Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə3/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

"Onu özlüyor musun, Jack?"

"Kimi? Richard'ı mı?"

"Yok, Spiro Agnew'u! Elbette Richard'ı."

"Bazen." Richard Sloat okula İllinois'de gidiyordu. Din derslerinin mecburi olduğu, kimsenin ergenlik çıkarmadığı o özel okullardan birine.

"Onu göreceksin." Annesi Jack'in saçlannı okşadı.

"Anne, bir şeyin yok ya?" Bu kelimeler istemeyerek ağzından dökülmüştü. Kendi parmaklarının bacaklarına battığını duydu.

Annesi, "Yok tabii," derken bir sigara daha yaktı, hızım da yirmi mile indirdi. O sıra yanlarından eski bir pikap, kornasını çala çala geçti. "Hiç bu kadar iyi hissetmemiştim kendimi."

"Kaç kilo kaybettin?"

"Jack, az kilodan ve çok paradan zarar gelmez." Durakladı, ona gülümsedi. Yorgun, acılı bir gülümsemeydi. Jack'a bilmek istediği gerçeği açıklamış oldu.

"Anne..."

"Yeter artık. İşler yolunda. Ne diyorsam inan. Bak bakalım radyoda iyi bir şey var mı?"

"Ama..."

"FM'e bak, Jacky, sesini de kes."

Jack bir Boston istasyonunda caz müziği buldu. Bir alto saksofon. "All The Things You Are" şarkısı çalıyordu. Ama yanı sıra okyanusun sesi sinsi sinsi her an vardı. Daha sonra Jack'in gözüne, tırmanan trenin iskelet silueti ilişti, peşinden Alhambra Oteli de ortaya çıktı. Eğer burası evse, evlerine dönmüşlerdi.

Bölüm: 3


SPEEDY PARKER

1

Ertesi gün güneş geri döndü. Etkili, parlak bir güneşti. Işığını yamyassı kumsala, Jack'in pencereden görebildiği kırmızı kiremitli damlara bir boya tabakası gibi yayıyordu. Tâ ilerdeki bir dalga ışıkla katılaşmış göründü, parıltısını dosdoğru Jack'in gözlerinin içine doğru yolladı. Jack'e sanki bu ışık California'dakinden farklı gibi geliyordu. Burada güneşin ışıkları daha ince, daha soğuk, daha ae besleyici gibiydi. Okyanusun ilerisindeki dalga eridi, kendini toparlayıp bir daha doğruldu, üzerinden göz kamaştıran altın rengi bir ışık sekti. Jack başım başka tarafa çevirdi. Duşunu yapmış, giyinmişti. Vücut saati ona, okul otobüsünün durağına gitmesi gerektiğini söylüyordu. Yedi on beş. Ama tabii bugün okula gidecek değildi. Artık hiçbir şey normal değildi çünkü. Annesiyle ikisi yeni bir günün on iki saati boyunca yine hayaletler gibi dolamp duracaklardı boş boş. Ne program, ne sorumluluk, ne ev ödevi... ne de düzen! Bir tek yemek saatleri, o kadar.



Bugün okul günü mü, değil mi, onu da bildiği yoktu. Jack yatağının yanında dururken, dünyanın şekil niteliğini bu kadar kaybetmesi karşılığında paniğe kapıldı... Cumartesi olduğunu sanmıyordu. Geriye doğru gidip belleğindeki ilk kesin günü hatırlamaya çalıştı. O da geçen Pazar'dı. Oradan saya saya gelince, Perşembe'ye vardı. Perşembe günleri Bay Balgo'-nun bilgisayar dersleri vardı. Sabah ilk ders de beden eğitimiydi. Yani hayatı normalken öyleydi... O dönem kapanalı ancak birkaç ay olmuştu ama, Jack'e^anki ebediyen kaybedilmiş bir dönem gibi geliyordu.

Odasından salona çıktı. Perdenin kordonunu çekince parlak güneş ışığı odaya doldu. Mobilyaların rengi açılıverdi. Televizyonun düğmesine bastı, kendini sert kanapeye attı. Annesi daha en az onbeş dakika kalkmazdı. Belki daha da geç kalkardı. Gece üç içki içtiğine göre... Jack annesinin yattığı odanın kapısına baktı.

Yirmi dakika sonra kapıyı yavaşça tıkırdattı. "Anne?" Ona boğuk bir mırıltı cevap verdi. Jack kapıyı biraz araladı, içeriye baktı. Annesi başını yastıktan kaldırmış, yan kapalı gözlerle ona bakıyordu. "Jack. Günaydın. Kaç saat?" "Sekiz falan."

'Tanrım. Çok mu açsın?" Doğrulup oturdu, avuçlarının şiş yerlerini gözlerine bastırdı.

"Biraz. Burada oturmaktan sıkıldım. Kalkacak mısın diye merak ettim."

"Elimden gelse kalkmam. Gücenir misin? Sen yemek salonuna in, kahvaltı et. Biraz kumsalda gezin, ha? Annene yatakta bir saat daha tanırsan gün boyu çok daha tatlı bir insan gibi davranabilir." 'Tabii." dedi Jack. 'Tamam. Sonra görüşürüz." Annesinin başı yastığa düşmüştü bile.

Jack televizyonu kapadı, blucininin cebini yoklayjp anahtarını kontrol ettikten sonra odadan çıktı.

Asansör kâfuru ve amonyak kokuyordu. Hademelerden biri, arabayla taşıdığı şişelerden birini eğip dökmüş olmalıydı. Kapılar açıldı, kül suratlı damşma görevlisi ona kaşlarını çattı, başım kibirle çevirdi. Bir film artistinin arsız çocuğu olmak burada sana ayrıcalık kazandırmaz, ahbap! Hem sen neden okulda değilsin bakalım? Jack yemek salonunun lambrili koridoruna saptı. Salonun adı Kuzu Eğeri'ydi. Masalar boştu. Kurulup servise hazırlanmış masalar altı tane kadardı. Beyaz bluzlu, kırmızı farbalalı etekli bir garson kız ona baktı, sonra gözlerini kaçırdı. En uzak masada yaşlı bir çift karşılıklı oturmuşlardı. Başka kahvaltı eden yoktu. Jack bakarken yaşlı adam masanın üzerine doğru eğildi, karısının tabağındaki sahanda yumurtayı bıçağıyla dört parça halinde kesti.

'Tek kişi mi?" Kuzu Eğeri'nin gündüzleri şefliğini yapan kadın, yanı-başında bitivermişti. Rezervasyon defterinin arasından bir yemek listesini çekmeye başlamıştı bile.

"Caydım, teşekkür ederim." Jack oradan kaçtı.

Alhambra'nın kahve salonu, Plaj Salonu adını almıştı. Lobinin yan tarafında, boş vitrinlerle dolu loş koridorun gerisindeydi. Jack barda oturup sıkkın ifadeli aşçının beykınları tabağına koyusunu gözünde canlandırınca iştahı kaçtı. Annesi kalkana kadar bekleyebilirdi. Daha iyisi, dışarı çıkıp bir çörek, bir süt falan alırdı. Kasabaya giden yolun üzerindeki dükkânlarda satılıyordu.

Otelin kocaman ön kapısını açtı, güneş ışığına çıktı. Parlak ışık bir an için gözlerini yaktı. Dünya yamyassı bir parlaklık haline gelmişti. Jack gözlerini kıstı, keşke güneş gözlüğümü alsaydım, diye düşündü. Kırmızı tuğla terasta ilerleyip dört basamak merdiveni indi, bahçe yolunun patikasına ayak bastı.

Ölürse ne olacaktı?

Jack'e ne olacaktı o zaman... nereye giderdi? Kim bakardı ona? Ya beklenenin en kötüsü olur da, annesi o otel odasında sahiden ve temelli ölürse?

Başını iki yana salladı, Alhambra'nın düzenli bahçesinde içinden yükselen panik vücudunu çatlatmadan önce bu kötü düşünceyi kafasından kovalamaya çalıştı. Ağlamayacaktı. Bu duruma düşürmeyecekti kendini. Tarrytoon'ları, annesinin kaybettiği kiloları, zaman zaman onun ne kadar yönünü kaybetmiş gibi göründüğünü düşünmeyecekti. Hızlı adımlarla yürüyordu. İki elini pantolonunun ceplerine sokmuştu. Patikadan sıçrayıp otelin asfalt yoluna indi. O kaçıyor, evlât... sen de onunla kaçıyorsun. Kaçıyor ama kimden? Ve de nereye? Buraya mı? Yalnızca buraya mı? Bu terkedilmiş sayfiye yerine mi?

Kıyı boyunca kasabaya doğru giden geniş yola vardı. Önündeki manzara apaçıktı artık. Jack'i emip içine çekebilecek, güvenden yoksun kapkara bir dünyaya fırlatabilecek bir manzaraydı. Yolun üzerinden bir martı uçtu, uçarken küçüldü, tırmanan tren siluetinin arkasına geçti.

Lester Speedy Parker o kır saçları, buruşuk yüzüyle oralarda bir yerlerde olmalıydı. Onu görmesi gerekti Jack'in. Richard'ın babasıyla ilgili durumu nasıl kesin biçimde anladıysa, bunu da aynı kesinlikle biliyordu.

Bir martı çığlık attı, bir dalga altın ışığını Jack'e yolladı, Jack birden Morgan Amca'yla yeni dostu Speedy'yi mecaz anlamında birbirinin zıddı iki kişi gibi gördü. Sanki GECE'yle GÜNDÜZ'ün heykelleriydi onlar. AY'la GÜNEŞ'tiler. KARANLIK'la AYDINLIK'tüar. Jack babasının bu eski cazcıdan hoşlanacağına karar verdiği anda, yaşlı zencinin içinde hiçbir kötülük bulunmadığından emin olmuştu. Morgan Amca'ya gelince, o bambaşka türlü bir yaratıktı. Morgan Amca işi için yaşardı. Anlaşmalar yapar, satışlar gerçekleştirirdi. Öyle muhteristi ki, teniste hatalı topları bile karşılar, oğluyla oynadığı kâğıt oyunlarında bile hile yapardı. Jack'e hile yapıyor gibi gelmişti birkaç kere onunla oyun oynarken. Zarafetle kaybetmeyi öğrenmiş biri değildi.

GECE ve GÜNDÜZ, AY ve GÜNEŞ, KARANLIK ve AYDINLIK... hepsinde de siyah adam, ışıklı olanını simgeliyordu. Bu noktaya vardığında, Jack'in otel bahçesinde kontrol altına aldığı panik duygusu bir kere daha kabardı içinde. Ayaklarını kaldıra kaldıra koşmaya başladı.
2

Speedy'yi gri, boyası soyulan binanın dışına çömelmiş, kalın bir kablonun çevresine plaster sararken gördü. Çelik rengi yüne benzeyen saçlarla dolu başını öne eğmişti. Sıska kalçaları neredeyse iş tulumunun yeşermiş poposunu delip dışarı fırlayacaktı. Çizmelerinin tozlu köseleleri burun tarafında surf tahtalan gibi yukarı dönmüştü. Jack ona ne söyleyeceğini hiç kararlaştırmamış olduğunu farketti. Hattâ bir şey söyleyip söylemeyeceğini bile bildiği yoktu. Speedy siyah yapışkan bandı kablonun çevresine bir kere daha doladı, başını salladı, cebinden çakısını çıkanp bandı bir cerrah titizliğiyle kesti. Jack becerebilse buradan da kaçardı. İhtiyarın işine engel olacaktı. Hem zaten Speedy'nin kendisine yardım edebileceğini düşünmek çılgınlıktı. Boş bir lunaparkın hademesi ne yardım edebilirdi ki?

Derken Speedy başını çevirdi, çocuğun orada olduğunu gördü, tam ve katıksız bir sevinçle gülümsedi. Yüzündeki buruşuklar derinleşince Jack onu en azından rahatsız etmediğinden emin oldu.

"Gezgin Jack," dedi Speedy. "Benden uzak durmaya karar verdin diye korkuyordum. Hem de tam dost olmaya başladığımız sırada. Tekrar görüştüğümüze sevindim, evlât."

"Öyle." dedi Jack, "Ben de seni gördüğüme sevindim."

Speedy çakıyı tekrar gömleğinin cebine attı, ince kemikli vücudunu öyle atletik bir hareketle doğrulttu ki, sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi oldu. "Burası neredeyse kafama çökecek," diye mırıldandı. "Azar azar onanyo-rum. Her şey işlesin diye." Sustu, Jack'in yüzüne dikkatle baktı. "Dünya galiba pek o kadar güzel değil şu sıra. Gezgin Jack bir yığın kaygıların altında ezilmiş. Öyle mi?"

"Hmm, biraz," diye başladı Jack. Kaygılarını anlatmaya nasıl başlayabileceğini hâlâ bilmiyordu. Normal cümleler halinde ifade edemezdi. Normal cümleler her şeyi mantıklı gösterirdi. Bir... iki... üç: Jack'in dünyası artık düz bir çizgi halinde ilerlemiyordu. Söyleyecekleri göğsünde bir ağırlık gibiydi.

Karşısındaki uzun boylu, zayıf adama sefil bakışlarla baktı. Speedy'-nin elleri ceplerinin tâ dibine sokulmuştu. Gür kır kaşları çatıktı. Renksiz denilebilecek kadar açık renk gözleri yükseldi. Jack'inkilerle çakıştı. Jack bir anda kendini daha iyi hissetti. Nedenini anlamiyordu ama, Speedy ona doğrudan duygu aktarabiliyordu. Sanki geçen hafta tanışmamışlar da, yıllar önce tanışmışlar, çok daha uzun süre sohbet etmişler gibi.

"Eh şimdilik bu kadar yeter çalıştığımız." diye söylendi Speedy. Gözleri Alhambra'dan tarafa baktı. "Biraz daha devam edersem kötü iş çıkarmaya başlarım. Galiba sen benim çalışma odamı hiç görmedin, değil mi?"

Jack başını iki yana salladı.

"Bir şey içme vakti geldi, evlât. Tam vakti."

İskele boyunca, uzun adımlarla yürümeye başladı. Jack da onun peşine düştü. İskeleden inip otlar ve topraklar üzerinden binalara doğru ilerlerken Speedy'nin şarkı söylemeye başlaması Jack'i şaşırttı.

Gezgin Jack, bizim Gezgin Jack,

Yolu uzun onun, Dönüşü daha da uzun.

Tam şarkı söylemek de sayılmaz, diye düşündü Jack. Şarkıyla konuşma arası bir şeydi. Sözler olmasa, Speedy'nin kaba, güven dolu sesi pek zevk vermezdi insana.

Bir çocuk için çok uzun yol, Dönüşü daha da uzun.

Speedy omzu üzerinden ona pırıltılı bakışlarla baktı.

"Neden bana öyle isim taktın?" diye sordu Jack. "Neden Gezgin Jack oluyorum? California'dan geldim diye mi?"

Açık mavi bilet kulübesine varmışlardı. Tırmanan trenin dibindekine. Speedy ellerini tekrar ceplerine tıktı, topukları üzerinde döndü, omzunu mavi kulübeye dayadı. Hareketlerinin hızı ve güvenliği ona tiyatro sahne-sindeymiş gibi bir hava veriyordu. Jack'e sanki, o anda o soruyu soracağını Speedy önceden biliyormuş gibi geldi.

California'dan geldim diyor, Oraya döneceğini bilmiyor mu... diye şarkıya devam etti Speedy. Düşünceli bir heykele benzer suratmdaki ifade Jack'e biraz duygusuz geldi.

Onca yolu geldim diyor.

Zavallı Gezgin Jack geri dönmeye mecbur...

"Ne?" diye sordu Jack. "Geri dönmek mi? Annem galiba evi bile sattı. Ya da kiraya mı verdi ne... Ne demek istediğini anlamıyorum, Speedy."

Speedy buna şarkıyla cevap vermeyip normal konuşmaya dönünce Jack rahatladı. "Herhalde benimle daha önce karşılaştığını hatırlamıyorsun, değil mi Jack? Hatırlıyor musun?"

"Seninle daha önce mi karşılaştım? Nerede oldu bu?"

"California'da... yani... bana orasıydı gibi geliyor. Pek sandığın gibi de olmadı, Gezgin Jack. Çok yoğun bir iki dakikaydı... dur bakayım... dört-beş yıl önce olmalı. Bin dokuz yüz yetmiş altıda."

Jack ona afallamış gözlerle baktı. Bin dokuz yüz yetmiş altı, ha? Kendisi yedi yaşında olmalıydı o sıra?

"Gel, çalışma odama gidelim," dedi Speedy. Aynı ağırlıksız zarafetle kulübeye dayanıp doğruldu. Jack onu izledi. Tırmanan trenin sütunları arasından geçtiler, yerlere saçılmış boş bira tenekelerinin, şeker kâğıtlarının arasından ilerlediler. Trenin rayları başlarının üzerinde bitmemiş bir gökdelen inşaatına benziyordu. Speedy bir basketbolcunun zarafetiyle hareket ediyordu. Başı dik, kolları sarkıktı. Vücudunun oluşturduğu açı, adımlarını atışı çok gençti... sanki yirmi yaşında biriydi Speedy.

Derken tekrar güneş altına çıktılar. Geri dönen elli yıllık fark adamın saçlannı hemen kırlaştırdı, ensesine çizgiler ekledi. Jack ışığa çıkmadan duraladı. Speedy'nin bu esrarengiz gençleşmesi ona her zamanki hayal diyarın pek de uzakta olmadığını, çevrede dolaştığını fısıldıyordu.

Bin dokuz yüz yetmiş altı, ha? California, ha? Jack, Speedy'nin peşi sıra ilerledi. Yaşlı adam lunaparkın sınırına yakın yerdeki kırmızı kulübeye doğru gidiyordu. Jack emindi onunla California'da hiç karşılaşmadığından. .. ama hayallerinin o gözle görülebilecek kadar somut varlığı, ona o günlere ait bir başka olayı hatırlatıyordu. Altı yaşının sonlarındaki görüntüler ve duygular. Jack babasının bürosunda, kanapenin arkasında oyuncak otomobiliyle oynuyordu... babasıyla Morgan Amca birdenbire, hiç beklenmedik anda, hayal diyardan söz etmeye başlamışlardı. Bizde nasıl fizik varsa, onlarda da sihir var, tamam mı? Tarıma dayalı bir mutiakiyet. Bilim yerine sihir kullanıyor. Ama onlara elektrik verirsek ne fors kazanacağımızı düşünebiliyor musun? Modem silaJılan orada uygun kimselerin eline ulastı-rırsak? Düşünebiliyor musun?

O noktada biraz dur, Morgan. Benim aklımda öyle fıkirier var ki, daha sen düşünmemişsindir bile...

Jack babasının sesini neredeyse net biçimde duyabiliyordu. Tırmanan trenin dibindeki gölgelikte, hayallerin diyarı kıpırdar gibi oldu. Tekrar Spe-edy'nin ardından yürümeye başladı. Yaşlı adam kırmızı kulübenin kapışım açmış, sırtını kapının kanadına dayamış, gülümsemeksizin gülümsüyordu.

"Aklına bir şey takılmış, Gezgin Jack. Arı gibi beyninde vızlayan bir şey. Genel Müdür odasına gir de bana anlat bakalım."

O gülümseme biraz daha geniş, biraz daha belirgin olsa, Jack belki geri dönüp kaçardı. Alay edilme korkusu hâlâ pek yakınlarda dolanıyordu. Ama Speedy'nin tüm benliği, ilgi dolu bir konukseverlik yansıtmaktaydı. Yüzündeki derinleşen çizgilerin anlamı buydu. Jack onun yanından geçip kulübeye girdi.

Speedy'nin odası küçük bir dikdörtgenden ibaretti. İçi de dışı gibi kırmızıydı. Çalışma masası ve telefonu yoktu. Yerde iki turuncu portakal sandığı duruyordu. Duvara dayanmışlardı. Elektrik sobasının iki yanındaydı-lar. Soba prize takılmamıştı. Pontiac'ların '50 modellerindeki kaloriferlere benzer bir şeydi. Odanın orta yerinde tahtadan, sırtı yuvarlak bir okul sandalyesiyle bir de soluk gri koltuk duruyordu.

Koltuğun kolları sanki birkaç kuşak boyunca kediler tarafından para-lanmıştı. İçinin elyafı saç gibi her yana pırtlamış görünüyordu. Okul sandalyesinin arkasına kazılarak bir sürü harfler yazılmıştı. Iskarta eşyalar. Atıldığı yerden toplanmış. Bir köşede iki küme cep kitabı, otuz santim yüksekliğinde duruyordu. Öteki köşede ucuz bir pikap göze çarpmaktaydı. Speedy başıyla elektrik sobasını göstererek, "Buralara Ocak'ta, Şubat'ta gelirsen, bunu neden aldığımı anlarsın, evlât." dedi. "Soğuk! Brrr!" Ama Jack o sıra portakal sandıklarının üzerindeki duvara yapıştırılmış resimlere bakıyordu.

Bir teki hariç hepsi erkek dergilerinden kesilmiş çıplak kadın resimleriydi. Kafaları kadar koca göğüslü kadınlar, çıplak bacaklı kadınlar. Jack'e yüzleri hem ilginç, hem de iğrenç geldi. Sanki bu kadınlar önce onu öper, sonra etinden ısırarak et kopanrlarmış gibi. Bazıları annesinden genç değildi. Birkaçı da Jack'den birkaç yaş büyüktüler ancak. Jack'in gözleri bu ihtiyar dolu tenler üzerinde gezindi. Hepsinde. Gencinde, yaşlısında, pembesinde, kahverengisinde, şansında... Hepsi o dokunsun diye ileri fırlamak ister gibiydi. Speedy Parker'in yanmda durup kendisine baktığını kuvvetle hissediyordu. Derken çıplak resimlerin arasındaki manzara resmi ilişti gözüne. Bir an için soluk almayı bile unuttu.

O da fotoğraftı. O da Jack'e doğru uzanıyor gibiydi. Sanki üç boyutluydu. Upuzun, çimenlik bir alan, ilerdeki alçak dağlara doğru uzanıp gidiyordu. Yukarda gökyüzü saydam gibiydi. Biliyordu Jack o yeri. Oraya hiç gitmemişti aslında... ama biliyordu orayı. Hayallerdeki yerlerden biriydi orası.

"Göz alıyor, değil mi?" dedi Speedy. Jack birden nerede bulunduğunu hatırladı. Melez bir kadın, fotoğraf makinesine arkasını dönmüş, omzunun üzerinden ona gülümsüyordu. Evet, diye düşündü Jack. Speedy, "Çok güzel bir yer," dedi. "Onu ben kendim astım. Öteki kızlar, ben buraya taşındığımda vardı. Yırtıp çıkarmayı içim götürmedi. Bir bakıma bana gezginlik günlerimi hatırlatıyorlar."

Jack şaşkın bakışlarla Speed/ye baktı, ihtiyar adam ona göz kırptı.

"O yeri biliyor musun, Speedy?" diye sordu Jack. "Yeni nerede olduğunu biliyor musun?"

"Belki biliyorum, belki de bilmiyorum. Afrika olabilir... Kenya'da belki. Belki de ben öyle hatırlıyorumdur. Otur, Gezgin Jack. Rahat koltuğa geç"

Jack koltuğu çevirdi, hayal diyarı görebilecek gibi ayarladı. "O Afrika mı?"

"Belki de çok daha yakın bir yerdir. Belki gidilebilecek bir yerdir... istediğim anda. Yani insan çok görmek istiyorsa."

Jack birden titremekte olduğunu farketti. Bir süredir titriyordu hattâ. Ellerini yumruk yaptı, titreme bu sefer midesine geçti.

Hayal diyarı görmek istediğinden pek de emin değildi. Yine de Spe-edy'ye soru soran bakışlarla baktı. Yaşlı adam sandalyeye tünemişti. "Orası Afrika'da falan değil, değil mi?"

"Eh, bilemem. Olabilir de. Ben oraya kendim bir isim taktım, evlât. Oraya Diyar diyorum."

Jack tekrar resme baktı... upuzun gamzeli ova, alçak dağlar. Diyar. Doğruydu. Adı buydu.

Bizde nasıl fizik vaısa, onlarda da sihir var, tamam mı? Tanma dayalı bir mutlakiyet... modem silahlan uygun odamlara ulaştırsak... Morgan Amca plan kuruyordu. Babası da cevap veriyor, onu fren yapmaya zorluyordu: Oraya nasıl gireceğimiz konusunda dikkatli olmalıyız, ortak... unutma, borçluyuz onlara. Hem de gerçekten borçluyuz...

"Diyar," dedi Speedy'ye. Soru sormaktan çok, kelimenin tadına bakıyordu ağzında.

"Havası bir zenginin mahzenindeki en güzel şarap gibi. Yağmuru yumuşak. Öyle bir yer, evlât."

"Oraya gittin mi, Speedy?" diye sordu Jack. Dürüst bir cevap umuyordu.

Ama Speedy onu hayal kırıklığına uğrattı. Gülümsedi yaşlı adam. Bu seferki gerçek bir gülümsemeydi. Bir sıcaklık gölgesi değildi.

Bir an sonra Speedy konuştu. "Ben hiç Amerika Birleşik Devletleri'n-den çıkmadım, Gezgin Jack. Savaş zamanında bile. Gittiğim en uzak yer Teksas'la Alabama."

"Peki... diyarı nereden biliyorsun?" Kelime ağzına yeni yeni yerleşmeye başlamıştı.

"Benim gibiler her tür hikâyeyi dinler. İki başlı papağanları, kendi kanatlarıyla uçan insanları, değişip kurt olan insanları, kraliçelere ait hikâyeleri... Hasta kraliçelere."

...bizdeki fizik gibi, onlarda sihir, tamam mı?

Melekler, kurtlar. "Ben kurt hikâyesi çok duydum," dedi Jack. "Çizgi filmlerde bile var. Onun bir anlamı yok ki, Speedy."

"Belki de yok. Ama duyduğuma göre adamın biri yerden bir turp sök-se, yarım mil ilerdeki bir başka adam o turpun kokusunu alıyormuş. Hava o kadar tatlı ve duruymuş." "Ama melekler..." "Kanatlı adamlar."

"Ya, hasta kraliçeler," dedi Jack. Bunu şaka olarak söylemekti niyeti... sen burayı kafandan uydurdun, süpih-geli soytarı. Ama kelimeler ağzından çıktığı anda, kendini de pek hasta hissetmeye başladı. Martmın kara gözünün, midye etini koparırken kendisine nasıl fâniliği hatırlatırcasına baktığını düşündü. Sonra tüccar kafalı Morgan Amca'nın, "Kraliçe Lily'yi telefona çağırır mısın?" dediğini hatırladı.

B filmleri kraliçesi. Kraliçe Lily Cavanaugh.

"Evet," dedi Speedy alçak sesle, "Dert her yerde var, evlât. Hasta kraliçe... belki ölüyor hattâ. Ölüyor, evlât. Bir iki dünya da onu bekliyor. Acaba kimse onu kurtarabilir mi diye bekliyor."

Jack ona ağzı açık baktı. Sanki yaşlı hademe karnına bir tekme patlatmış gibi baktı. Onu kurtarmak mı? Annesini kurtarmak mı? Panik duygusu yakasına bir kere daha sarıldı... nasıl kurtarabilirdi kendisi onu? Bu çılgınca konuşmalar, annesinin gerçekten ölmekte olduğunu mu gösteriyordu otelde?

"Senin görevin var, Gezgin Jack." dedi Speedy ona. "Bu görev yakanı bırakmayacak, işin doğrusu da bu. Keşke öyle olmasaydı."

"Neden söz ettiğini anlayamıyorum." Jack'in sesi sanki boğazındaki sıcak bir torbaya girip kayboluyordu. Odanın bir başka köşesine baktı, orada duvara dayalı eski bir gitar gördü. Yanında da incecik bir şilte, rulo yapılmış duruyordu. Speedy gitarına yakın yerde yatmaktaydı.

"Acaba?" dedi Speedy. "Gün gelir, ne demek istediğimi anlarsın. Sandığından çok daha fazla şey biliyorsun."

"Ama ben..." diye başladı Jack, sonra birden sustu. Bir şey hatırlamıştı. Korkusu daha bile arttı. Geçmişin bir parçası daha saldırıyordu üzerine. Dikkatini çekmeye çalışıyordu. Vücudunu ince bir ter tabakası kapladı. Teni buz gibiydi. Sanki üzerine hortumla buhar püskürtmüşlerdi. İşte bu anıyı kafasından silmeye uğraşıyordu dün sabah. Asansörün önünde beklerken, tuvalete gitmek istediğine kendini bu yüzden inandırmıştı.

"Bir şey içme vakti geldi dememiş miydim?" diye sordu Speedy. Eğilip yerdeki döşemelerin oynak bir tahtasını kaldırdı.

Jack sıradan görünüşlü iki adamın annesini zorla arabaya bindirmeye uğraştıkları o sahneyi tekrar gördü. Tepelerinde koca bir ağacın dallan otomobilin üzerine sarkıyordu.

Speedy yer döşemesinin altındaki boşluktan bardak boyunda bir şişe çıkardı. Camı koyu yeşildi. İçindeki sıvı siyah gibiydi. "Bu sana yardım edecek, yavrum. Bir tatman yeter... seni yepyeni yerlere yollayacak, sözünü ettiğim şeyi bulmak için bir başlangıç yaptıracak."

"Kalamam, Speedy," diye patladı Jack. Alhambra'ya bir an önce dönebilmek için büyük bir sabırsızlık başgöstermişti içinde. Yaşlı adam, yüzündeki şaşkınlık ifadesini belirgin bir hareketle kontrol altına aldı, sonra şişeyi tekrar döşemenin altına koydu. Jack ayağa kalkmıştı bile. "Kaygılıyım," dedi.

"Annen için mi?"

Jack başını salladı, geri geri, açık duran kapıya yanaştı.

"O halde git onu gör, kafanı rahatlat. Buraya istediğin zaman gelebilirsin, Gezgin Jack."

"Peki." dedi çocuk. Ama dışarıya doğru koşmadan önce bir an kararsız kaldı. "Sanıyorum..." dedi. "Sanıyorum daha önce nerede karşılaştığımızı hatırladım."

"Yoo, hayır, benim kafam karışmış," diye başını iki yana salladı Speedy. Ellerini de kaldırmış, sağa sola sallıyordu. "Sen haklıydın. Geçen haftadan önce hiç karşılaşmadık ikimiz. Sen git annene bak, kafanı rahatlat."

Jack kapıdan fırladı, boyutu olmayan güneş ışığının altında, lunaparkın yuvarlak kapı kemerinden geçip sokağa çıktı. Geçerken tepesinde IKRAPANUL AIDACRA yazılarını görebildi. Geceleri bu yazıyı ışıklandırıyorlar, parkın adı iki yandan da doğru okunabiliyordu. Ayağındaki Nikes pabuçların altında tozlar uçuştu. Jack kaslarını zorladı, daha hızlı hareket etmeye çalıştı. Öyle ki, kapının altından dışarı fırladığında kendini uçuyor sandı.

Bin dokuz yüz yetmiş altı. Jack o gün Rodeo Caddesinde yürüyordu. Haziran ayında bir öğleden sonra. Yoksa Temmuz mu?., herhalde kurak mevsimde bir öğleden sonra. Ama herkesin tepelerde çıkabilecek kuru çayır yangınları için kaygılanmaya başlama mevsiminden önceydi yine de. O gün nereye gitmekte olduğunu hatırlayamıyordu Jack. Bir arkadaşının evine mi? Acelesi olan bir iş değildi herhalde. Hatırladığı şey, artık her an babasının hayaliyle karşılaşmaktan vazgeçtiğiydi. Philip Savvyer'in av kazasında ölümünden sonra, gölgesi uzun süre Jack'in en beklemediği zamanlarda karşısına çıkar olmuştu. Jack henüz yedi yaşındaydı. Ama çocukluğunun bir kısmının kendisinden çalınmış olduğunu biliyordu. Altı yaşındaki hali şimdi gözüne inanılmayacak kadar saf ve kaygısız görünüyordu. Ama annesinin gücüne güvenmesini öğrenmişti. Şekilsiz ve vahşi tehditler artık karanlık köşelerde, yarı açık dolaplarda, loş sokaklarda, boş odalarda pusu kurup üzerine atılmaya çalışmıyorlardı.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə