Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə6/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

Asansörlere doğru dimdik yürüdü. Adımları telâşsızdı. Siyahlarla dolaşıyorsun, ha? Omzuna sanlmalanna izin veriyorsun, ha? Asansör dev bir kuş gibi indi, kapılan açıldı, Jack .bindi. Üzerinde parlak bir 4 bulunan düğmeye basmak üzere döndü. Görevli hâlâ resepsiyon masasının başında, ona aynı mesajı yolluyordu. Zenci hayranı, zenci hayranı, zenci hayranı (öylesi hoşuna gidiyor, ha, velet? Sıcak ve siyah... sana öylesi gerek, ha?) Kapılar bereket versin kapandı. Jack'in midesi pabuçlarına doğru düşer gibi oldu, asansör yukarıya yükseldi.

Nefret aşağıda, lobide kaldı. Asansördeki hava, birinci kata vardıkları anda değişiverdi. Jack'in artık tek yapacağı, annesine tek başına Califor-nia'ya gideceğini haber vermekti.

Morgan Amca'nın senin adına kağıt falan imzalamasına fırsat verme, yeter... Asansörden çıkarken Jack ilk defa olarak, acaba Richard Sloat babasının nasıl biri olduğunu anlıyor mu diye merak etti.
2

Çizgi çizgi dalgalar üzerinde giden minik tekneleri gösteren tabloların arasından koridor boyunca ilerledi. 408 numaralı kapı aralık duruyor, içerinin bej halısı görünüyordu. Pencereden giren güneş duvarda dikdörtgen bir aydınlık yaratmıştı. "Hey Anne," dedi Jack içeriye girerken. "Kapıyı kapatmamışsın. Neler olu..." Odada yalnızdı, "...yor?" diye sorusunu mobilyalara yöneltti. "Anne?" Derli toplu odada bir karışıklık var gibiydi. Dolmuş, taşmak üzere bir sigara tablası, sehpada yan yarıya su dolu bir bardak.

Jack bu sefer paniğe kapılmayacağına dair kendi kendine söz verdi.

Ağır bir tur yaptı. Annesinin yatak odası kapısı açıktı. Odanın içi karanlıktı. Lily perdeleri hiç açmazdı.

"Hey, orada olduğunu biliyorum," diye seslenip odanın içinden geçti, banyonun kapısına vurdu. Cevap gelmedi. Jack kapıyı açtı, musluğun yamnda pembe diş fırçasını, tuvalet masasında saç fırçasını gördü. Fırçada açık renk saçlar vardı. Laura Deleossian, diye seslendi Jack'in kafasınm içinden bir ses. Gerisin geri banyodan çıktı. Bu isim etkiliyordu onu. "Öff, yine mi?" diye mırıldandı kendi kendine. "Nereye gitti?"

Sahne gözünün önünde belirmişti bile.

Kendi yatak odasma giderken gördü o sahneyi. Jack'in boş bavulu, kitapları, çorapları... Kendi banyosuna bakarken de gördü. Havlular yere atılmıştı. Kimisi banyonun kenarına asılmış, kimisi de masanın üzerindeydi.

Morgan Sloat kapıdan giriyor, annesini kollarından yakalıyor, sürükleyerek alt kata indiriyordu...

Jack çabucak salona döndü, bu sefer kanepenin arkasına bile baktı.

... sonra onu yan kapıdan çıkarıyor, bir arabaya bindiriyordu... gözleri sarıya döne döne...

Telefonu açıp sıfırı çevirdi. "Ben Jack Sawyer. 408'den arıyorum. Annem benim için bir mesaj bıraktı mı? Burada olması gerekiyordu ama... her nedense... şey..."

"Bir bakayım," dedi kız. Jack telefona sarılıp bekledi, kızın sesi az sonra duyuldu. "408 için mesaj yok, üzgünüm."

"Ya 407?"

"Onların ikisi aynı yer," dedi kız.

"Son bir saat içinde ona konuk falan geldi mi? Bu sabah gelen oldu mu? Onu görmeye yani?"

"Onu resepsiyon bilir," dedi kız. "Ben bilemem. Bir sorayım mı?"

Jack, "lütfen," dedi.

Kız, "Bu sıkıcı yerde yapacak bir şey çıkınca seviniyorum," diye karşılık verdi. "Kapatmayın."

Biraz daha bekledi. Kızın sesi geldiğinde, "Konuk yok," dedi. "Belki sizin için odaya bir mesaj bırakmıştır."

"Evet, bir arayayım." Jack telefonu sefil halde kapadı. Resepsiyon görevlisi doğruyu söyler miydi? Aslında elbette Morgan Amca bu odaya gelip annesini kaçıramazdı. O daha California'daydı. Ama bu işi yapmak için başkalarını yollayabilirdi. Speedy'nin söz ettiği o insanları. Her ayağı başka dünyada olan Yabancı'ları.

Jack odada daha fazla kalamayacağım anladı. Kanepeden fırladı, tekrar koridora çıktı, kapıyı arkasından kapadı. Birkaç adım ilerledikten sonra olduğu yerde durdu, geri döndü, kapıyı kendi anahtanyla açtı, iki santim kadar itti, dönüp asansörlere yürüdü. Belki de annesi anahtarını almadan çıkmıştı... belki lobi deki dükkâna inmişti. Belki oradaki gazete bayiinden bir gazete alıyordu.

Hah. Yaz başından beri annesinin elinde bir tek gazete görmüş değildi ki! Yalnızca mahalli radyo yayınlarında anlatılanları dinliyordu.

O halde yürüyüşe çıkmış olabilirdi.

"Hımmm... spor yapıp derin soluklar alıyordu besbelli. Ya da koşuyordu. Lily Cavanaugh birdenbire yüz metre yarışlarına katılmaya karar vermiş. Kumsalda gelecek olimpiyatlar için çalışıyor...

Asansör onu lobiye indirdiğinde, dükkâna göz attı. Yaşlıca sarışın bir kadın, tezgâhın başından', gözlüklerinin üzerinden ona geri baktı. Raflarda oyuncak hayvanlar, birkaç ince gazete, birkaç dergi.

Jack, "Özür dilerim," deyip döndü.

Kocaman sağlıksız bir saksı çiçeğinin yanındaki bronz plakaya bakar buldu kendini... hastalanmaya başladı, yakında ölecek.

Dükkândaki kadın hafif öksürüp boğazını temizledi. Jack o sözlere epey zamandır bakmakta olduğunu farketti. "Evet?" dedi kadm arkasından.

Jack tekrar özür diledi, lobinin orta yerine doğruldu. Nefret dolu görevli tek kaşını havaya kaldırdı, sonra yan dönüp boş merdivene doğru baktı. Jack kendini zorlayıp adama yaklaştı.

"Bayım," dedi masanın önüne gelince. Adam sanki Kuzey Carolina'-mn başkentini, ya da Peru'nun bir numaralı ihraç malını hatırlamaya çalışıyordu. "Bayım." Adam kaşlarını çattı. Neredeyse bulacaktı aradığı cevabı... kimse kendisini rahatsız etmese.

Bunların hepsi numaraydı. Jack biliyordu. Konuştu. "Acaba bana yardım edebilir miydiniz?"

Adam sonunda gözlerini ona doğru çevirmeye razı oldu. "Ne yardım istediğine bağlı, çocuk."

Jack bu gizli alayı anlamamazlığa geldi. "Az önce annemin dışarıya çıktığını gördünüz mü?"

"Az önce ne demek?" Alay ifadesi artık neredeyse gözle görülebilecek kadardı.

"Dışarı çıktığını gördünüz mü? Bilmek istediğim o."

"Sevgilinle orada eleleyken gördü diye mi korkuyorsun?"

'Tanrım! Amma berbat bir insansın!" Jack kendi ağzından çıkan bu sözlere kendi de şaştı. "Hayır, ondan korkmuyorum. Yalnızca annem dışarı çıktı mı diye merak ediyordum, sende bu kadar rezil biri olmasan bana söylerdin."Yüzünü ateş basmıştı. Ellerinin yumruklaştığını gördü.

"Eh, evet, çıktı," dedi adam. Dönüp arkasındaki duvarı kaplayan minik kutulara baktı. "Ama yerinde olsam, dilime dikkat ederdim! Benden özür dilesen iyi olur, züppe Bay Sawyer. Benim de gözüm var. Neler neler bilirim."

"Sen çene yarıştır, ben işimi yarıştırayım," dedi Jack. Bu cümleyi babasının eski plaklarının birinden hatırlamıştı. Belki şu duruma tam uymuyordu ama, ağzına iyi geldi. Adam da gözlerini kırpıştırınca, yerine oturduğunu daha iyi anladı.

"Belki bahçededir, bilmiyorum," dedi adam asık suratla. Ama Jack çoktan kapıya doğru yönelmişti.

'B' filmlerinin kraliçesi otelin bahçesinde yoktu. Zaten olsa, Jack onu otele girerken de görürdü. Hem Lily Cavanaugh bahçede gezecek tiplerden değildi. Kumsalda koşuya çalışmak ona nasıl uymuyorsa, bu da öyle uymuyordu.

Broadwalk Caddesi'nden birkaç araba geçti, bir martı bağırdı, Jack'in yüreği sıkıştı.

Parmaklarını saçlarının arasmdan geçirdi, sokağın sağına, soluna baktı. Belki de gerçekten Speedy konusunda meraklanmıştı annesi. Belki oğlunun bu garip yeni arkadaşım bir kontrol etmek istemiş, lunaparka doğru yürümüştü. Jack daha az tanıdığı öbür yöne saptı, kasaba yoluna koyuldu.

Alhambra bahçelerinin kenar lükstrumlan dışında ilk dükkân Arcadia Çay Evi'ydi. İşçi Bayramından sonra kalan bir orası, bir de eczane vardı. Jack kaldırımda kısa bir kararsızlık geçirdi. Ama orası annesini bulabileceği ilk yer olduğundan, sonunda adımını attı, yaklaşıp camdan içeriye baktı.

Kasanın başında, saçlarını tepesine toplamış bir kadın oturmuş sigara içiyordu. Pembe elbiseli garson kız karşı duvara yaslanmıştı. Jack orada müşteri göremedi. Derken dükkânın Alhambra tarafındaki duvarı dibinde yaşlı bir kadının kahve fincanını dudaklarına götürdüğünü gördü. Orada çalışanlar hariç, bu kadm tek başınaydı. Jack yaşlı kadmm fincanını zarif bir hareketle tabağa bırakışma baktı. Sonra kadm çantasmdan bir sigara çıkardı... Jack içi bulanarak onun kendi annesi olduğunu anladı. Yaş etkisi bir anda siliniverdi.

Ama Jack o etkiyi unutamadı. Sanki çift mercekli gözlük camlarından görmüştü onu. Lily Cavanaugh ile yaşlı kadm aynı vücut içindeydiler.

Jack kapıyı yavaşça açtı ama, tepedeki çıngırağı sallamadan edemedi. Kasadaki sarışın kadm gülümseyerek başını salladı, garson kız doğruldu, elbisesini düzeltti. Annesi ona gerçek bir şaşkınlıkla baktı, sonra açıkça gülümsedi.

"Aman, dolaşan Jack, boyun öyle uzadı ki, o kapıdan girdiğinde seni bir an için baban sandım." dedi. "Bazen on iki yaşmda olduğunu unutuveriyorum."


3

"Bana 'Dolaşan Jack' dedin," diyerek sandalyeyi çekti, oturdu.

Annesinin yüzü çok solgundu. Gözlerinin altında morluklar hemen hemen çürük gibiydi.

"Baban da sana öyle demez miydi? Birden aklıma geldi. Bütün sabah dolaştın durdun"

"Bana Dolaşan Jack mi derdi?

"Ona benzer bir şey... derdi, evet. Sen çok küçükken, Gezgin Jack!" dedi birden kesin bir ifadeyle. 'Tamam, öyle derdi. Sana hep Gezgin Jack derdi. Çimenler üzerinde sen bize doğru koşarken. Komikti herhalde. Yukarda kapıyı açık bırakmıştım. Çıkarken anahtarını alıp almadığından emin değildim."

"Gördüm," dedi Jack. Annesinin farkında olmadan verdiği bu yeni bilginin heyecanıyla titriyordu hâlâ.

"Kahvaltı ister misin? O otelde bir yemek daha yemek istemedi canım."

Garson kız yanlarına gelmişti. "Delikanlı?" diye sordu, not defterini kaldırdı.

"Seni burada bulabileceğimi nereden bildin?"

"Gidecek başka neresi var ki?" diye sordu annesi mantıklı mantıklı. Sonra garsona döndü. "Ona üç yıldızlı kahvaltıdan getirin. Boyu günde iki-buçuk santim uzuyor."

Jack arkasına yaslandı. Neresinden başlayacaktı lafa?

Annesi ona merakla baktı, Jack de başladı... şimdi başlaması şarttı. "Anne, ben bir süre gitsem, idare edebilir misin?"

"Ne demek idare? Bir süre gitmek ne demek?"

"Yani acaba sen... Morgan Amca'dan gelen dertlerle başa çıkabilir misin?"

Annesi gepgergin gülümseyerek, "Sloat'u ben idare ederim," dedi. "Bir süre, en azından. Neler oluyor, Jacky? Bir yere gidecek değilsin ki sen!"

"Mecburun," dedi. "Ciddi söylüyorum." Kendini oyuncak isteyen bir çocuk gibi gördü. Bereket versin o anda garson kız elinde kızarmış ekmekler ve bir bardak domates suyuyla çıkageldi. Jack bir an gözlerini kaçırdı. Tekrar annesine baktığında, annesi kızarmış ekmeği almış, üzerine reçel sürüyordu.

"Gitmem gerek," dedi Jack. Annesi ekmeği ona uzattı. Yüzü düşünceli bir ifadeyle kıpırdadı ama bir şey söylemedi.

"Ben bir süre göremeyebilirsin, anne." dedi çocuk. "Sana yardım etmeye çalışacağım. O yüzden gitmem gerek."

"Bana yardım etmek mi?" Sesi inanmaz gibiydi. Jack bu şaşkın ses tonunun yüzde yetmiş beş gerçek olduğunu hesapladı.

"Senin hayatını kurtarmaya çalışacağım."

"Hepsi bu kadar mı?"

"Yapabilirim."

"Demek benim hayatımı kurtarabilirsin. Bu çok eğlenceli işte, Jacky-bebek. Televizyona versen, akşam haberlerinden hemen sonra yayınlardı bu filmi. Hiç televizyonculuğa heves ettin mi sen?" Üzerine kırmızı reçel bulaşmış bıçağı bıraktı, gözlerini yapmacık bir şaşkınlıkla iri iri açtı. Ama bu numaradan anlamazlığın altında Jack iki şey gördü. Bir korkunun kabanşı, bir de... belki Jack'in bir şeyler yapabileceğine dair belli belirsiz umut.

"Sen olmaz desen bile ben yine de deneyeceğim. Bari izin ver."

"Oh, bu harika bir anlaşma işte. Özellikle de neden söz ettiğini anlamadığıma göre..."

"Ama bence anlıyorsun... bence bir fikrin var, anne. Çünkü babam olsa hemen anlardı ne demek istediğimi."

Annesinin yanakları kızardı, ağzı incelip bir çizgi oldu. "O kadar haksızlık ediyorsun ki ayıp oluyor, Jacky. Philip'in bilebileceği şeyleri bana silah diye kullanamazsın."

"Bildiği şeyler, bilebileceği değil."

"İyice zırvaladın, berbat ettin ortalığı, oğul."

Garson o sırada yumurta tabağını masaya koyuyordu. Tabakta sosisler de vardı. Kız birden hızla soluğunu içine çekti.

Garson kız uzaklaşınca annesi omuz silkti. "Buraya geleli müstahdemle bir türlü uyum sağlayamadım. Ama zırva zırvadır, yine de zırvadır işte".

"Senin hayatını kurtaracağım, anne," diye tekrarladı Jack. "Bunun için çok uzaklara gidip bir şey getirmem gerek. Ben de onu yapacağım."

"Keşke neden söz ettiğini bilseydim."

Bu normal, sıradan bir konuşma, dedi Jack kendi kendine. Arkadaşımın evinde bir iki gece kalabilir miyim dermiş gibi bir şey. Sosisi ortasından kesti, yansmı ağzına attı. Annesi dikkatle ona bakıyordu. Sosisi çiğnedi, yuttu, bu sefer ağzına bir çatal dolusu yumurta attı. Speedy'nin şişesi arka cebinde kaya gibiydi.

"Keşke sana sessizce ilettiğim mesajları duyup cevaplasaydın."

Jack yumurtasını yuttu, bu sefer ağzına patateslerden attı.

Lily elini kucağına koydu. Jack ne kadar uzun süre susarsa, konuştuğunda annesi onu o kadar iyi dinlerdi. Dikkati kahvaltısmdaymış gibi yaptı. Yumurta sosis patates, sosis patates yumurta, patates yumurta sosis... sonunda annesinin bağıracak hale geldiğini hissetti.

Babam bana Gezgin Jack dermiş, dedi kendi kendine. Yaptığım doğru. Bundan doğrusunu seçemezdim.

"Jack..."

"Anne," dedi. "Bazen babam seni çok uzak bir yerden aramaz mıydı? Oysa sen onun kentte olduğunu sanıyor olurdun, değil mi?"

Annesi kaşlarını kaldırdı.

"Bazen onu içerde sanarak bir odaya girdiğin, hatta orada olduğunu bildiğin, ama bulamadığın olmuyor muydu?"

Biraz bunu düşünsün hele.

"Hayır," dedi annesi.

Bu inkârı ikisi de unutmaya çalıştılar.

"Hemen hemen hiç olmadı."

"Anne, bana bile kaç kere oldu," dedi Jack.

"Her zaman bir açıklaması vardı ama. Biliyorsun, vardı."

"Babam bir şeyler açıklamakta pek ustaydı, bunu bilirsin. Hele de açıklaması zor şeyleri. Bu konuda çok becerikliydi. Böyle bir sanat ajanı olmasının da sırrı buydu."

Annesi yine sessizleşmişti.

"Nereye gidiyordu, biliyorum ben," dedi Jack. "Oraya ben de gittim. Daha bu sabah yine gittim. Bu sefer gidersem, senin hayatını kurtarmaya çalışacağım."

"Hayatımın senin tarafından kurtarılmaya ihtiyacı yok, kimsenin kurtarmasına ihtiyacı yok." diye tısladı annesi. Jack tabağına baktı, bir şey mırıldandı. "Neydi o?" diye üsteledi Lily.

"Bence ihtiyacı var." Gözlerini kaldırıp onunkilere baktı.

"Ya sana hayatımı nasıl kurtarmak niyetindesin diye sorsam?"

"Cevap veremem. Çünkü kendim de tam anlayamıyorum henüz. Anne, zaten okula gitmiyorum... bir şans tanı bana. Belki bir haftada falan dönerim."

Annesi kaşlarını kaldırdı.

"Daha uzun da sürebilir," diye kabullendi Jack.

"Sen delisin bence." Ama benliğinin bir kısmının inanmaya can attığını görüyordu Jack. Zaten bir sonraki sözü de bunu kanıtladı. "Eğer... eğer ben seni bu esrarengiz yolculuğa yollayacak kadar deli olsam... yine de bir tehlikeye atılmayacağından emin olmak isterdim."

"Babam hep geri döndü," dedi Jack.

"Senin hayatını tehlikeye atmaktansa kendiminkini atmaya tercih ederim." Bu gerçek de aralarında bir süre büyük yer kapladı.

"Fırsat bulunca ararım. Ama iki hafta geçer de aramazsam, yine de kaygılanma. Geri döneceğimi bil. Babamın hep döndüğü gibi."

"Bu baştan sona çılgınlık. Ben de dahil hem. Bu gitmen gereken yere nasıl gideceksin? Neredeymiş o yer? Yeterince paran var mı?"

"İhtiyaç duyacağım her şeyim var," derken Jack inşallah ilk iki sorunun üzerinde durmaz diye dualar ediyordu. Sessizlik uzadı, sonunda Jack, "Galiba çoğu yolu yürüyerek alacağım," dedi. "Daha fazla anlatamam, anne."

"Gezgin Jack... Neredeyse inanacağım..."

"Evet," diye başını salladı çocuk, "Evet!" içinden düşünüyordu: Belki de sen onun, gerçek Kraliçe'nin bildiklerinden bazılarını da biliyorsun... bu yüzden beni bu kadar kolay bırakıyorsun. "Evet, doğru. Ben de inanıyorum. Bu yüzden doğru sayılıyor."

"Eh, ben ne dersem diyeyim, nasılsa gideceğine göre..."

"Gideceğim."

"...o zaman ne dediğimin önemi yok." Oğluna cesaretle baktı. "Ama önemi olduğunu içimden biliyorum. Buraya mümkün olduğu kadar çabuk dönmeni istiyorum, oğlum. Hemen gitmiyorsun, değil mi?"

"Mecburum." İçine derin bir soluk çekti. "Evet, hemen gidiyorum. Senden ayrılır ayrılmaz."

"Neredeyse inanacağım bu saçmalıklara. Tam Phil Sawyer'in oğlusun sen. Buralarda bir kız falan bulmuş değilsin, değil mi..?" Oğluna keskin bakışlarla baktı, "Yo, Kız yok. Peki. Kurtar bakalım hayatımı. Çık yola." Başmı iki yana salladı. Jack'e o gözlerde aşırı bir parlaklık görüyormuş gibi geldi. "Madem gidiyorsun, çık artık, Jacky. Yarın ara beni."

"Arayabilirsem." Ayağa kalktı.

"Arayabilirsen. Elbette. Bağışla beni," Hiçbir şey görmeden masaya baktı. Bakışlan odaklaşmış değildi. Yanaklarının orta yerinde al benekler parlıyordu.

Jack eğilip onu öptü, annesi elini havada salladı. Garson kız ikisine baktı. Sanki sahnede rol yapıyorlardı. Annesi ne söylerse söylesin, Jack onun içindeki inanmazlığı yüzde elli azalttığını hissediyordu. Yani annesi artık neye inanması gerektiğini bilmiyordu.

Lily bir an ona baktı, gözlerinde tekrar alevler panldadı. Öfke mi? Gözyaşı mı? "Dikkatli ol," dedi, garsona işaret etti.

"Seni seviyorum," dedi Jack.

"Asla böyle bir sözle aynlma." Hemen hemen gülümsüyordu. "Çık yolculuğuna, Gezgin Jack. Ben durumun ne kadar çılgınca olduğunu anlayamadan çık."

"Çıktım." Jack dönüp restorandan çıktı. Başı gepgergin hissediyordu. Kafatası kemikleri, üstteki eti gerecek kadar büyümüş gibi. O boş sarı güneş ışığı bir anda gözlerine saldırdı. Jack arkadan dükkânın kapısının çarparak kapandığını duydu, üzerindeki çıngırak çaldı. Gözlerini kırpıştırdı, trafiği kollamadan Broadwalk Caddesini aştı. Karşı kaldırıma vardığında, otele gidip birkaç kıyafet alması gerektiğini hatırladı. Annesi dükkândan hâlâ çıkmamıştı Jack otele dalarken.

Görevli danışma masasında hafif gerileyip ciddi bakışlarla baktı. Jack ondan kendisine doğru bir duygu akımı hissetti. Bir an, adamın kendisine neden bu kadar şiddetli tepki gösterdiğini anlayamadı. Annesiyle yaptığı konuşma sandığından erken bitmişti ama, ona günlerce sürdü gibi gelmişti. O konuşmadan önce de bu adama "rezil" demişti. Özür mü dilemeliydi? Zaten neden kızıp da öyle söylediğini artık hatırlamıyordu bile...

Annesi izin vermişti gitmesine... yolculuğu yapmasına izin vermişti. Resepsiyoncunun ateş saçan bakışlan altında lobide ilerlerken sonunda bunun nedenini de anladı. Gerçi Tılsım'ın adından söz etmemişti. Ama etseydi bile, gezisinin o delice amacını anlatsaydı da... annesi onu bile kabul ederdi. Ona dönüşte otuz santim boyunda bir kelebek getirip fırında pişireceğini söylese, kelebeği yemeyi bile kabul ederdi. Garip olurdu ama, yine de gerçek bir görüş birliği olurdu. Böyle saman çöplerine sarılması bir bakıma korkusunun derinliğini gösteriyordu.

Ama sanlısının bir nedeni de, tâ içinden, bunların saman çöpü olmayıp tuğla parçası olduğunu bilmesindendi. Annesi ona gitmesi için izin vermişti, çünkü o da Diyarın varlığını biliyordu, seziyordu içinden.

Acaba hiç geceyansı uykusundan o ismi duyarak uyanmış mıydı? Laura Deloessian!

407 ve 408 numaralarını taşıyan dairede sırt çantasına rastgele birkaç giysi attı. Çekmecede bir şeye parmağı değdiyse, boyu da fazla büyük değilse, hemen çantaya atıyordu. Gömlekler, çoraplar, bir kazak, jokey şortu. Jack bej blucinini sımsıkı rulo yaptı, onu da zar zor tıktı. O sıra, çantanın rahatsızlık verecek kadar ağır olduğunu farketti. Gömleklerle çorapların çoğunu çıkardı. Kazağı da çıkardı. Diş fırçasını son anda hatırladı. Çantanın kayışlarını omuzlanndan geçirdi. Pek ağır sayılmazdı. Şuncacık yükle bütün gün bile yürüyebilirdi. Salonun ortasında sessizce durdu, veda edecek bir kimsenin yokluğunu güçlü biçimde hissetti. Annesi onun gittiğinden emin olmadan dönmezdi buraya. Şimdi dönse, gitme diye emir vermek zorunda kalırdı çünkü. Jack bu üç odaya, alıştığı, sevdiği eviymiş gibi veda edemezdi. Otel odaları, ayrılışları duygusuzca kabullenirdi. Sonunda telefon bloknotuna yürüdü, otelin ince kalemini eline aldı, en üst kağıda altalta üç söz yazdı.

Teşekkürler Seni seviyorum ve döneceğim.


4

Jack ince kuzey güneşi altında Broadwalk Caddesinde ilerlerken nerede... geçiş yapacağını düşünüyordu. Geçişi yapmadan önce Speedy'yi bir daha görmeli miydi? Mutlaka konuşmalıydı onunla bir kere daha. Gideceği yer hakkında öyle az şey biliyordu ki., kimlerle karşılaşacaktı, neyi any ordu... aslında bir kristal küreye benziyor. Tılsım hakkında vereceği öğüt bu kadarcık mıydı Speedy'nin? Bir de yere düşürmemesine dair uyarı. Jack hazırlıksızlığını hissettikçe içi bulanır gibi oldu. Hiç devam etmediği bir dersin smavına girecekmiş gibiydi.

Beri yandan, olduğu yerde geçişi yapmak da istiyordu. O kadar sabırsızdı. Tekrar Diyara dönmek zorundaydı. Bunu şu anda anlamıştı. Duygulan ve özlemleri arasında, o gerçek de pırıl pırıldı. O havayı tekrar solumak istiyordu. Açlık duyuyordu ona karşı. O uzun, geniş ovalar, o alçak dağlar çağırıyordu onu. Yüksek otlarla dolu tarlalar, içlerinden akan dereler! Jack'm tüm vücudu özlüyordu o manzarayı. Neredeyse şişeyi çıkanp ağzına dayayacaktı ama, o anda şişenin eski sahibini bir ağaca dayanmış oturuyor gördü. Elleriyle dizlerini kucaklamıştı. Yanında kahverengi, iri bir kesekâğıdı duruyordu. Kâğıdın içindekilerin en üstünde koca bir sandviç göze çarpmaktaydı.

"Harekete geçtin artık," diye gülümsedi Speedy. "Yola kovuldun bakıyorum. Vedalarını ettin mi? Annen bir süre eve dönmeyeceğini biliyor mu?"

Jack evet anlamında başını salladı. Speedy sandviçi ona uzattı. "Aç mısın? Bu bana fazla büyük."

"Ben demin bir şeyler yedim," dedi çocuk. "Sana veda edebildiğime memnunum."

"Bizim Jack heveslendi, şahlanıyor, eşiniyor." Speedy uzun kafasını yana eğmişti. "Hızla gidecek."

"Speedy?"

"Ama senin için aldığım şeyleri bırakıp gitme. Hepsi bu kesekâğıdın-da. Görmek ister misin?"

"Speedy?"

Adam gözlerini kısarak oturduğu yerden Jack'e baktı.

"Babamın beni Gezgin Jack diye çağırdığını biliyor muydun?"

"Şey, herhalde bir yerde duymuşumdur," diye sırıttı Speedy. "Haydi, gel de neler aldığımı gör. Hem sana ilk nereye gideceğini söylemem gerek, değil mi?"

Jack rahatlayıp yaklaştı. Yaşlı adam sandviçi kucağına koydu, kâğıdı kendine doğru çekti. "Mutlu Noeller," dedi, eski bir cep kitabı çıkardı. Jack onun Randy McNally yol atlası olduğunu gördü.

"Sağol," deyip kitabı Speedy'nin elinden aldı.

"Orada harita yok. Bu yüzden McNall/nin haritasındaki yollara göre gitmeye bak. O zaman gideceğin yere vanrsın."

"Peki," Jack sırt çantasını indirip kitabı içine soktu.

Speedy, "Bundan sonrakini o şık çantaya sokmak zorunda değilsin," dedi. "Bunu cebinde taşısan da olur." Elini gömleğinin göğüs cebine daldır-, di. Lily'nin sigarası gibi ikinci ve üçüncü parmağı arasına kıstırdığı bir şeyi çıkardı. Beyaz, üçgen biçiminde bir şey. Sonunda Jack onun bir gitar mızrabı olduğunu anladı. "Bunu al ve sakla. Bir adama göstereceksin. Sana yardım edecek."

Jack mızrabı elinde evirip çevirdi. Bunun gibisi hiç görmemişti. Fildi-şindendi. Üzerinde kıvrılan çizgilerden oluşan desenler, sanki anlaşılmaz yazılar vardı. Soyut bir güzelliğe sahipti. Ama mızrap olarak kullanılamayacak kadar ağır gibiydi.

"Adam kim?" diye sordu Jack. Mızrabı pantolon ceplerinden birine soktu.

"Yüzünde koca bir yara izi var... Diyar'a geçince onu az sonra göreceksin. Bir muhafız. Dış Bölge muhafızlarının bir yüzbaşısı aslında. Görmen gereken bayanı görebileceğin bir yere götürecek seni. Böylelikle, başını neden tehlikeye soktuğunun öteki nedenini de öğrenmiş olacaksın. Oradaki arkadaşım senin ne yaptığını anlayacak, seni o bayana ulaştırmanın bir yolunu bulacak!"

"Bu bayan..." diye başladı Jack.

"Evet," dedi Speedy. "Anladın."

"Kraliçe o."

"Ona iyi bak, Jack. Onunla karşılaştığın zaman göreceğini gör. Onun ne olduğunu gör, anlıyor musun? Sonra da batıya doğru yola koyul." Speedy ayağa kalkıp çocuğu dikkatle inceledi. Sanki Jack Sawyer'i tekrar görebileceğinden ilk defa kuşku duyuyordu. Yüzünün kırışıklıkları kıpırdadı, Speedy konuştu: "Bloat'dan uzak dur. Onun izini gözle, uyamk ol. Onun da, ikizlisinin de. Dikkat etmezsen Bloat senin nereye gittiğini öğrenir. Öğrenince de, kaz peşine düşmüş tilki gibi izler seni." Speedy ellerini ceplerine soktu, Jack'e tekrar baktı. Söyleyecek başka şeyler bulmaya çalışır gibiydi. 'Tılsım'ı al, evlât," diye bitirdi sözlerini. "Al ve sağ salim geri getir. O senin yükün. Ama insan yükünden büyük olmak zorunda."


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə