzını sildi. ANGOLA. Angola mı? Neredeydi orası? Dumanlı havanın arasından ilerdeki kente doğru baktı.

* * *

Değerli yol arkadaşı Rand McNally atlası ona bu koca suyun Erie gölü olduğunu söylüyordu... Jack günler kaybettiğini sanırken, aslında günler kazanmış durumdaydı.



Bu avantajı ona bir tek şey öğretiyordu. Demek tehlike geçer geçmez tekrar Diyar'a geçiş yapması doğru olurdu. Yani Morgan'ın arabası buralardan batıya doğru geçip gittikten hemen sonra. Ama onu yapmadan önce, hattâ yapmayı düşünmeden önce, Jack Sawyer'in şu görünen kente kadar gidip, öteki evrendeki hareketlerinden ötürü burada bir şeylere yol açıp açmadığını kontrol etmesi gerekiyordu. Ben hiçbir değişiklik yaptım mı Baba? Yamaçtan aşağı, kente doğru yürümeye başladı. On iki yaşmda bir çocuk. Blucinli, kareli gömlekli. Yaşma göre boyu uzun. Kılığı şimdiden hırpanileşmeye başlamış. Yüzüne birdenbire büyük kaygıların ifadesi yerleşmiş bir çocuk.

Yamacın yan yolunda, kafasında yine İngilizce düşünmeye başladığını farketti.


2

Günler sonra, Ohio'nun Cambridge kentinden 40 numaralı otoyola çıkan Buddy Parkins adında bir adam, yolda durup uzun boylu bir çocuğu arabasına aldı. Çocuk adının Lewis Farren olduğunu söylüyordu. Yüzündeki kaygı ifadesi de pek geçici bir şeye benzemiyordu. Buddy'nin içinden çocuğa, hafifle, evlât... en azından kendi çıkarın için hafifle, demek geldi. Ama çocuk konuşmaya başladığında, zavallının dertlerinin on kişiye yetecek kadar büyük olduğunu anladı. Anası hastaydı, babası ölmüştü, Buckeye Gölünün orada öğretmen olan bir teyzeye gitmekteydi. Çok derdi vardı Lewis Farren'in. Yıllardır cebinde beş dolan birarada görmemiş gibi bir hali vardı. Ama Buddy yine de bu çocuğun bir noktada kendisini kandırmakta olduğunu hissediyordu.

Bir kere çocuğun üstünde çiftlik kokulan vardı, kent kokuları yoktu. Buddy Parkins'le kardeşleri Amanda yakınlannda yirmi dönümlük bir çiftlik işletirlerdi. Çiftlikleri Columbus'un otuz mil kadar güney doğusuna düşüyordu. Bu nedenle Buddy koku konusunda yanılmış olamayacağını biliyordu. Çocuğun üzerinde köylük yerlerin kokusu vardı. Buddy de çiftlik kokulan arasmda büyümüştü. Ambann, gübrenin, mısınn, bezelyenin kokusunu iyi tanırdı. Yanındaki çocuğun yıkanmamış giysilerinde de o kokular vardı.

Sonra giysilerin ne tip giysiler olduğu konusu da önemliydi. Bayan Farren herhalde iyice hasta olmah, diye düşünüyordu Buddy. Çocuğu böyle yırtık blucinle, üzerine birikmiş kat kat kirlerden tunçlaşmış, sertleşmiş bir blucinle yola çıkardığına göre! Ya pabuçlar? Lewis Farren'in lastik pabuçlan neredeyse ayağından dökülecekti. Bağlan tirfil tirfil, kapkara, kumaşı yer yer yırtıktı.

"Demek babanm otomobilini aldılar, ha, Lewis?" diye sordu Buddy.

"Evet, anlattığım gibi oldu... pis korkaklar gece yansından sonra gelip arabamızı garajdan çaldılar. Bence izin verilmemeli böyle şey yapılmasına. Hele de çok çalışan, ilk fırsatta taksitlerini yeniden ödemeye başlayacak olan kimselere. Sizce de öyle değil mi? Haklı değil miyim yani?"

Çocuğun o dürüst, güneş yanığı suratında belki Nixon Affından ya da Domuzlar Körfezinden bu yana en ciddi soruyu soruyor olmanın ifadesi vardı. Buddy'nin içinden onun dediğini kabul etmek geldi. Böyle çiftlik kokan bir çocuğun her iyi yürekli sözünü kabul ederdi zaten. Yapısı öyleydi Buddy'nin. "Herhalde her olayın iki cephesi var," dedi sonunda. Bunu söylerken çok da mutlu değildi. Çocuk gözlerini kırpıştırdı, başını tekrar ileriye çevirdi. Buddy içinde bir kaygı hissetti. Çocuğun o derin kederlerinin bir yansımasını hissetti. Lewis Farren'e o kadar ihtiyaç duyduğu cevabı vermemiş olduğu için pişmanlık duydu.

Onu biraz neşelendirebilmek amacıyla, konuyu geçmişten geleceğe çevirmeye çalıştı. "Herhalde teyzen Buckeye Gölünde ilkokul öğretmenidir," dedi.

"Evet, öyle. İlkokul öğretmeni. Helen Vaughan." Yüz ifadesi değişmemişti.

Ama Buddy aynı şeyi tekrar duyar gibi oldu. Gerçi Buddy kendini pek Henry Higgins saymazdı. O müzikli oyundaki profesör gibi insanlann nereli olduğunu dilinden anladığını iddia edecek kadar ileri gitmezdi. Ama bu çocuğun Ohio'da doğrup büyümediğinden hemen hemen emindi. Ses tonu yanlıştı bir kere. Sesin iniş çıkışlan yanlıştı. Ohio sesi değildi bu ses. Hele de Ohio'nun kırsal kesiminden hiç değildi. Bir aksan vardı çocukta.

Belki çocuk Cambridge ya da başka bir büyük Ohio kentinde büyümüş, böyle konuşmasını orada öğrenmişti. Olabilir miydi? Buddy her nedense öyle olması gerektiğini kabul etti.

Beri yandan, Lewis Farren'in bir türlü elinden bırakmadığı, sımsıkı tutup durduğu o gazete de Buddy Parkins'in en büyük korkularını onaylıyor gibiydi. Galiba bu güzel kokulu genç yol arkadaşı bir kaçaktı. Anlattıklarının hepsi de yalandı. Gazetenin adı, Buddy'nin görebildiği kadarıyla, ANGOLA HERALD'dı. Afrika'da vardı Angola diye bir yer. Bir yığın İngiliz bir zamanlar oraya paralı asker diye akmıştı. Bir de New York'daki Angola vardı. Erie gölünün kıyısında. Son zamanlarda gazetelerde oraya ait resimler görmüştü ama, nedenini pek hatırlayamıyordu.

"Sana bir soru sormak istiyorum, Lewis," dedi, hafif öksürüp boğazını temizledi.

"Evet?" deyip bekledi çocuk.

"Kırk numaralı devlet yolu üzerindeki cici bir kentten gelen bir çocuk, nasıl oluyor da elinde bir Angola gazetesi taşıyor? Angola çok uzak bir yer. Merak ettim, evlât."

Çocuk başını eğip koltuğuna sıkıştırdığı gazeteye baktı. "Ha, bunu buldum ben," dedi.

"Yok canım!"

"Evet, buldum. Bizim ordaki otobüs garajında, bir bankın üzerinde duruyordu."

"Bu sabah sen otobüs garajma mı gittin?"

"Parayı saklayıp otostopla gitmeye karar vermeden hemen önceydi, Bay Parkins. Siz beni Zanesville kavşağına yakın yerde indirirseniz yolum çok kısa kalır. Belki akşam yemeğinden önce teyzemin evine varırım bile."

"Olabilir," dedi Buddy. Birkaç millik yolu tedirgin bir sessizlik içinde aldı. Sonunda dayanamadı. Gözlerini yoldan ayırmaksızm, çok alçak sesle sordu. "Evlat, sen evden mi kaçıyorsun?"

Lewis Farren gülümseyerek şaşırttı onu. Sırıtıyor denilemezdi. Sahte de değildi gülümsemesi. Gerçekten gülümsüyordu çocuk. Evden kaçma fikri komik geliyordu ona. Sanki gıdıklıyordu onu. Buddy başını çevirdikten bir an sonra çocuk da ona baktı, gözleri karşılaştı.

Bir an, iki, üç... ne kadar sürmüştü o etki? Buddy Parkins o süre içinde, yanında oturmakta olan pasaklı çocuğun çok güzel olduğunu farketti.

Gerçi dokuz aylıktan büyük hiçbir erkek için bu sıfatı kullanmaya yanaşmazdı ama, Lewis Farren'in çok güzel olduğunu anlıyordu. İçindeki mizah anlayışı bir an için kaygılarını öldürmüştü. O çehreden Buddy Parkins'e, üç yeni yetme rfğlu olan bu elli iki yaşındaki adama parıldayan ifade dürüst ve iyi bir ifadeydi. Başına alışılmadık şeyler gelmiş, iyi bir insanın ifadesi. On iki yaşında oldttğunu söyleyen bu Lewis Farren'in Buddy Par-Idns'den çok daha fazla görmüş geçirmişliği vardı. Onu güzelleştiren şey buydu.

"Hayır, kaçak değilim, Bay Parkins," dedi.

Sonra gözlerini kırpıştırdı, bakışları tekrar kendi içine döndü, parlaklığını kaybetti, içlerindeki ışık söndü, çocuk arkasına yaslandı, yığıldı. Tek dizini kamına çekti, tabamnı ön panele dayadı, gazetesini koltuğuna daha bir iyi kıstırdı.

"Yo, herhalde değilsin," dedi Buddy Parkins. Gözlerini tekrar yola çevirdi. Rahatlamış gibiydi. Nedenini pek anlayamıyordu. "Herhalde kaçak değilsin, Lewis. Başka bir şey var ama sende yine de."

Çocuk cevap vermedi.

"Çiftlikte mi çalıştın sen?"

Lewis şaşkın gözlerle ona baktı. "Evet, çalıştım. Üç günden beri. Saati iki dolardan."

Ve annen hastalığına ara verip şu üstündekileri bile yıkamadı seni teyzeme yollamadan, öyle mi? diye düşündü Buddy. Konuştuğunda başka şey söyledi ama. "Lewis, benimle evime gelmeni istiyorum. Sana kaçıyorsun falan demiyorum. Ama eğer sen sahiden Cambridge dolaylarında bir yerden geliyorsan, bu arabayı yemeye hazırım ben. Lastikleriyle, kaporta-sıyla motoruyla hem de. Benim de üç oğlum var. En küçüğü, Billy, senden üç yaş büyük ancak. Erkek çocukları nasıl beslemek gerektiğini iyi biliriz bizim evde. İstediğin kadar kalabilirsin. Kaç soruya cevap vermek istediğine bağlı tabii. Çünkü gelirsen sana o sorulan sormak zorundayım. En azından, ilk defa karşılıklı yemeğimizi yedikten sonra."

Tek eliyle kısa kesilmiş saçlarını sıvazladı, dönüp çocuğa baktı. Lewis Farren şu anda daha normal bir çocuk gibi görünüyordu. "Seni seve seve ağırlarız, evlât."

Çocuk gülümsedi. "Çok iyisiniz, Bay Parkins. Ama gelemem. Bir an önce gidip... teyzeme..."

"Buckeye Gölündeki teyzene mi?" diye yardıma oldu Buddy.

Çocuk yutkundu, tekrar yolun ilerlerine baktı.

Buddy, "Yardıma ihtiyacın varsa ederim," dedi.

Lewis adamm koca pazusunu pat pat okşadı. "Beni arabanıza almanız yeterince büyük yardım. Doğru söylüyorum."

On dakika kadar süren bir sessizlikten sonra Parkins çocuğun ince uzun siluetinin Zanesville kavşağında yürüyerek uzaklaşışını seyrediyordu. Bu pasaklı yabancı çocuğu eve yemek yemeye götürse herhalde Emmie başının etini yerdi. Ama bir kere çocukla konuştuktan sonra, Emmie kesinlikle sofraya iyi takımları koyar, elinden geleni yapmaya çalışırdı. Buddy Parkins aslında Buckeye Gölünde Helen Vaughan diye bir kadm bulunduğuna inanmıyordu. Bu Lewis Farren denilen esrarengiz çocuğun bir annesi olduğuna bile tam anlamıyla inanamıyordu. Öyle çok öksüze benziyordu ki çocuk! Bir iş peşine giden öksüz! Buddy çocuğun yol kıvrımında gözden kayboluşuna baktı.

Bir an arabadan atlayıp çocuğun peşinden koşmak geldi içinden. Onu geri dönmeye zorlamak istedi... derken gözünün önünde saat altı haberlerinde gösterilen o dumanlı manzara belirdi bir an için. Angola, New York. Bir kereden fazla değinilmeyi gerektirmeyecek boyutta, küçük bir felâket yer almıştı Angola'da. Gazetelerdeki haber yığınları altında gömülüp giden olaylardan biri. Buddy'nin birkaç saniyelik haberden anlayabildiğine göre, yerde açılan kuyu gibi delikten dumanlar tütüyordu, insanlar çevredeki enkaz haline gelmiş arabalardaydı... arabaların üzerine bir şeyler devrilmişti. Sahne böyle bir şeydi. Buddy Parkins çocuğun gözden kaybolduğu yere doğru bir kere daha baktı, sonra el frenini bıraktı, arabayı birinci vitese aldı.
3

Buddy Parkins'in belleği aslında sandığından daha iyi durumdaydı. Eğer Lewis Farren adlı o esrarengiz çocuğun öyle sıkı sıkı tutmakta olduğu Angola gazetesini görebilseydi, birinci sayfada şu haberi okuyacaktı:

GARİP DEPREM BEŞ KİŞİNİN ÖLÜMÜNE YOL AÇTI

Herald Muhabiri Joseph Gargan bildiriyor Angola'nın en yüksek binası olacak olan ve inşaatı altı yıl sonra tamamlanacak olan Yağmurkuşu Kulesindeki çalışmalara dün trajik bir

nedenle ara verilmiş bulunmaktadır. Beklenmedik, garip bir yer sarsıntısı binanın iskelesini yıkmış, pek çok inşaat işçisini enkaz altına gömmüştür. Şu ana kadar enkaz altından beş ceset çıkarılmış, iki işçinin de henüz bulunamamış olmalarına rağmen, ölmüş olmaları gerektiğine hükmedilmiştir. İşçilerin yedisi de Speiser İnşaat şirketinde kaynakçı olarak çalışmaktaydılar ve olay yer aldığı sırada bina iskeletinin en üst iki katında, görev basındaydılar. Dünkü deprem Angola'nın tarihi boyunca bilinen ilk deprem olmaktadır. New York Üniversitesi Jeoloji kürsüsü başkanı Armin Van Pelt, muhabirimizin telefonla sorduğu soruya karşılık, garip depremi bir "sismik köpük" olarak nitelendirmiştir. Eyalet Güvenlik Komitesi temsilcileri olay yerini incelemeye devam etmekte olup uzman ekipler...

Ölen adamların adlan Robert Heidel (23 yaşında), Thomas Thielke (34 yaşında), Jerome Wild (48 yaşında), Michael Hagen (29 yaşında) ve Bruce Davey (39 yaşında) olarak sıralanıyordu. Kayıp durumda bulunanlar ise Arnold Schulkamp (54) ve Theodore Rasmussen (43) adlarındaki işçiler oluyordu. Jack artık bu adlan hatırlamak için gazeteye bakmak zorunda değildi. Angola'nın tarihindeki ilk deprem, kendisinin Diyar'dan gelip o kentin kıyısına konduğu gün olmuştu. Jack Sawyer'in yüreğindeki bir duygu, keşke Buddy Parkins'le birlikte evine gidebilseydim, demekteydi. Keşke o aileyle mutfak masasında yemek yiyebilseydi. Biftek, patates, elmalı turta. Sonra da Parkins'lerin konuk yatağına yatıp uyurdu. Evde dikilmiş bir yorgan çekerdi üstüne. Dört beş gün boyunca bir tek sofraya oturmak için kalkardı yatağından. Ama bunu düşündükçe, gözünün önüne o mutfak masasının üzerine dökülmüş ekmek ve peynir kınntıları geliyordu. Karşı duvann altındaki süpürgeliğe de fare deliği biçiminde dev bir delik oyulmuştu. Parkins'lerin çocuklannın blucinlerindeki deliklerden dışanya ince kuyruklar çıkıyordu. Kim yapıyor bu Jerry Bledsoe değişikliklerini, Baba? Heidel, Thielke, Wild, Hagen, Davey, Schulkamp ve Rasmussen. Bu Jerry değişiklikleri! Biliyordu Jack onlan kimin yaptığını.


4

Üzerinde koca harflerle BUCKEYE MALL yazılı sanlı morlu levha karşıda belirdi, Jack'in omzu üzerinden geriye kaydı, sonra öbür tarafta tekrar ortaya çıktı. Jack o zaman levhanın bir otoparkın orta yerindeki sarı direğe çakılmış olduğunu gördü. Otopark, ayn küçük binalardan oluşan bir konaklama yerine aitti. Jack elini cebine attı, tüm servetini oluşturan yirmi üç dolara dokundu.

Sonbahar öğle sonrasının serin güneşi altında karşıya geçti, otoparka adımını attı.

Demin Buddy Parkins'le konuşmuş olmasa Jack otoyolda kalır, bir sonraki elli mili de almanın çaresine bakardı. İllinois'e gitmek istiyordu o. Richard Sloat'un olduğu yere. İki üç gün içinde varmak niyetindeydi oraya. Elbert Palamountain'ın çiftliğinde öle bayıla çalıştığı günlerde, yorgunluktan devrilmemesini sağlayan hep Richard'ı görme hevesi olmuştu. Gözlüklü, ciddi suratlı Richard Sloat, İllinois'un Springfield kentinde, Thayer okulundaydı. Jack'i ayakta tutan, Bayan Palamountain'ın verdiği yemekler kadar, Richard'a duyduğu özlemdi. Onu bir an önce görmek istiyordu. Ama Buddy Parkins'in daveti bir bakıma gerilimini azaltmış, gevşetmişti onu. Bir başka arabaya binip hikâyeyi yeni baştan anlatabilecek halde değildi. Hem zaten hikâye de artık inanılırlığını kaybediyordu. Karşısındaki alışveriş merkezi ve konaklama yeri ona bir iki saatlik bir dinlenme sağlayabilirdi. Hele burada bir de sinema varsa. Jack şu anda en saçma aşk filmini bile seyretmeye hazırdı.

Filmden önce (tabii sinema varsa) çoktanberi ertelediği iki şeyi bulup alacaktı. Demin Buddy Parkins'in sık sık ayağındaki pabuçlara baktığını farketmişti. Ayağından dökülmek üzereydi Nikes'lan. Taban kısmı da sertleşmiş, asfalt gibi bir şey olmuştu. Çok yürüdüğü ya da çok ayakta durduğu günlerde ayakları fena acıyordu.

İkinci işi de annesine telefon etmekti. İçi öyle suçluluk doluydu ki, bu duygusunun bilinç düzeyine çıkmasına izin vermek istemiyordu. Annesinin sesini duyunca ağlamasını engelleyebilecek miydi acaba? Ya sesi zayıf, dermansız gelirse? Ya çok hasta gibi gelirse? Lily o boğuk sesiyle ona New Hampshire'a dön diye yalvardığında, batıya gitmeye devam edebilecek miydi? Annesini arayacağını kendinden bile saklamak istiyordu. Gözünün önünde siyah, plastik, para atılarak çalışan telefonlar belirdi, o hayali zihninden silmeye çalıştı. Sanki Elroy, ya da bir başka Diyar yaratığı telefonun kulaklığı içinden uzanacak, Jack'in gırtlağına sarılacaktı.

O sırada Jack'den iki üç yaş büyük üç tane kız, bir Subaru Brat arabanın arkasından atlayıp çarşının kapışma yakın yerdeki boş park yerine dikkatsizce koştular. Bir an göze fotomodeller gibi sevinç ve şaşkmlık pozu almış gölündüler. Az sonra kendilerini toplayıp Jack'e meraksız bakışlarla baktılar, ellerini kaldırıp saçlanm düzelttiler. Dar blucinli bacakları uzun uzundu. Gülerken ellerini ağızlarına kapıyorlar, gülmeleri bile gülünecek bir şey gibi görünüyordu. Jack adımlarını uyurgezerler kadar vaşlattı. Kızlardan biri ona göz attı, yanındaki kumral kıza bir şeyler fısıldadı.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə