Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə5/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

"Evet. Tam aynı zamanda değil ama, hemen hemen."

"Speedy?"

"Ne?"


"Benim ikizlim var mı? Orada?"

Speedy ona öyle ciddi baktı ki, Jack sırtının ürperdiğini duydu. "Senin yok, evlâtv Senden yalnızca bir tane var. Sen özelsin. Bu Smoot denen adama gelince..."

"Sloat," dedi Jack hafifçe gülümseyerek.

"...evet, her neyse, o biliyor bunu. Yakında buraya gelmesinin bir nedeni de bu zaten. Senin harekete geçmenin gereklerinden biri de bu."

"Neden?" diye patladı Jack. "Eğer kanserse ben ne yapabilirim? Eğer kanserse, annem hastanede olacağı yerde buralardaysa, demek çaresi yok, eğer buradaysa, anlaşana, demek..." Yaşlar yine gözüne dolacak gibi oldu, Jack yutkundu. "Demek bütün vücuduna yayılmış!"

Bütün vücuduna. Evet, bu da kalbinin bildiği gerçeklerden biriydi. Hızla kilo kaybedişinin, göz altlannda mor halkalar oluşmasının altındaki gerçek. Bütün vücuduna. Ama lütfen Tanrım, hey, Tanrım, lütfen, ne olursun, o benim annem...

"Yani," diye devam etti boğuk bir sesle, "hayaller diyarı ne işe yarayabilir?"

"Sanırım şimdilik yeterince çene çaldık," dedi Speedy. "Sen bir tek şeye inan, Gezgin Jack: Eğer bir iyiliğin dokunmayacak olsa, sana asla gitmen gerek demezdim."

"Ama..."

"Sus artık, Gezgin Jack. Sana ne demek istediğimi birazcık göstermeden, gerisini anlatamam. İşe yaramaz. Gel benimle."

Speedy tek kolunu Jack'in omuzlarına sardı, onu atlı karıncanın diski üzerinde yürüttü. Birlikte kapıdan çıktılar, boş lunaparkın yan yollarından birinde ilerlediler. Sol tarafta Çarpışan Otolar vardı. Kepenkleri çakılmış, kapalıydı. Sağda bir dizi baraka göze çarpıyordu. Halka atıp kazanma, Pizza satış yeri, Tüfek atış barakası... o da çakılıydı. Tahtaları üzerinde vahşi hayvanların solmuş resimleri vardı... arslanlar, kaplanlar, ayılar... aman Tanrım!

Geniş bir anayola çıktılar. Buranın adı Broadwalk Caddesiydi. Atlantic City'ye benzetilmeye çalışmıştı. Arcadia Lunaparkının bir iskelesi vardı ama, yapılıp tamamlanmamıştı. Ama bina yüz metre kadar sollarında, yuvarlak giriş kapısı ise ikiyüz metre sağlarındaydı. Jack dalgaların tekdüze sesini duyabiliyordu. Martıların o yalnızlık çığlıklarını da.

Speedy'ye baktı. Şimdi ne olacak, diye sormak istiyordu. Bunlar ciddi mi, yoksa zalim bir şaka mı diye sormak istiyordu... ama hiçbirini sormadı.

Speedy yeşil çam şişeyi uzatıyordu.

"O şişe..." diye başlayacak oldu Jack.

"Seni oraya götürecek," dedi Speed,. "Oraya gidenlerin çoğunun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur ama sen epeydir oraya gitmedin, değil mi Jacky?"

"Hayır." En son ne zaman gözlerini bu dünyada yumup hayal diyarında açmıştı? O zengin, hayat dolu kokulan en son ne zaman koklamış, saydam göklere ne zaman bakmıştı? Geçen yıl mı? Hayır. Daha eski... California... babası olduktan sonra. Demek yaşı aşağı yukarı...

Jack'in gözleri iri iri açıldı. Dokuz yaşındaydı! Ne kadar uzun zaman! Üç yıl!

Kimi tatlı, kimi karanlık ve tedirgin edici hayallerin, rüyalann böylesine farkedilmeden kayıp uzaklaşmasını düşünmek korkunçtu. Sanki Jack'in hayal gücünün bir kısmı acı çekmeden ve haber vermeden ölmüştü.

Şişeyi Speedy'den çabucak aldı. Neredeyse düşürüyordu. Biraz telâşa kapıldı. Hayallerden bazıları tedirgin ediciydi, evet. Annesinin dikkatle seçilmiş uyarı sözleri, gerçekle hayali karıştırmama konusundaki öğütleri de (yani bir başka deyimle, delirme, Jacky, yavrum, tamam mı ?) biraz korkutucuydu, evet. Ama şu anda, o dünyayı da kaybetmek istemediğini far-ketmekteydi.

Speedy'nin gözlerine bakıp düşündü: O biliyor. Şu anda kafamdan geçenlerin hepsini biliyor. Kimsin sen, Speedy? "Bir süre oraya gitmedin mi, kendiliğinden nasıl gidileceğini unutursun," dedi Speedy. Şişeye doğru başını salladı. "Bu yüzden yamna sihirli bir su aldım. Bu su özeldir." Speedy bu son kelimeyi bir tür saygıyla söylüyordu. "Bu oradan mı? Diyar'dan mı?"

"Değil. Orada da biraz sihir vardır, Gezgin Jack. Fazla değil ama, biraz. Bu sihirli su California'dan gelme." Jack ona kuşkulu gözlerle baktı.

"Haydi, bir yudum al da bak, gidiyor musun, gitmiyor musun," diye sırıttı Speedy. "O sudan yeterince içersen, canımn istediği yere gidersin. Karşında gerçekten bilen biri var."

"Tanrım... ama Speedy..." Korkmaya başlıyordu. Ağzı kurumuştu. Güneş aşın parlaktı. Nabzının şakaklannda hızlı hızlı attığını duyuyordu. Dilinin altında bakırsı bir tad vardı. Jack içinden, "O sihirli suyun tadı da böyle olacak," diye düşündü. "Korkunç olacak."

"Eğer korkar da geri dönmek istersen, bir yudum daha iç," dedi Speedy

"Şişe benimle mi gelecek? Söz veriyor musun?" O esrarengiz yerde kalakalmak, annesi burada Sloat'un pençesinde ölürken oradan dönememek korkunç olurdu.

"Söz veriyorum." * ■

"Peki." Jack şişeyi dudaklanna götürdü, sonra biraz uzaklaştırdı. Korkusu bir felâketti. Keskinve acıydı. "İstemiyorum, Speedy," diye fısıldadı.

Lester Parker ona baktı. Dudakları gülümsüyordu ama gözlerinde hiç gülümseme yoktu... sert bakıyorlardı. Ödün vermiyorlardı. Korkutucuydular. Jack kara gözleri düşündü. Martının gözlerini ve kumdaki girdabı. Benliğini bir korku kapladı.

Şişeyi Speedy'ye uzattı. "Geri alamaz mısın?" diye fısıldadığında sesi güçsüz, cılız çıktı. "Lütfen!"

Speedy cevap vermedi. Jack'e annesinin ölmekte olduğunu, Morgan Sloat'un gelmekte olduğunu hatırlatmadı. Ona korkak demedi. Oysa Jack ömründe kendini bu kadar korkak hissetmemişti. Tramplenden atlamaktan vazgeçip indiğinde, tüm arkadaştan onu yuhaladığında bile. Speedy yalnızca başını çevirip bir buluta baktı, ıslık çalmaya koyuldu.

Bu sefer Jack'in korkusuna bir de yalnızlık duygusu karıştı. İki duygunun birleşimi tüm benliğini sardı. Speedy ona arkasını dönmüştü. Speedy onunla ilgilenmiyordu.

"Pekâlâ," dedi Jack birden. "Pekâla, istediğin buysa, yapacağım."

Şişeyi bir kere daha kaldırdı, yeni bir şey düşünmeye fırsat kalmasın diye çabucak içti.

Tadı deminki beklentilerinden de daha felâketti. Şarap içmişliği vardı Jack'in. Biraz tadına varmayı da öğrenmişti. (Özellikle annesiyle balık yerken içtikleri sek beyaz şaraplardan hoşlanıyordu). Bu içtiği de biraz şaraba benziyordu ama, şarapla alay eden bir sıvıydı. Tadı keskin, tatlı, çürük gibiydi. Canlı üzümlerden değil de, ölü üzümlerden yapılmış gibiydi. Hem de, güzel bir hayat sürmemiş ölü üzümlerden.

Ağzının içi o iğrenç, tatlı-mor lezzetle dolarken sanki üzümleri de gözünün önünde görebiliyordu... mat, tozlu, fazla iri, çirkin bir duvara tırmanan bir asma üzerinde. Güneş çok sessizdi. Bir tek, tepede dönüp duran sineklerin vızıltısı vardı.

Yutkundu, ince bir ateş boğazından aşağı salyangoz izi gibi kaydı. Jack gözlerini yumdu, yüzünü buruşturdu. Midesi ağzına gelmek üzereydi. Kusmadı. Ama eğer kahvaltı etmiş olsa kusacağından emindi.

"Speedy..."

Gözlerini açtı, sözlerinin geri kalanı boğazmda öldü. O iğrenç şarabı kusma fikrini tümüyle unuttu. Annesini unuttu. Morgan Amcayı unuttu, babasını unuttu, başka hemen hemen her şeyi de unuttu.

Speedy yoktu. Tırmanan trenin iskele silueti gitmişti. Broadwalk Caddesi gitmişti.

Başka bir yerdeydi kendisi artık. Şeyde...

"Diyarda..." diye fısıldadı. Tüm vücudu bir korku ve sevinç karışımıyla sarsıldı. Ensesindeki saçların kıpırdadığını hissediyordu. Dudaklarının köşelerini bir gülümsemenin çekiştirmekte olduğunu hissediyordu. "Speedy, ben geldim, Tanrım, Diyardayım! Ben..."

Ama içine bir dehşet duygusu dolmadı. Bir elini ağzına kapadı, yavaşça olduğu yerde üçyüz altmış derece döndü, Speedy'nin sihirli suyunun kendisini getirdiği bu yere baktı.
4

Okyanus yine oradaydı ama şimdi çok daha koyu, zengin bir mavi renge bürünmüştü. Jack'in ömründe gördüğü en canlı çivit rengi. Bir an hipnotize olmuş gibi durdu. Denizden esen rüzgâr saçlarındaydı. Ufuk çizgisine baktı. Çivit mavisi okyanusun, solmuş blucin rengi gökyüzüyle buluştuğu çizgiye.

Ufuk çizgisinin kıvrımı, az da olsa, kesinlikle belli oluyordu.

Başım sallayıp kaşlarını çattı, öteki tarafa döndü. Kıyı otlan yüksek ve dolaşıktı. Az önce atlı karınca binasının olduğu yere doğru uzanıyorlardı. İskelede de gitmişti. Onun yerinde, koca granit kayalar denize doğru inmekteydi. Dalgalar o kayalara çarpıyor, aralarına giriyor, sesli sesli süzülüyorlardı. Krema gibi yoğun köpükler havalara sıçrıyor, sonra rüzgâr onları dağıtıyordu.

Jack birden sol elini sol yanağına götürdü, iki parmağıyla yanağını tutup çimdikledi. Gözleri sulandı ama, hiçbir şey değişmedi.

"Gerçek," diye fısıldadı. Kayalara yeni bir dalga vurdu, köpükler tekrar sıçradı.

Jack birden Broadwalk Caddesinin yine de yerinde olduğunu anladı... bir bakıma. Tepeden aşağıya eğri büğrü bir araba yolu iniyordu. Gerçek dünya diye düşündüğü yerde lunapark kapısının durduğu noktadan başlıyor, kendi durmakta olduğu yerden geçiyor, devam ediyordu. Bu yolu otlar bürümüştü ama, Jack bakınca buranm arasıra da olsa hâlâ kullanılan bir yol olduğunu hissediyordu.

Kuzeye baktı. Sağ elinde yeşil' şişeyi hâlâ tutuyordu. Başka bir dünyada Speedy'nin elinde kapakla beklemekte olduğu geldi aklına.

Onun karşısından kayıp mı oldun ? Herlmlde öyle olmalı. Vay canına! Yol boyunca kırk adım attığında kara böğürtlen çalılarına rastladı. Dikenler arasında ömründe gördüğü- en tombul, en koyu renk kara böğürtlenler vardı. Jack'in karnı, deminki iksiri protesto için olacak, fena halde guruldadı.

Kara böğürtlen ? Eylülde?

Ne önemi vardı? Bugün olanlardan sonra (ki saat daha on bile yoktu.) Eylül'de böğürtlen olmasına şaşmak, kapının tokmağını yuttuktan sonra aspirin almaya itiraz etmek gibi bir şeydi.

Jack uzandı, bir avuç böğürtlen kopardı, ağzına attı. Şaşılacak kadar tatlıydılar. Nefistiler. Gülümsedi (dudaklan masmavi kesilmişti), bir avuç daha kopardı... sonra üçüncü kere kopardı. Ömründe bu kadar güzel bir şey tatmamıştı. Sonradan, tek nedeni böğürtlen değil, havanın o inanılmaz duruluğunun da rolü var, diye karar verdi.

Dördüncü sefer kopanrken elleri dikenlerden çizildi. Sanki çalı ona, yeter artık, diyordu. Çiziklerin en derin olanını emdi. Baş parmağının altındaki şişkin kısımdaydı. Sonra kuzeye doğru tekrar yola koyuldu. Yavaş gidiyor, her yana birden bakmaya çalışıyordu.

Böğürtlenden biraz uzaklaşınca durup güneşe baktı. Daha küçük gibiydi. Ama daha ateşliydi. Hafif bir turunculuk mu vardı güneşte? Hani ortaçağdan kalma resimlerde olduğu gibi? Var galiba, diye düşündü Jack. Hem...

Bir çığlık koptu. Tatsız bir çığlık. Eski, paslı bir çivi, bir tahtadan çekiliyormuş gibi. Sağ taraftan geliyordu ses. Jack'in düşüncelerini dağıttı. Omuzlarım kaldırarak o yana döndüğünde gözleri iri iri açıldı.

Bir martı... büyüklüğü akıl durdurucuydu. İnanılmazdı. Ama martıydı yine de. Somut biçimde vardı, gerçekti martı. Kartal boyundaydı. Düzgün beyaz kafası bir yana eğikti. Olta gibi kıvrık gagası açılıp kapandı. Kanatlarını oynattı, çevredeki otları kıpırdattı.

Sonra hiç korkmaksızın Jack'a doğru sekmeye başladı.

Jack'in kulağına çok hafif olarak, birçok borunun birarada ötmesine benzer bir ses geldi, hiç nedeni yokken annesini düşündü.

Bir an kuzeye baktı... gitmekte olduğu yöne. O ses oraya çekiyordu onu. İçinde odaklaşmamış bir telâş belirdi. Düşünmeye vakit bulduğunda, çoktan beri açlığım çektiğim bir şeyi istemek gibi, diye düşündü. Dondurma, patates kızartması, belki de taco. İnsan o şeyi görene kadar anlamazdı. Görene kadar ortada yalnızca isimsiz bir ihtiyaç vardı. Sizi tedirgin ederdi. Sinirli ederdi.

Kocaman bir çadıra benzer yerin sırıklarını, kubbesini gördü. Bir tür iri baraka.

Alhambra'nın olduğu yer, diye düşündü. Martı o sıra ona tekrar bağırdı. Jack martıya döndü, onun bir buçuk metre ötede olduğunu görünce kaygılandı. Gaga tekrar açıldı, kirli pembe ağız gözüktü. Aklına dünkü olay geldi. Midyeyi kayaya atan martı da ona tıpkı bunun gibi korkunç bakışlarla bakmıştı. Sırıtıyordu martı ona... kesindi bu. Daha yakına sektiğinde Jack onun pis kokusunu aldı... ölü balık ve çürümüş yosun kokusu. Martı ona tısladı, kanatlarını tekrar oynattı.

"Defol buradan," dedi Jack yüksek sesle. Kalbi kütür kütür atıyordu. Ağzı kurumuştu. Ama martıdan korkmaya niyeti yoktu. Ne kadar büyük martı olursa olsun. "Defol!"

Martı gagasını tekrar açtı... sonra boğazı inanılmaz biçimde korku verecek şekilde kıpırdadı, garip, nabız atışı gibi sesler çıktı... ya da öyle geldi.

"Ayye öyyyooo Yack... ayye öyyyooo..." Anne ölüyor, Jack...

Martı sarsak bir adımla ona biraz daha yaklaştı. Kabuk gibi ayakları dolaşık otlara basıyordu. Gagası açılıyor, kapanıyordu. Kara gözleri Jack'inkilere çakılmıştı. Jack ne yaptığını bilemeden yeşil şişeyi kaldırıp tekrar içti.

O korkunç tad gözlerini tekrar yumup yüzünü buruşturmasına yol açtı... açtığı zaman karşısındaki san ilân tahtasına boş gözlerle baktı. San tahtada koşan iki çocuğun resmi vardı. Bir kız, bir oğlan. Altmda YAVAŞ ÇOCUKLAR diye yazılıydı. Bir martı (bu seferki normal boydaydı) bağırarak havalandı. Besbelli Jack'in apansız belirmesinden korkmuştu.

Jack çevresine baktı, yerini şaşırıp afalladı. Karnı böğürtlen doluydu. Bir de Speedy'nin sihirli suyu vardı midesinde. Olduğu yerde döndü, bacaklan tatsız tatsız titredi. Levhanın dibindeki kaldıranda doğrulup oturdu, omurgası ürperdi, dişleri sımsıkı kenetlendi.

Birden başını iki dizi arasına eğdi, ağzını açtı. Her şeyi kusacağından emindi. Ama yalnızca iki kere hıçkırdı, boğulacak gibi oldu, sonra midesi yavaş yavaş sakinleşti.

Böğürtlenlerden, diye düşündü. Böğürtlenler olmasa, kesin kusardım. Başım kaldırdığında gerçek dışı duygu tekrar geldi. Diyardaki o ot bürümüş yolda altmış adım ancak yürümüştü. Bundan emindi. Bir adımı altmış santim olsa, yoo, diyelim ki yetmiş beş santim olsa, pek pek elli metre yürümüş olması gerekirdi. Oysa...

Arkasına baktı, koca ark kapıyı gördü. Üzerinde kırmızı harflerle ARCADIA LUNAPARKI yazan kapıyı. Gözleri keskin olmasına rağmen, yazı okuyamayacağı kadar uzaktaydı. Sağ tarafta Alhambra'nın binası, bahçeleri, ardında da deniz vardı.

Diyarda elli metre yürümüştü.

Burada ise yarım mil yol almıştı.

"Ulu Tannm!" diye fısıldadı Jack Sawyer. Ellerini gözlerine bastırdı.
5

"Jack! Jack, oğlum Gezgin Jack!"

Speedy'nin sesi, eski kamyonetin çamaşır makinesi gibi sesi arasından yükselmekteydi. Jack başını kaldırdı. Kolları, bacaklan pek dermansızdı. Çok eski bir kamyonetin ağır ağır kendisine yaklaşmakta olduğunu gördü. Arka kısmı el yapmasıydı. Yürüdükçe sallanıyordu. İğrenç türkuaz bir renge boyanmıştı. Direksiyonda Speedy vardı.

Kaldırıma yanaştı, motordan "Hap! Hap! Hap! Hap! Hap!" diye sesler çıktı, sonra motoru kapattı, çabucak indi.

"iyisin ya, Jack?"

Jack şişeyi Speedy alsın diye uzattı. "Senin sihirli su tam anlamıyla leş, Speedy," dedi bitkin bir sesle.

Speedy gücenmiş gibi göründü... sonra gülümsedi. "Kim sana ilacın tadı güzel olmalı dedi ki, Gezgin Jack?"

"Kimse demedi herhalde." Jack gücünün birazının geri dönmekte olduğunu hissediyordu. Yavaş yavaş. Yabancılık duygusunun geçmesine paralel olarak.

"Artık inandın mı, Jack?"

Jack başını salladı.

"Olmaz," dedi Speedy. "O kadan yetmez. Yüksek sesle söyle."

"Diyar," dedi Jack. "Gerçekten var. Gerçek. Bir kuş gördüm..." Sustu, ürperdi.

"Nasıl kuş?" diye sordu Speedy hemen.

"Martı. Dev bir martı..." Jack başını iki yana salladı. "İnanmazsın." Bir düşündü, sonra ekledi. "Yoo, herhalde sen inanırsın. Başka kimse inanmaz ama, sen inanırsın."

"Konuştu mu? Orada kuşlann çoğu konuşur. Genellikle saçma şeyler söylerler. Bazılan da mantıklı konuşur... ama sapık bir mantık... çoğunlukla da yalan söylerler."

Jack yine başını sallıyordu. Speedy'nin bunlardan çok doğalmış gibi söz etmesi, kendini daha iyi hissetmesine yol açmaktaydı.

"Sanıyorum konuştu. Ama sanki..." Çaba göstererek düşündü. "Los Angeles'de Richard'la birlikte gittiğimiz okulda bir çocuk vardı. Brandon Lewis diye biri. Konuşması kusurluydu. Lâfı zor anlaşılırdı. Kuş da öyleydi. Ama ne dediğini biliyorum. Annemin ölmekte olduğunu söyledi."

Speedy kolunu Jack'ın omuzlarına sardı, bir süre kaldırımın kenarında öylece oturdular. Alhambra'nm danışma görevlisi, yine her zamanki gibi solgun, kuşkulu, elinde koca bir deste mektupla çıktı. Speedy'yle Jack, onun yolun köşesine kadar yürüyüp mektupları posta kutusuna atışına baktılar. Geri döndü, Jack'le Speedy'ye ince bir bakışla baktı, sonra tekrar Alhambra'nın yoluna saptı. Az sonra lükstrum'ların ardında kel kafası ancak görünür oldu.

Ön kapının açılıp kapanma sesi rahatlıkla duyuldu. Jack'in içine korkunç bir sonbahar yalnızlığı duygusu doldu. Geniş, bomboş yollar. Kum tepecikleriyle dolu, kocaman, boş kumsal. Boş lunapark. Tüm oyuncakları kilit altında. Annesinin kendisini dünyanın sonu gibi bir yere getirmiş olduğunu düşündü.

Speedy başını yana büktü, o bal gibi sesiyle şarkıya başladı. "Ben çok gezdim, çok eğlendim... bu köyü iyi bilirim... yaz gitti artık, evet, kış da geliyor... kış geliyor benim de canım artık... yine yola çıkmak istiyor..."

Susup Jack'e baktı.

"Senin de canın yolculuk istiyor mu, Gezgin Jack?"

Jack'in kemiklerinde bir korku dolaştı.

"Herhalde," dedi. "Eğer ona bir yardımı olacaksa. Ona yardım... Ona yardım edebilir miyim, Speedy?"

"Edebilirsin," dedi Speedy en ciddi sesiyle.

"Ama..."


"Bu işte dünya kadar 'ama' var," diye konuştu Speedy. 'Trenler dolusu 'ama' var, Gezgin Jack. Sana kolay olacak demiyorum. Başarılı olacağına da söz vermiyorum. Sağ dönersin diye bile söz veremem. Deli olmadan dönemeyeceğini de bilemem.

"Yolun çoğunu Diyar'da alman gerek, çünkü orası çok daha küçük. Ona dikkat ettin mi?"

"Evet."

"Edeceğini tahmin etmiştim. Şu yolda çok mesafe aldm, değil mi?"



Deminki soru Jack'in aklına tekrar geldi. Konunun dışmdaydı ama, sormak zorundaydı. Bilmesi şarttı. "Yok oldum mu, Speedy? Beni kaybolurken gördün mü?"

Speedy ellerini bir tek kere çırpıp, "Şöylece gittin," dedi.

Jack ağır, isteksiz bir gülümsemenin; dudaklarına yayıldığını hissetti... Speedy de ona gülümsedi.

"Bunu Bay Balgo'nun- bilgisayar dersinde yapmak isterdim," dedi Jack. Speedy çocuk gibi güldü, Jack da ona katıldı. Gülmek iyi geldi. Böğürtlenlerin tadı kadar iyi hemen hemen.

Birkaç saniye sonra Speedy ayrıldı, konuştu. "Diyar'a gitmenin bir nedeni var, Jack. Oradan alman gereken bir şey var. Çok güçlü bir şey."

"Orada mı o?"

"Orada."

"Anneme yardımı olur mu?"

"Ona da... ötekine de."

"Kraliçe'yle!"

Speedy başını salladı.

"Nedir o? Nerede? Ne zaman onu..."

"Dur biraz!" diye elini kaldırdı Speedy. Dudaklan gülümsüyordu ama gözleri ciddi, hemen hemen hüzünlüydü. "Birer birer konuşalım. Hem, Jack... bilmediğim şeyleri sana söyleyemem... izin verilmeyen şeyleri de söyleyemem."

"izin mi?" diye sordu Jack şaşkınlıkla. "Ama kim..."

"İşte yine başladın," dedi Speedy, "Dinle beni, Gezgin Jack. Mümkün olduğu kadar çabuk yola çıkman gerek. O Bloat denen adam gelip seni yakalamadan..."

"Sloat." "Evet, o. O gelmeden gitmen gerek."

"Ama annemi rahatsız eder," dedi Jack. Bunu neden söylediğini kendi de merak ediyordu. Doğru olduğu için mi, yoksa Speedy'nin dediği yolculuğa çıkmaktan kurtulmak için mi? Sanki Speedy zehirli olabilecek bir yemek koyuyordu önüne. "Onu tanımazsın! O..."

"Onu tanırım," dedi Speedy alçak sesle. "Onu eskiden tanırım. Gezgin Jack. O da beni tanır. Üzerinde izini bırakmışımdır. Gizlidir o izler... ama vardır. Annen kendini koruyabilir. En azmdan mecbur buna... bir süre için. Çünkü senin gitmen şart."

"Nereye?"

"Batıya," dedi Speedy. "Bu okyanustan öbürüne."

"Ne?" diye bağırdı Jack. O mesafeyi düşünmek afallatmıştı onu. Birden aklına, üç gece önce televizyonda gördüğü reklâm geldi. Adamın biri onbin metre yüksekteki uçağın büfesinden lezzetli yiyecekler alıp yiyordu. Jack annesiyle bir okyanustan bir okyanusa defalarca uçmuştu. New York'dan Los Angeles'e uçarken güneşin hiç batmamasına da için için pek sevinirdi. Zamanı kandırıyormuş gibi bir duygu. Çok da kolaydı.

"Uçakla gidebilir miyim?" diye sordu Speedy'ye.

"Hayır!" Speedy hemen hemen bağırmıştı bu kelimeyi söylerken. Gözleri kaygıyla iri iri açılmıştı. Güçlü eliyle Jack'in omzuna sarıldı. "Sen sen ol, asla gökyüzüne çıkayım deme! Asla! Oradayken Diyar'a kayıverirsen sonra..."

Arkasını getirmedi. Jack'in hayalinde, kendisi, blucini, kırmızı tişör-tüyle bir uçaktan mermi gibi fırlamış, paraşütsüz olarak aşağı düşüyordu.

"Yürüyeceksin," dedi Speedy. "Fırsat olunca otostopla gidersin... ama dikkatli olman gerek. Çünkü orada yabancılar vardır. Bazıları delidir. Kimi seni okşamak, kimi sana saldırmak ister. Ama bazıları gerçekten Yabancı'dır, Jack. Onlar her iki dünyada ayağı olan insanlardır... her iki yanı da görürler. Korkarım senin gelmekte olduğunu çok geçmeden anlayacaklardır. Ve seni bekliyor olacaklardır."

"Onlar..." kelimeyi aradı. "İkizli mi?"

"Bazıları öyle, bazıları değil. Şu anda daha fazlasını söyleyemem. Ama becerebilirsen öte yana geç. Öteki okyanusu bul. Fırsat varsa Diyarda yol al. Daha hızlı gidersin. Şu suyu da yanma al..."

"Ondan nefret ediyorum!"

"Nefret ettiğine boş ver." dedi Speedy sert bir sesle. "Oraya git... bir yer bulacaksın. Bir başka Alhambra. Oraya girmek zorundasm. Korkunç bir yer, kötü bir yer. Ama girmen şart."

"Nasıl bulacağım orayı?"

"O sana seslenir. Açık seçik duyarsın, evlât."

"Neden?" diye sordu Jack. Dudaklarını yaladı. "O kadar kötüyse neden gitmem şart?"

"Çünkü Tılsım orada," dedi Speedy. "Öteki Alhambra'nın içinde bir yerde."

"Neden söz ettiğini anlamıyorum!"

"Anlayacaksın." Speedy ayağa kalktı, uzanıp Jack'in elini tuttu. Jack da kalktı. İkisi karşılıklı durdular. Yaşlı siyah adam ve beyaz küçük çocuk.

"Dinle," dedi Speedy şarkı söyler gibi bir sesle. 'Tılsım senin eline gelecek, Gezgin Jack. Çok büyük değil, çok da küçük değil, tıpkı bir kristal topa benzeyecek. Gezgin Jack, sevgili Gezgin Jack, sen onu getirmek için California'ya gidiyorsun. Ama sorunun şu senin: Onu elinden düşürdün mü, her şey kayboldu demektir."

"Ne söylediğini anlamıyorum," dedi Jack tekrar. İnatçılık ediyordu bir bakıma. "Aslında sen de..."

"01maz,"'dedi Speedy. Ama sesi; anlayışlıydı. "O atlı karıncayı sabaha kadar bitirmek zorundayım. Çene çalacak vaktim yok. Şimdi sana başka şey söyleyemem. Herhalde yine rastlayacağız. Ya burada... ya da orada."

"Ama ben ne yapacağımı bilmiyorum!" dedi Jack. Speedy kamyonetin kapısını açıyordu.

"Harekete geçmene yetecek kadar biliyorsun," diye cevap verdi. 'Tılsıma gideceksin,' Jack. O seni kendine çekecek."

'Tılsım ne demek, onu bile bilmiyorum!"

Speedy güldü, kontak anahtarını çevirdi. Komyonet çalıştı, egzozundan mavi dumanlar çıktı. Speedy "Sözlüğe bakarsın!" diye bağırıp arabayı geri vitese aldı.

Geri geri gitti, manevrasını yaptı, sonra kamyonet Arcadia Lunaparkına doğru uzaklaştı. Jack kaldırımın kenarında durmuş onun arkasından bakarken, ömründe kendini bu kadar yalnız hissetmediğini düşünüyordu.

Bölüm: 5


JACK'LE LİLY
1

Speedy'nin kamyoneti virajı alıp lunapark kapısında gözden kaybolunca Jack otele doğru yürümeye başladı. Bir Tılsım. Başka bir Alhambra'da. Bir başka okyanusun kıyısında. Yüreği bomboş gibiydi. Speedy yanmda olmayınca bu iş ona öyle zor, öyle büyük görünüyordu ki! Biraz da müphemdi. Speedy konuşurken Jack onun o karmaşık imâlarım, tehditlerini ve talimatını anlıyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı ama şimdi her şey karışmıştı yine. Diyar gerçekti ama. O kesin bilgiye elinden geldiği kadar sarıldı, içinde hem soğuk, hem de sıcak duygular hissetti. Gerçek bir yerdi orası. Kendisi de oraya tekrar gidecekti. Henüz her şeyi pek anlamıyor olsa bile. Cahil bir yolcu olsa bile... yine gidecekti. Şimdi artık bir tek annesini ikna etmeye çalışmak kalıyordu. 'Tılsım" dedi kendi kendine. Bu kelimeyi tekrarlayarak yolun sonuna geldi, birkaç basamaklık merdiveni sıçrayarak çıkıp patikaya daldı, lükstrumlar arasında ilerledi. Alhambra'nın içinin karanlığı, kapı arkasından kapandığı anda şaşırttı onu. Lobi uzun bir mağaraydı... gölgeleri birbirinden ayırmak için ateş yakmak gerekirdi. Solgun görevli masamn gerisinde kıpırdandı, akçıl gözlerini Jack'e dikti. Bir mesaj vardı bu gözlerde, evet. Jack yutkunup arkasını döndü. Bu mesaj onu daha güçlü kılıyordu. Büyütüyordu onu. Amacı azarlama olsa bile, etkisi buydu.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə