Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə2/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

Sabah olduğunda annesine o rüyayı anlatmak niyetindeydi ama, Lily'nin tatsızlığı üstündeydi. Cam konuşmak istemiyordu. Sigara dumanlarından oluşmuş bulutların arasına saklanıp duruyordu. Ancak Jack otelin kahvaltı salonunda uydurma bir bahaneyle çıkmaya yeltenirken gülümsedi annesi ona.

"Bu akşam ne yemek istediğine karar ver."

"Öyle mi?"

"Öyle. Uydurma yemek yemeyelim. Ben tâ Los Angeles'ten kalkıp New Hampshire'e kadar kendimi sosisli sandviçle zehirlemeye gelmedim."

"Hampton Plajındaki balık lokantalarından birini deneyelim," dedi Jack.

"İyi. Şimdi git, oyna."

Git, oyna, diye düşündü Jack* acı acı. Bu acı tutum ona yabancıydı. Ah, Anne; tam söylenecek söz. Soğukkanlı. Git, oyna. Kiminle? Anne, neden buradasın sen? Biz neden buradayız? Ne kadar hastasın? Niçin bana Tommy Amca'dan söz etmiyorsun? Morgan Amca'nın niyeti ne? Neden...

Sorular, sorular. Hiçbirinin de zerre kadar değeri yoktu, çünkü onları cevaplayacak kimse yoktu ortada.

Meğer ki Speedy...

Ama gülünç bir şeydi bu. Yeni karşılaştığı bir tek siyah ihtiyar, nasıl çözebelirdi Jack'ın sorunlarını?

Yine de Jack boş plajın kumlan üzerinde ilerlerken Speedy Parker'le ilgili düşünceler oynaşıyordu zihninin sınırlarında.
2

Burası dünyanın bittiği yer, tamam mı ? diye düşündü Jack tekrar.

Martılar başının üzerindeki gri hava tabakası içinde dolaşıyorlardı. Takvime göre mevsim hâlâ yazdı ama, burada, Arcadia Plajında yaz, İşçi Bayramında biterdi. Sessizlik de havanın kendisi kadar griydi.

Ayağındaki lastik pabuçlara baktı, birinin üzerine biraz zift yapışmış olduğunu gördü. Kum zifti, diye düşündü. Çevre kirlenmesinin bir türü. Bunun ayağına nereden bulaştığını bilmiyordu. Rahatsız olup sudan bir adım geriye çekildi.

Tepedeki martılar dönüyor, bağınyorlardı. Bir tanesi tam başının üzerinde bağırdı, Jack yamyassı, hemen hemen metalik çatırtıyı andırır sesi duydu. Başını çevirdiğinde kuşun kanat çırparak alçalıp bir kayanm üzerine konduğunu gördü. Martı başını çevirdi, ani, hemen hemen robot gibi hareketlerle çevresine baktı. Sanki yalnız olduğundan emin olmaya çalışıyordu. Sonra birden, demin yukardan attığı midyenin düştüğü yere doğru atıldı. Midye çatlamıştı. Yumurta gibi çatlamıştı. Jack içindeki eti gördü. Hâlâ kıpırdıyordu... ya da belki hayalinde öyle görüyordu kendisi.

Bunu seyretmek istemiyorum.

Ama daha o başını çeviremeden önce martının san, kanca gagası eti çekiştirmeye başlamıştı. Onu lastik gibi uzatıyordu. Jack midesinin yumruk gibi sıkıştığını hissetti. Zihninde o gerilmiş dokulann çığlık attığını duyuyordu... anlamlı bir ses değil... yalnızca beyinsiz etin acıyla haykırışı.

Başım çevirmek, martıyı görmemek istedi ama yapamadı. Martının gagası açıldı. Jack bir an için o kirli pembe ağzı gördü. Midyenin eti tekrar kabuğuna doğru büzüldü, martı dosdoğru Jack'e baktı. Gözleri ölüm karasıydı. Her korkunç gerçeği onaylayan bakışlarla bakıyordu: Babalar ölür, anneler ölür, amcalar ölür... Yale'den mezun olsalar, yelekli takım elbiseleriyle banka duvarları kadar sağlam gözükseler bile ölürler. Çocuklar bile ölür belki... Sonunda kala kala canlı dokuların o aptalca, beyinsiz çığlığı kalır.

"Hey," dedi Jack yüksek sesle. Aslında düşündüğünü sanıyor, sesinin çıktığını bilmiyordu. "Hey, bana bir fırsat verin."

Martı avının üzerine kondu, kara boncuk gözleriyle ona baktı. Sonra tekrar eti çekiştirmeye başladı. Biraz ister misin, Jack? Bak, hâlâ kıpırdıyor... öyle taze ki, öldüğünü bilmiyor bile daha!

Güçlü sarı gaga ete bir daha sarıldı ve çekti. Esssssneeeetttt...

Derken koptu. Martının kafası yukarıya, gri Eylül göklerine doğru kalktı birden. Boğazı kıpırdadı. Yine Jack'e bakıyor gibiydi. Odanın neresine giderseniz gidin, hep size bakan fotoğraf gibiydi. Ve o gözler... tanıyordu Jack o gözleri.

Birdenbire annesini istedi... onun lacivert gözlerini özledi. Çok küçüklüğünden bu yana onu böylesine bir çaresizlik duygusuyla istediğini hatırlamıyordu. La-la, diye şarkı söylüyordu annesi beyninin içinde. Onun sesi rüzgârın sesiydi. Şimdi burada, az sonra kimbilir nerede? La-la, uyu artık, bebek Jack, baban ava gitti, şimdi gelir, falan filan. Annesinin onu kucağında sallayışının anıları. Peşpeşe Herbert Tareyton'lar içişinin anılan, belki bir senaryoyu okuyuşunun... mavi sayfalar derdi annesi onlara... Jack hatırlıyordu... mavi sayfalar. La-la, Jacky, her şey yolunda. Seni seviyorum, Jacky, Şşşş... uyu artık. La-la. Martı ona bakıyordu.

Jack bir anda boğazını sıcak, tuzlu bir suyla dolduran korkunun içinde, hayvanın gerçekten kendisine bakmakta olduğunu gördü. O kara gözler (kimin gözleri?) görüyordu Jack'i. Bu akışı da tanıyordu Jack.

Gagasından hâlâ bir parça et, sallanıyordu. Martı Jack'e bakarken onu emip ağzına aldı. Gagası açıldı, yüzünde garip, ama inkâr edilemeyecek bir gülümseme belirdi.

Jack dönüp koştu. Başını eğmiş, sıcak, tuzlu göz yaşlarına karşı gözlerini yummuş, lastik pabuçları kumlara bata bata koşuyordu. İnsan yükselse, martının bakış açısından baksa, bir tek onu, onun ayak izlerim görürdü o gri günde. Jack Sawyer, yaşı oniki ve yalnız. Otele doğru koşuyor. Speedy Parker unutulmuş, sesi gözyaşlarını ve rüzgârın arasında kaybolmuş.

Jack durmadan işitilmez bir biçimde sesleniyor: hayır, hayır, hayır.
3

Kumsalın tepesinde soluk soluğa durdu. Sol tarafına bir sancı saplandı. Kaburgalarının ortasından başlıyor, koltuk altına doğru yükseliyordu. Belediyenin oraya yaşlılar için koyduğu kanepelerden birine oturdu, saçlarını yüzünden kaldırdı.

"Kendini kontrol etmen gerek. Eğer Çavuş Fury, Sekizinci Birliğe giderse, Uluyan Komandolara kim komutanlık eder?

Gülümsedi. Kendini gerçekten daha iyi hissetti. Buradan, onbeş metre yüksekten bakınca her şey gerçekten daha iyi görünüyordu. Belki baro-metrik basıncın değişmesinden falandı. Tommy Amca'nın başına gelen korkunç bir şeydi ama, herhalde dayanabilirim, diye düşündü. Zamanla kabul etmeyi öğrenirdi. Annesi öyle demişti en azından. Morgan Amca son zamanlarda, her zamankinden fazla can sıkıyordu ama... o hep can sıkardı zaten.

Annesine gelince... esas mesele oradaydı, değil mi?

Kanepede oturup pabucunun burnuyla kumlan kazırken, annesinin belki de hâlâ iyi durumda olabileceğini düşündü. Bir şeyi yoktu belki. Mümkündü. Ne de olsa, kimse kalkıp da annesinde kanser olduğunu açıkça söylemiş değildi. Evet, Kanser olsa, Jack'i buraya getirmezdi, değil mi ama? İsviçre'ye giderlerdi. Annesi soğuk mineral banyolarına girer, tedavi altına alınır, bir şeyler olurdu. Yapardı bunları.

Demek belki...

Ancak duyulabilen kuru bir fısıltı sesi bilincine ulaştı. Yere baktığında gözleri iri iri açıldı. Sol pabucunun iç kısmındaki kumlar hareket etmeye başlamıştı. İncecik beyaz kumlar, çapı belki bir parmak boyunda bir daire çizerek dönüyorlardı. Bu halkanın ortasındaki kumlar birden çöktü, kumun yüzeyinde bir gamze açılmış oldu. Belki beş santim derinliğinde vardı. Çukurun kenarlan da hareket halindeydi. Durmadan dönüyordu yan duvarlan. Saatin tersi doğrultuda, hızla dönüp duruyordu.

Gerçek değil, dedi kendi kendine hemen. Ama yüreği yine hızlanmaya başlamıştı. Soluğu da hız kazanmıştı. Gerçek değil, bu da o hayallerden biri, o kadar... ya da belki yengeç falandır.

Ama ne yengeçti ne de hayallerden biri... burası canı sıkıldıkça, korktukça hayalini gördüğü öteki diyar değildi. Yengeç olmadığı da gün gibi ortadaydı.

Kum daha hızlı dönmeye başladı, ses ürkütücü ve kuru oldu, Jack'in aklına statik elektriği getirdi. Geçen yıl fizik laboratuvarında Leyden kava-nozuyla yaptıkları bir deneyi. Ama o ince ses her şeyden çok bir delinin soluk alıp verişine, bir insanın son soluğuna benziyordu.

Çöken kumlar arttı, onlar da dönmeye başladı. Artık gamze falan değildi. Kumda bir baca açılmıştı. Tayfunun başaşağı olmuşu gibi bir şey. Parlak san renkte bir çiklet kâğıdı belirdi, üzeri kapandı, tekrar ortaya çıktı, bir daha örtüldü, bir daha çıktı... Her ortaya çıkışında, baca biraz daha genişledi, çiklet kâğıdının üzerindeki kumlar tekrar kalktı. Düşman bir el, yapılmış yatağın örtüsünü çekiyordu sanki. JUICY FRUIT diye okudu Jack. Sonra kâğıt yukarı doğru havalandı.

Kum daha hızlı, daha hızlı dönüyordu. Tıslaması korkunçtu. Hhh-haaaahhhh diye bir ses çıkıyordu. Jack baktı. Önce hipnotize olmuş gibi, sonra ödü kopmuş gibi baktı. Kumlar kocaman kara bir göz gibi açılıyordu. Demin midyeyi kayaya atan, sonra da etini lastik gibi çeken martınm gözüydü bu.

Hhhhhaaaahhhh, diye alay etti kumun ölü, kuru sesi. Bu bir zihin sesi değildi. Jack bunun yalnızca kendi kafasının içinde olmasını ne kadar isterse istesin, gerçekti o ses. Takma dişleri fıriadı. Jack. Vahşi Çocuk ona çarpınca takma dişleri şangır şungur fırladı ağzından, ister Yale mezunu olsun, ister olmasın, Vahşi Çocuk kamyoneti gelince insanın tahtta dişleri uçar, Jack. Uçmak zonında. Annen de...

Yine deliler gibi koşuyordu. Kör gibiydi. Arkasına bakmıyordu. Saçları alnından uçuyor, gözleri koskocaman açılmış, korku içindeydi.
4

Jack elinden geldiği kadar hızlı yürüyerek otelin loş lobisine girdi. Buranın genel havası, koşma isteğini engellemeye yetiyordu. Kütüphane gibi sessiz bir yerdi. Yüksek pencerelerden giren gri ışık, zaten solmuş halıların görünümünü daha yumuşatıyor, daha bulanıklaştırıyordu. Jack danışma masasının önünden geçince biraz daha hızlandı, kül rengi suratlı görevli de yuvarlak kapıdan salona çıkmak için o ânı seçti. Hiçbir şey söylemedi ama kaşları arasındaki her zamanki çatıklık bir santimetre daha alçaldı. İnsan kendini kilisede koşarken yakalanmış gibi hissediyordu. Jack kolunun yeniyle alnını sildi, asansörlere kadar olan yola yürüyerek devam etti. Düğmeye bastığında görevlinin yakıcı bakışlarını kürek kemiklerinin arasında hissediyordu. Bu bir hafta içinde bu adamın gülümsediğini yalnızca annesini tanıdığı zaman görmüştü. O gülümseme bile nezaketin sınırına ancak ulaşıyordu.

Odalarında yalnız kaldıkları zaman annesi Jack'e, "Herhalde insan Lily Cavanaugh'yu hatırlamak için o yaşta olmak zorunda," demişti. Eskiden olsa, çevirdiği elli kadar filmin (B filmleri kraliçesi derlerdi ona), herhangi birinden hatırlanıp tanınmak,,tanıyan ister şoför, ister garson, ister dükkân tezgâhtan olsun, onu saatlerce neşeli kılmaya yeterdi. Şimdi o basit zevk bile tadını kaybetmişti artık.

Jack, kıpırdamayan asansör kapısının önünde ayak değiştirdi. Kulağında hâlâ kum bacasından yükselen o ses vardı. Bir an için gözünün önünde Thomas Woodbine belirdi. Sağlam, rahat Tommy Woodbine Amca. Jack'in vasilerinden biriydi o. Dertlere ve kaygılara karşı, yaslanacak sağlam bir duvardı... La Cienega Bulvannda ölü yatıyordu. Dişleri on metre ilerdeki çamurlar arasında, mısır patlağı gibiydi. Jack düğmeye tekrar bastı.

Haydi artık!

Derken daha beter bir şey gördü. Annesi iki katı suratlı adam tarafından bir otomobile bindiriliyordu. Jack birden idrar etme ihtiyacını duydu. Avucunu asansörün çağırma düğmesine yapıştırdığında, arkadaki danışma masasından kül rengi suratlı görevlinin ayıplayan sesi duyuldu. Jack öteki avucunu karnının altındaki o sihirli noktaya bastırdı. Oraya bastınnca sidik torbasındaki basınç azalıyordu. O sırada inmekte olan asansörün uğultusunu duydu. Gözlerini yumdu, bacaklarını sımsıkı bitiştirdi. Annesi pek güvensiz bir halde görünmüştü gözüne. Aklı karışmış, ne yapacağını bilmez gibiydi. Adamlar onu köpek taşır gibi kolaylıkla arabaya sokmuşlardı. Ama bu gerçekte oluyor değildi, Jack biliyordu bunu. Bir anıydı. Hem annesinin değil, kendisinin başına gelmişti.

Asansörün maun kapıları iki yana kayıp içerinin loşluğunu gösterdiğinde, Jack eskimiş, soyulan aynada kendi yüzünü gördü. Yedi yıl öncesinin o olayı benliğini bir daha sardı. İki adamdan birinin gözlerinin sanya dönüşmekte olduğunu seyrediyordu. Ötekinin eli değişiyor, toynak gibi bir şey oluyordu. Sert. İnsan eli değildi sanki. Birisi çatalla dürtmüş gibi asansörün içine sıçradı.

Mümkün değildi! Bu hayaller mümkün değildi. Bir adamın gözlerinin maviyken sanya dönüştüğünü görmüş olamazdı. Annesi de iyiydi, bir şeyciği yoktu. Korkacak hiçbir şey yoktu. Ne kimse ölüyordu ne de bir şey. Tehlike de yalnızca martınm midyeye yönelttiği tehlikeydi. Gözlerini yumdu, asansör yukanya doğru yükselmeye başladı.

Kumlardaki o şey gülmüştü Jack'e. Öteki asansörlerin kapalı ağızlan önünden hızla geçti. Lambri kaplı koridordan sağa saptı, duvarlardaki resimler arasından kendi odalarına doğru koştu. Burada koşmak o kadar büyük günah gibi gelmiyordu insana. 407'yle 408'i tutmuşlardı, iki yatak odası, bir küçük mutfak ve kumsala, okyanusa bakan bir salondan oluşan küçük bir daireydi. Annesi bir yerden çiçekler bulmuş, onları vazolara yerleştirmiş, yanlarına da birkaç tane çerçeveli fotoğraf koymuştu. Jack beş yaşında. Jack onbir yaşında. Jack bebekken babasının kucağında. Babası Philip Sawyer, DeSoto'nun direksiyonunda. O fakirlik günlerinde Morgan Slo-at'la ikisi o arabayla California'ya gitmişlerdi. Öylesine yoksuldular ki, genellikle geceleri arabada uyumak zorunda kalıyorlardı.

Jack 408'in kapısını açıp salona dalarken, "Anne? Anne?" diye seslendi.

Onu çiçekler karşıladı, fotoğraflar gülümsedi, cevap gelmedi. "Anne!" Kapı arkasından kapandı, Jack midesinin buz gibi kesildiğini hissetti. Salonun ortasından sağ taraftaki büyük yatak odasına doğru koştu. "Anne!" Bir vazo dolusu parlak renkli çiçek daha. Boş yatak kolalanıp ütülenmiş gibiydi. Öyle gergin duruyordu ki, insan yorgana bir bozuk para fırlatsa, sıçrardı. Başucu masasında küçük kahverengi şişeler içinde vitaminler ve öbür haplar duruyordu. Jack geriledi. Pencereden kapkara dalgaların üstüne üstüne gelmekte olduğunu görüyordu.

İki adam iniyordu özelliği olmayan bir arabadan. Adamların da özelliği yoktu. Annesine uzanıyorlardı... "Anne!" diye haykırdı.

"Duydum, Jack!" Annesinin sesi banyodan geliyordu. "Ne oluyor..?" "Hah," dedi Jack. Kaslarının birden gevşediğini hissetti. "Bağışla beni... nerede olduğunu bilemedim de."

"Banyo yapıyorum," dedi annesi. "Akşam yemeği için hazırlanıyorum. Hâlâ izin var mı böyle şeylere?"

Jack artık tuvalete gitme ihtiyacı duymadığını farketti. Koltuklardan birine gömülüp gözlerini keyifle kapadı. Annesi hâlâ iyiydi...

Şimdilik iyi, diye fısıldadı karanlık bir ses. Jack zihninde bacanın tekrar döne döne açılışını gördü.


5

Kıyı yolunun yedi sekiz mil ilerisinde, Hampton kasabasının hemen dışında, İstakoz Şato adlı bir lokanta buldular. Jack günün olaylarını pek kestirmeden anlatmıştı. Kumsaldaki korkusu şimdiden hafifliyor, geçiyordu. Jack o korkuyu belleğinde küçültmeye çalışmaktaydı. Kırmızı ceketli bir garson geldi. Sırtında san bir İstakoz deseni vardı. Onları upuzun, çizgi çizgi bir pencerenin yanındaki masaya götürdü.

"Madam bir içki alırlar mı?" Garsonun yüzü buz gibi, mevsim dışı New England suratlarmdandı. Jack adamın kendi sırtındaki Ralph Lauren spor cekete, annesinin özenmeksizin giydiği Halston elbiseye tepkisini sezince içini'daha tanıdık bir korkıç kapladı. Evini özleme duygusuydu bu. Anne, eğer gerçekten hastayscm, burada işimiz ne? Burası bomboş bir yer! Ürkütücü! Tanrım! "Bana bir elemanter martini getirin," dedi annesi.

Garson kaşlarını kaldırdı. "Madam?"

"Bardağa buz, buzun üzerine zeytin, zeytinin üstüne de Tanqueray cini. Ondan sonra., anlıyor musunuz?"

Anne, Tanrı aşkına, adamın gözlerini görmüyor musun ? Sen sevimli oluyorum sanıyorsun... o kendisiyle alay ettiğini sanıyor! Gözlerini görmüyor musun?

Hayır, göremiyordu. Her zaman başkalarının duygularına karşı o kadar anlayışlı olan annesinin bu özdeşleşme noksanlığı Jack'in kalbine yeni bir ağırlık binmesine neden oldu. Geri çekiliyordu annesi... birçok bakımdan.

"Evet, madam."

"Ondan sonra bir şişe vermut alıyorsun. Ne marka olursa olsun, bardağın yanında biraz tutuyorsun, sonra vermutu rafa kaldırıp bardağı bana getiriyorsun. Tamam mı?"

"Evet, madam." Su gibi soğuk New England gözleri annesine hiç sevgisiz bakıyordu. Bumda yalnızız, diye düşündü Jack. Aslında bunu ilk defa olarak anlıyordu. Hem de nasıl yalnızız! "Ya küçük bey?"

"Ben bir Coca Cola rica edeyim," dedi Jack sefil bir sesle.

Garson uzaklaştı. Lily çantasında biraz arandı, sonunda bir paket Herbert Tareyton'la doğruldu. (Onlara Tarrytoon derdi annesi. Jack'in bebekliğinden beri. "Bana şu raftan Tarrytoon'larımı getirir misin, Jacky?" der, o da getirirdi.) Bir tane çıkarıp yaktı. Üç kere öksürüp duman püskürttü.

Jack'in kalbine bir ağırlık daha bindi. İki yıl önce annesi sigarayı tümüyle bırakmıştı. Jack de o çocukluk masumiyeti ve kaderciliğiyle onun tekrar başlamasını beklemişti. Annesi hep içerdi sigarayı. Yine içecekti. Ama o ara içmemişti. Üç ay önce, New York'ta içmişti ilk olarak, Carlton otelinde. Salonda duman üfleye üfleye dolaşıyor, plak dolabının karşısına oturuyor, kendi eski rock plaklanyla ölen kocasının eski plaklarını elden geçiriyordu.

"Yine sigaraya mı başladın, anne?" diye sormuştu Jack.

"Evet, bu sefer lahana yaprağı içiyorum," demişti o da.
"Keşke içmesen."

"Sen televizyonu açsan olmaz mı?" Sesinde yine her zamanki kesin ve sert ton vardı. Jack'e doğru döndüğünde dudakları gepgergindi. "Belki Jimmy Swaggart'i, ya da Peder Ike'ı bulursun. Sen duaları dinleyip rahibelerle amin de."

"Özür dilerim," diye mırıldanmıştı Jack da.

O zamanki, Carlton'du. Lahana yaprağıydı. Ama burada yine Herbert Tarrytoon'lara dönmüştü. Aynı eski mavili beyazlı paket. Sigaralann sapları filtreye benziyordu ama, değildi. Bir keresinde babası birine, ben Winston içiyorum, karım Kara Akciğer içiyor, demişti.

"Bir gariplik farkettin mi, Jack?" diye sordu annesi, pırıl pırıl gözlerini ona dikerek. Sigarası sağ elinin ikinci ve üçüncü parmakları arasındaydı. Jack'e bir şey söylesin diye meydan okuyordu. "Anne, bakıyorum yine Herbert Tarrytoon içiyorsun. Artık kaybedecek bir şeyin kalmadığına mı inanıyorsun?" demesini bekliyordu.

"Hayır," diye karşılık verdi Jack. O sefil, şaşkın yuva özlemi bir kere daha içini ürpertti, canı ağlamak istedi. "Bir tek bu yer garip. Biraz tuhaf." Annesi çevresine bakıp sırıttı. Sırtı san ıstakozlu ceket giymiş iki başka garson mutfak kapısının önünde durmuş, alçak sesle konuşuyorlardı. Ana oğulun oturduğu yerin karşısındaki loca gibi kısmın salona açılan arkı altında bir kadife kordon sallanmaktaydı. İç kısımda sandalyeler masalann üzerine kaldırılmış, zigurat gibi dizilmişti. Diğer taraftaki dev pencereler, Jack'in aklına Ölümün Sevgilisi'ni getiren o kıyıya bakıyordu. Annesinin çevirdiği filmlerden biriydi o da. Filmde annesi, bol parası olan bir genç kızdı. Esmer, yakışıklı bir yabancıyla, ailesinin isteğine karşı çıkıp evleniyordu. Esmer, yakışıklı yabana onu okyanus kıyısında bir eve götürüyor, deli etmeye çalışıyordu. Bu film zaten Lily Cavanaugh'nun kariyerinde tipik sayılırdı. Nice renksiz filminde hep unutulmaya mahkûm genç aktörler ara-balannı başlarında şapkalanyla kullanmış durmuşlardı.

Karşıdaki kadife kordonun ucuna bir duyuru asılmıştı. "BU KISIM KAPALI".

"Biraz hüzünlü, değil mi?" dedi Lily.

'Twilight Zone'u hatırlatıyor." Annesi buna o sağlam bulaşıcı gülüşüyle güldü.

"Yaa, Jacky, Jacky, Jacky," dedi, eğilip oğlunun saçlarını gülümseyerek kanştırdı.

Jack onun elini itti. O da gülümsüyordu... (ama annesinin parmaklan birer kemikti sanki. O öldü sayılır, Jack...) "Mallara dokunmayın."

"Kasamdan kalk."

"Yaşına göre kalçan biçimli."

"Ah, benden bu hafta sinema parası çıkmaz."

"Doğru."

Filmden repliklerdi bunlar. Birbirlerine gülümsediler. Jack ömründe ağlama isteğini bu kadar yoğun hissetmemişti. Onu bu kadar çok sevdiğini de hatırlamıyordu. Annesinde bir ayrılık katılığı vardı şu anda. Kara Akciğerlere geri dönmesi de bunun bir parçasıydı.

içkiler geldi. Annesi bardağını onunkine doğru kaldırdı. "Bize."

'Tamam."


İçtiler. Garson elinde listelerle yaklaştı.

"Ona katı mı davrandım, Jacky?"

"Belki biraz," dedi çocuk.

Annesi düşündü, sonra omuz silkti. "Sen ne yiyorsun?"

"Levrek herhalde."

"İki olsun."

Jack her ikisi için de ısmarladı. Kavalyelik yaptı. Çekingenlik hissediyordu ama, annesinin öyle istediğini biliyordu. Garson gittiğinde, annesinin gözlerinden pek de başarısız olmadığını okudu. Bu işlerin çoğu Tommy Amcanın başı altından çıkmıştı. Bir keresinde Hardee'ye gittiklerinde Tommy Amca, "Senden umutluyum, Jack." demişti. "Bir de şu sarı peynir merakını tedavi edebilirsek, olacak."

***


Yemekler geldi. Jack balığını kurtlar gibi yedi. Sıcak, limonlu ve pek güzeldi. Lily kendi tabağındakiyle oynayıp durdu, birkaç yeşil fasulye yedi, sonra lokmalan sağa sola itmekle vakit geçirdi.

Yemeğin ortasına vardıklannda Jack, "Okul iki hafta önce başladı," diye duyuruda bulundu. Üzerinde ARCADİA BÖLGE OKULLARI yazılı sarı otobüsleri gördükçe suçluluk duyuyordu. Bu durumda, herhalde gülünçtü suçluluk duyması. Ama duyuyordu işte. Kendisi okul kaçağıydı.

Annesi ona soru soran gözlerle baktı. Bir içki daha söylemiş, onu da bitirmişti. Garson üçüncüsünü getiriyordu.

Jack omuzlannı kaldırdı. "Bir söyleyeyim demiştim."

"Gitmek istiyor musun?"

"Hı? Hayır! Burada gitmek istemem!"

"İyi," dedi annesi. "Çünkü aşı kâğıtların yanımda değil. Aşısız seni okula almazlar, ahbap."

"Bana ahbap deme," dedi Jack. Ama Lily aralanndaki bu eski şakaya gülümsemedi.

Çocuk, sen neden okulda değilsin ?

Ses zihninden gelmiyormuş da, sahiden duyuluyormuş gibi gözlerini kırpıştırdı.

"Bir şey mi oldu?" diye sordu annesi.

"Yo. Şey... lunaparkta bir adam var. Hademe, bakıcı, öyle bir şey. Yaşlı bir siyah. Bana neden okula gitmediğimi sordu."

Annesi eğildiğinde sesinde mizahtan eser yoktu. İnsanı korkutacak kadar ciddiydi. "Sen ona ne dedin?"

Jack yine omuzlarını kaldırdı. "Nekahetteyim dedim. Hani Richard'a olmuştu. Doktor da Morgan amcama, Richard'ın altı hafta okula gidemeyeceğini söylemişti. Ama dolaşıyor, oynuyor, her şeyi yapıyordu." Jack biraz gülümsedi. "Bence şanslıydı."

Lily biraz rahatladı. "Yabancılarla konuşman hoşuma gitmiyor, Jack." "Anne, o yalnızca..."

"Kim olduğu bana vız gelir. Yabancılarla konuşmam istemiyorum." Jack gri yün saçlı siyah adamı düşündü. O koyu renk, kat kat yüzü, o açık renk gözleri gözünün önüne geldi. Kıyıda bir iskelenin üzerinde elinde de süpürge. O iskele lunaparkın yıl boyu açık kalan tek kısmıydı. Tenhaydı hep.

Ama burada, bu bomboş restoranda annesiyle otururken, soruyu soran siyah adam değil, kendisiydi. Neden okulda değilim ben ?

Söylediği sebepten çocuk. Aşı kâğıtların yok. Buraya senin evrakını mı getirecekti? Öyle mi sanıyordun? O kaçıyor, oğlum, sen de onunla kaçıyorsun. Sen...

"Richard'dan haber aldın mı?" diye sordu annesi. Jack sesi duyduğu anda, pek yumuşak bir ses olmadığını anladı. Ses Jack'e çarptı, Jack'in elleri titredi, bardağı masadan düştü, yere çarpıp kırıldı. O hemen hemen öldü, Jack.

Dönen kum bacadaki sesti bu. Zihninde duyduğu sesti. Morgan Amca'nın sesiydi. Benzer değil, andırır değil... gerçek sesiydi. Richard'ın babasının sesi.


6

Arabayla dönerlerken annesi ona, "Ne olmuştu orada, Jack?" diye sordu.

"Hiçbir şey. Kalbim bir Gene Krupa solosu yaptı." Elleriyle ön panel üzerinde gösterdi. "Bir civata attı. Hastanedeki gibi."

"Benimle dalga geçme, Jacky." Ön paneldeki âletlerin ışığında yüzü solgun ve çökmüş görünüyordu. Sağ elinin ikinci ve üçüncü parmakları arasında yine sigara vardı. Çok yavaş sürüyordu arabayı. Kırk milin üzerine asla çıkmıyordu. İçki içtiği zaman hep böyle yapardı. Koltuğunu da öne çekmişti. Etekleri dizlerinin üzerine sıvanmış, dizleri direksiyonun flci yanında leylek gibi gözüküyordu. Çenesi neredeyse direksiyon simidinin üzerindeydi. Bir an çok yaşlı gözüktü. Jack bakışlarım kaçırdı.

"Yapmıyorum," diye mırıldandı.

"Neyi?"


"Dalga geçmiyorum. Elim seyirir gibi oldu. Özür dilerim."

"Ziyam yok." dedi annesi. "Ben Richard Sloat'la ilgili bir şey sanmıştım."

"Değil." Yalnızca babası bana kumsaldaki kum deliğinden seslendi, o kadar. Kafamın içinden benimle konuştu. Senin sesler duyduğun filmdeki gibi. Senin yarı ölü olduğunu söyledi.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə