Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə7/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   55

Jack, Speedy'nin sözlerine öyle dikkat ediyordu ki, gözlerini kısarak bakıyordu yaşlı adamm yüzüne. Yaralı adam. Dış muhafızlar Yüzbaşısı. Kraliçe. Morgan Sloat yamyam gibi peşinde. Ülkenin öbür ucunda, kötü, korkunç bir yerde, bir yük. "Peki," dedi. Keşke yine çayhanede annemle kahvaltı ediyor olsaydım, diye düşündü.

Speedy sıcacık gülümsedi. "Evet Gezgin Jack, tamam." Gülümseme daha da derinleşti. "Geçişi yapma zamanın geldi, ha?"

"Herhalde." Koyu renk şişeyi arka cebinden çekti, kapağını açtı. Tekrar Speedy'yp baktı. Onun solgun gözleri Jack'inkilere çakılmıştı.

"Speedy elinden geldiğince sana yardım edecek."

Jack başını salladı gözlerini kırpıştırdı, şişeyi ağzına doğru kaldırdı. O tatlı, çürümüş koku boğazında isteği dışında bir spazm yarattı. Şişeyi daha kaldırdı, tad ve koku ağzını doldurdu, midesi kasıldı. Yutkundu, o kaba, yakıcı sıvı boğazına döküldü.

Jack gözlerini açmadan saniyelerce önce, çevresindeki kokuların zenginliğinden ve duruluğundan, Diyar'a geçmiş olduğunu anladı. Atlar, çimenler, baş döndüren bir çiğ et kokusu; toz; bir de o berrak havanın kendisi.

Ara Bölüm

SLOAT BU DÜNYADA (I)
"Çok fazla çalıştığının ben de farkındayım," dedi Morgan Sloat oğluna o akşam. Telefonda konuşmaktaydılar. Richard yatakhane koridorunda-ki telefonun başındaydı. Babası ise, Sawyer Sloat bürosunun en üst katındaki odasında, çalışma masasının başındaydı. Beverly Hills'deydi büro. "Ama bak, sen sen ol da unutma, evlât, bazı şeyler vardır ki, doğru dürüst yapılmasını istiyorsan kendi elinle yapman gerek. Özellikle de müteveffa ortağımın ailesi söz konusu olduğu zaman. Umarım kısa bir yolculuk olacak. New Hampshire'de yapılacak her şeyi bir hafta dolmadan bitirebilece-ğimi sanıyorum. Bitince seni yine ararım. Belki California'da bir tren gezisi yaparız. Eski günlerdeki gibi. Adalet yine yerine gelecek. Güven yaşlı babana."

Bu binanın kontratı özellikle tatlı bir iş olmuştu. Bu da yine Mor-gan'ın her şeyi kendi yapma hevesi sayesinde böyleydi. Sawyer'le ikisi önce kısa süreli bir kira anlaşması koparmışlar, sonra dizi dizi davalar sonucu onu uzun vadeli kira kontratına çevirmeyi başarmışlardı. Oturup binanm metrekare kirasını hesaplamış, gerekli değişiklikleri yapmış, kısım kısım yeni kiracılara vermek üzere ilânlar vermişlerdi. Binada eski kiraa olarak bir tek giriş katındaki Çin lokantası kalmıştı artık. Metrekare değerinin çok altında bir kira ödüyordu. Üçte biri kadar bir şey hemen hemen.

Sloat onunla mantıklı konuşmaya çalışmıştı ama, adam kendisinden daha yüksek kira sızdırmak istediklerini anlayınca, birden İngilizce bilmez, anlamaz oluvermişti. Sloat'un onunla anlaşma çabalan birkaç gün kör topal uzamış, derken günün birinde, çıraklardan birinin arkadaki mutfak kapısından bir kova yağı arkadaki çöp avlusuna çıkarmakta olduğunu görmüştü. Bir anda kendini daha iyi.hissetmeye başlayan Sloat adamı izlemiş, yağı oradaki çöp variline boşalttığını da görmüştü. Daha fazlasına ihtiyacı yoktu. Ertesi gün, arka avluyu lokantadan ayıran bir çit dikildi, bir sonraki gün de Sağlık Bakanlığının ihbar almış müfettişleri Çinlinin burnuna celbi dayadılar. Bundan sonra çıraklar her türlü çöp ve artığı, bu arada yağlan, lokantanın içinden geçirip ön kapıdan çıkararak Sloat'un yeni yaptırdığı çöp yerine götürmek zorunda kalıyorlardı. Yeni çöp yeri lokantaya fazla yakındı. Müşteriler tavsamaya başladı. Yemek yerken burunlanna çöp kokuları gelir olmuştu. Dükkânın sahibi ingilizce bilgisini yeni baştan hatırladı, kirayı iki katına çıkarmayı teklif etti. Sloat ona, ses tonu minnet yansıtan, ama anlamı olmayan bir konuşmayla cevap verdi. O gece üç kadeh martini içtikten sonra arabasına atlayıp evinden lokantaya geldi, bagajdan bir beyzbol sopası çıkardı, bir zamanlar sokağa bakan, şimdi ise çöp varillerine bakan kocaman camlan kınp parçaladı.

Evet, bütün bunları yapmıştı ama, aslında onlan yaptığı zaman henüz Sloat, Sloat değildi.

Ertesi sabah Çinli bir görüşme daha istedi, bu sefer kirayı dört katına çıkarmayı teklif etti. "İşte şimdi adam gibi konuştun," dedi Sloat ona. "O halde şöyle yapalım. Ekip ruhu yaratmaya katkısı olsun diye, camınızın takılma giderlerinin yansını biz karşılayalım."

Sawyer ve Sloat'un binayı ele geçirmesinden dokuz ay sonra tüm kiralar adamakıllı artmış, başlangıçta yaptıklan maliyet-kâr tahminleri kötümser görünmeye başlamıştı. Bugün artık bu bina işi Sawyer ve Slo-at'm en mütevazi işleri arasmda kalmıştı ama, Morgan yine de, yeni yaptıklan modern binalara rağmen, burayı gördükçe gurur duyuyordu. Ne zaman o kendi diktirdiği çitin önünden geçse, şirkete ne kadar katkısı olduğunu hatırlıyor, şimdiki taleplerinin ne kadar mantıklı olduğuna bir kere daha hak veriyordu!

İsteklerinin âdil olduğu yolundaki bu duyguyu Richard'la konuşurken de hissetmekteydi. Zaten Phil Sawyer'in hisselerini devralmak istemesi Richard için değil miydi? Richard bir bakıma Morgan'm ölümsüzlüğünü temsil ediyordu. Oğlu önce en iyi iş idaresi okullarını bitirecek, hukuk masteri yapacak, ondan sonra şirkete gelecekti. Bu hazırlıklarla donanmış olarak, Richard Sloat artık firmanın tüm girift ve duyarlı işlerini gelecek yüzyıla aktaracaktı. Çocuğun kimyager olmak konusundaki o gülünç hevesi, asla babasının kararlılığı karşısında dayanamazdı. Richard babasının işinin çok daha ilginç olduğunu anlayacak kadar akıllı bir çocuktu. Test tüplerinin başmda uğraşmaktan çok daha kazançlı olduğu da ayn. Bu 'araştırma kimyageri' olma hevesi çabuk geçecekti! Gerçek dünyaya bir kere bakması yetecekti. Eğer Richard, Jack Sawyer'in hakkını yememe konusunda kaygı duyarsa, o zaman da ona yılda ellibin dolarla üniversite eğitiminin, âdil olmak bir yana, pek cömert bir teklif olduğu anlatılabilirdi. Harika bir teklifti bu. Zaten Jack'in bu işi isteyeceği, ya da yapacak yeteneğe sahip olacağı belli miydi?

Beri yandan, kazalar da olmadık şeyler değildi. Jack Sawyer'in yirmi yaşına varabileceğini bile kim garanti edebilirdi ki?

"Aslında mesele tüm formaliteleri, sahiplik anlaşmalarını düzenli hale getirmek," dedi Sloat oğluna, "Lily epeydir benden kaçıyor. Beyni iyice peynire döndü, inan bana. Bir yıl daha yaşayacağını sanmıyorum. Şimdi yerini bulduğuma göre gidip onu görmezsem, işi savsaklar, paralan bir vesayet vakfına falan devreder, kontrolünü da bana vermez bakarsın. Bak, kendi dertlerimle senin canım sıkmak istemem. Yalnızca birkaç gün evde olmayacağımı haber vermek istedim. Belki telefon edersin diye. Bana mektup falan yaz. Geziyi de unutma, tamam mı? California tren yolculuğunu bir kere daha yapmamız şart."

Çocuk mektup yazacağına söz verdi, çok çalışacağına söz verdi, babası için, Lily Cavanaugh için. Jack için kaygılanmayacağına söz verdi.


Bu söz dinler evlât gün gelip Stanford ya da Yale gibi büyük bir üniversitenin son sınıfına vardığında Sloat ona Diyar'ı da gösterecekti. Ric-hard'ın o zaman yaşı, vaktiyle Sloat'un Diyar'la ilk tanıştığı yaştan altı yedi yaş daha küçük olacaktı. (O zamanlar daha Kuzey Hollywood'daki ilk bürolanndaydılar. Phil Sawyer ortağına anlatıyor, Sloat önce şaşırıyor, sonra kızıyordu. Phil'in için için kendisiyle eğlendiğinden emindi çünkü. Daha sonra ilgilenmeye başlamıştı ama. Phil'in başka bir dünyayla ilgili bunca kurgu bilim zırvalığını kendi kendine uyduramayacağını hissetmişti. Sonunda Richard da Diyar'ı görünce, o zamana kadar fikrini değiştirmemişse bile, o zaman değiştirecekti. O dünyaya bir bakmak bile insanın bilim adamlarına olan o sarsılmaz güvenini yerle bir etmeye yeterdi.

Sloat avucunu dazlak kafası üzerinden kaydırdı, sonra bıyıklarım elledi. Oğlunun sesini duymak onu anlaşılmaz bir biçimde rahatlatmıştı. Richard o terbiyeli 'adımlarıyla kendisini" izlediği sürece her şey yolunda demekti. Springfield-Illinois'de şu sıra gece bastırmıştı artık. Richard Sloat, Thayer Okulunun Nelsön binasında, yeşil koridordan yürüyor, kendi çalışma masasına gidiyor olmalıydı. Belki babasıyla geçirdikleri ve geçirecekleri güzel günleri düşünüyor, belki babasının California kıyısındaki özel demiryolunu hatırlıyordu. Babasının bindiği jet yüzlerce mil kuzeyden geçerken, Morgan Sloat yine de pencereden bakacak, bulutların aralanıp mehtabın manzarayı göstermesini dileyecekti.

Morgan hemen işinden çıkıp evine gitmek istiyordu. Evine kadar yol yarım saat sürmezdi. Kıyafetini değiştirir, bir şeyler yer, belki biraz kokain çekmeye bile vakit bulurdu havaalanına gitmeden önce. Ama daha önce Marina'ya uğraması şarttı. Orada bir müşteriyle konuşacaktı. Fıttırmıştı adam. Toplum hayatından çekilmek üzereydi. Ondan sonra da, yeni Sawyer Sloat projesinin körfezi kirlettiğini ileri süren dernek üyeleriyle bir toplantı yapması gerekiyordu. Bu tür işleri ertelemek olmazdı. Gerçi Sloat kendi kendine, Lily Cavanaugh ve oğlu konusunu halleder etmez, müşterilerden bazılarını tasfiye edeceğine dair sözler, kararlar vermişti. Artık büyük işlerle meşgul olacaktı o. Koskoca dünyaların komisyonculuğunu yapacaktı bundan böyle. Payı da yüzde on düzeyinde kalmayacaktı. Şimdi geriye bakınca, Phil Sawyer'e nasıl olup da bu kadar uzun süre dayanabildiğim anlayamıyordu. Ortağı hiçbir zaman kazanmak için oynamazdı. Ciddi değildi o açıdan. Kafasında sadakat, onur gibi birtakım duygusal kavramlar dolaşırdı. Çocukları büyütürken yarı uygar hale getirmek, gözlerindeki bağı açmadan önce onları saygınlığa hazırlamak için söyleyip durduğumuz zırvalara inanırdı gerçekten. Şimdiki uğraşıları gerçi maddesel görünüyordu ama, Sawyer'lerin kendisine çok şey borçlu olduklarını hissediyordu hep. Ne kadar borçlu olduklarını düşünürken hazımsızlığı göğsünde bir kalp krizi gibi hissetti. Güneşli park yerinde arabasına doğru yürüyor, buyandan cebinden bir hazım ilacı çıkarıp ağzına atıyordu.

Phil Sawyer azımsamıştı onu. Acısı hâlâ içinden çıkmıyordu. Phil onu, kafesinden ancak gerektikçe çıkarılabilecek evcilleştirilmiş bir çıngıraklı yılan olarak görürdü. Başkaları da öyle görürdü. Park bekçisi, kovboy şapkasımn kenarı altından onu süzüyordu. Sloat arabasınm çevresinde döndü, çizik veya çarpma izi aradı. Hazım ilacı erimiş, yemek borusunu alev alev yakıyordu. Boynu iyice terlemeye başladı. Park bekçisi onunla şakalaşılamayacağını bilirdi. Daha iki hafta önce, BMW'sinin kapısında bir çizik buldu diye tam anlamıyla canına okumuştu Sloat adamın. Azarladıkça bekçinin yeşil gözlerinde bir vahşi saldırganlığın tutuşmasını seyrediyor, daha üsteliyor, acaba bana karşı bir hareket yapar mı diye zevkle bekliyordu. Sonunda bekçi kendini tutamamış, çok zayıf bir sesle, belki de çiziğin başka bir yerde olduğunu önermişti. Lokanta otoparklarında falan. Işık da iyi değildi oralarda. Belki Sloat görememiş olabilirdi.

O zaman Sloat ona, "kapa kokmuş ağzım," demişti. "Küçümsediğin bu çiziği tamir ettirmek bana senin haftalığının iki katına patlayacak. Seni şu an kovmam gerekirdi, itoğlu. Kovmayışımın tek nedeni, yüzde iki ihtimalle belki de haklı olabilirsin diye. Dün gece Chasen'den çıktığında belki de kapı kulpunun altma bakmamışımdır. Belki bakmışımdır, belki bakmamışımda-. Bu yüzden kovmuyorum seni. Ama bir daha bana "Günaydın, Bay Sloat" ve "Güle güle Bay Sloat"dan başka lâf edersen kendini kapının dışında bulur, neye uğradığını şaşırırsın." İşte bu yüzden bekçi şimdi onun arabayı inceleyişini seyrediyor, güle güle demek için bile yanaşmayı göze alamıyordu. Sloat bazen pencereden adamın arabada bir yeri deliler gibi, ova ova sildiğini, kuş pisliklerini temizlediğini, çamurları yok ettiğini görüyordu. İşte yöneticilik demek bu demekti zaten.

Otoparktan çıkarken dikiz aynasında bekçiye baktığında, adamm suratındaki ifadenin Phil Sawyer'in ölürkenki ifadesine pek benzediğini gördü. Utah'daki o bomboş arazide ölürkenki ifadesine. Uzaklaşırken kendi kendine gülümsüyordu.

* * *

Philip Sawyer, Morgan Sloat'u daha ilk tanışmalarından başlayarak hep azımsamıştı. O zaman daha Yale'in birinci sınıfındaydılar. Belki de beni azımsamak kolaydı da ondan, diye düşündü Morgan. Akron'dan gelme, şiş suratlı, şişman, taşralı bir safteron. Ohio'dan ömründe ilk defa ayrılıyordu. Arkadaşlarının New York'dan rahat rahat söz edişlerini, "21"den, "Stork Klüp"den, Brubeck'den. Errol Garner'den konuşuşlarını dinlerken cehaletini saklamak için az mı ter dökmüştü? Elinden geldiği kadar rahat bir ifadeyle, "Ben kentin aşağı kısmım seviyorum," diye lâfa kanşmıştı bir keresinde. Bunu söylerken avuçları sırılsıklam, yumrukları sıkılıydı. (Sabahlan uyandığında Morgan genellikle avucunda kendi tırnaklarının izlerini bulurdu hep.) Tom Woodbine o zaman ona, "Hangi aşağı kısmı, Morgan?" diye sormuştu. Ötekiler kıkırdaşrrfışlardı tabii. "Broadway ve Village gibi yerler işte." Yine gülüşmüşlerdi çocuklar. Hem de daha hızlı. Morgan yakışıklı değildi. Şık da değildi. Gardrobu iki elbiseden oluşuyordu. İkisi de koyu gri, ikisi de korkuluk omuzluydu. Saçları daha lisedeyken dökülmeye başlamıştı. Kısa saçlanmn arasından kafasının pembe derisi gözüküyordu.



Yo, güzellikten eser yoktu Sloat'da. Nedenlerin birazı da ondan kaynaklanıyordu. Yumrukları hep sıkılıydı. Sabahlan avucunda bulduğu o çürükler ruhunun bir fotoğrafı gibiydi. Öteki çocuklar gösterişe önem veriyorlardı. Sawyer gibi onların da profilleri iyi, mideleri sarkmamış, davranışları rahat ve güvenliydi. Hepsi koltuklara gömülmüş, ayaklarını koltuğun kolu üzerinden atmış otururlarken, Morgan elbisesi buruşmasın diye ter içinde ayakta dururdu. Çevrede kaşmir kazaklar, omuzlara atılıp bağlanırdı. Kimi aktör, kimi oyun yazan, kimi şarkı yazarı olacaktı bu gençlerin. Sloat baştan beri kendini yönetmen olarak görürdü. Hepsini ancak kendisinin çözebileceği karmaşık işlere dolaştıracaktı o.

Sawyer'le Tom Woodbine oda arkadaşıydılar. İkisi de Sloat'un gözüne hayallere sığmayacak kadar zengin birileri gibi gözüküyorlardı. Woodbi-ne'ın tiyatroya ilgisi orta karardı. Drama derslerine gelişi, gruba katılışı, Phil orada diyeydi. Özel okuldan gelme bir genç olan Thomas Woobine'in diğerlerinden bir farkı da, çok ciddi ve çok açık sözlü bir çocuk olmasıydı. Hukukçu olmak niyetindeydi. Daha şimdiden bir yargıç için gerekli dikkat ve tarafsızlığa da sahip gibiydi. (Onu tanıyanların çoğu, sonunda Yüksek Mahkeme üyesi falan olacağına inanırlar, kendisi bundan pek utanırdı.) Woodbine aslında Sloat'un ölçülerine göre yeterince ihtiraslı bir insan değildi. İyi yaşamaktan çok, doğru yaşamaya önem verirdi. Ama tabii onun her şeyi vardı. Kazara bir şeyi eksikse, diğer insanlar onu da ona hemen veriyorlardı. Gerek doğanın, gerekse dostların bu kadar şımarttığı biri nasıl ihtiraslı olabilirdi ki? Sloat ondan hemen hemen bilinç dışı olarak nefret etmekteydi. Bir türlü onu 'Tommy" diye çağıramıyordu.

Yale'deki dört yıllan boyunca Sloat iki oyunun yönetmenliğini yaptı. Biri "Çıkış Yok" adlı bir oyundu. Okul gazetesinin eleştirisinde, "Öfkeli bir karmaşıklık" diye değerlendirilmişti. İkincisi de "Volpone "du. Gazete onunla ilgili olarak, "Fır dönen, alaya, karanlık, inanılmaz derecede kirli," demişti. Bu niteliklerin çoğundan Sloat sorumlu tutuluyordu. Belki de yapı olarak yönetmen değildi aslında. Görüşü fazla yoğun ve kalabalıktı. Bu durumda, ihtirası azalmadı ama, yön değiştirdi. Madem ki yeri kameranın arkası değildi o da kameramn karşısındaki insanların arkasında olurdu. Phil Sawyer de böyle düşünmeye başlamıştı. Zaten Phil tiyatro sevgisinin sonunda kendisini nereye götüreceğini bilemeyen biriydi. Belki yazar ve aktörlerin ajanı olarak başarılı olabileceğini düşünüyordu. Son sınıftayken bir gün Phil, Sloat'a, "Haydi, Los Angelefs'e gidelim, bir acentelik kuralım," dedi. "Delice bir fikir, annemiz, babamız çok kızacak ama, belki de yürütürüz. İki yıl aç kalacaksak, kalalım bakalım."

Phil Sawyer'in aslmda zengin olmadığını Sloat ilk yıl öğrenmişti zaten. Yalnızca görünüşü öyleydi.

"Paramız yettiği zaman Tommy'yi avukatımız olarak tutarız. O zamana kadar o da hukuku bitirir."

"Evet, tabii," demişti Sloat. Buna vakti gelince engel olmayı hesaplıyordu. "Adımız ne olacak?"

"Ne istersen. Sloat ve Sawyer iyi mi? Yoksa alfabeye göre mi gidelim?"

"Sawyer ve Sloat, tabii, daha iyi. Alfabetik düzen." demişti Sloat. İçin için kuduruyordu. Ortağının onu şimdiden ikinci plana ittiğini hissediyordu.

İkisinin de annesi, babası bu fikri hiç tutmadı. Phil'in tahmini doğru çıktı. Yeni ortaklar elden düşme bir DeSoto'yla (Morgan'mdı araba... Sawyer'in kendisine neler borçlu olduğunun bir kanıtı daha) Los Angeles'e doğru yola çıktılar. Kuzey Hollywood'da bir büro tutup orayı fareler ve pirelerle paylaşarak klüplere gitmeye, kartvizit dağıtmaya başladılar. Bir şey çıkmadı. Dört aylık bir süre bomboş geçti. Ellerinde komik olabilmek için içen bir komedyen, yazı yazamayan bir yazar, parayı nakit isteyen bir striptizci vardı. Derken bir gün öğleden sonra marihuana çekip viski içerlerken, Phil Sawyer kıkır kıkır gülerek Sloat'a Diyar'dan söz etti.

"Ben neler yapabiliyorum, biliyor musun, muhteris kerata? Gezginim ben, ortak. Hem tâ nerelere kadar gidiyorum."

Artık ikisi de gidip gelmeye başlamışlardı öteye. Kısa süre sonra Phil Sawyer bir partide genç bir aktrist buldu, bir saat sonra da ilk önemli müşterilerini kazanmış oldular. Kızın üç de arkadaşı vardı. Onlar da ajanlanndan memnun değildiler, içlerinden birinin erkek arkadaşı doğru dürüst bir film senaryosu yazmıştı. Bir ajana ihtiyacı vardı. Onun da bir arkadaşı vardı... Üçüncü yıllan dolmadan yeni bir büro, kendilerine birer daire tuttular, Hollywood, pastasmın bir dilimini ,ele geçirdiler. Diyar, Sloat'un kabullendiği, ama hiçbir zaman anlayamadığı bir biçimde, kutsamıştı onları. Uğur getirmişti.

Müşterilerle Sawyer uğraşıyor, Sloat para işlerine, yatırımlara, acenteliğin ticaret kısmına bakıyordu. Sawyer parayı harcamak zorundaydı. Öğle yemekleri, uçak biletleri... Sloat ise saklıyordu. Bu da ona, birazını cebe atma hakkını veriyordu. Şirketi yeni yeni alanlara iten hep Sloat'tu. Emlâk komisyonculuğu, müteahhitlik, imalât anlaşmaları. Tommy Woodbine, Los Angeles'e geldiğinde, Sawyer ve Sloat artık beş milyon dolarlık bir şirket olmuştu.

Sloat eski sınıf arkadaşından hâlâ nefret etmekte olduğunu gördü. Tommy Woodbine onbeş kilo almıştı. Lacivert yelekli takımlarıyla, görünüşü olsun, davranışı olsun, yargıçlara her zamandan çok benziyordu. Yanakları her zaman biraz kırmızıydı (alkolik mi acaba? diye merak ediyordu Sloat), nezaketi, kibarlığı, düşünceli hali bir başkaydı. Dünya onun üzerinde birtakım izler bırakmıştı. Göz uçlarında bilgece minik çizgiler, gözlerde bir temkinlilik. Sloat bir anda anladı. Phil Sawyer'in, kendisine söylenmedikçe durumu asla kavrayamayacağını biliyordu, Tommy Woodbine'in dev bir sırrı vardı. Ne kadar parlak bir genç olursa olsun, Tommy Woodbine aslında homoseksüeldi. Belki o kendine 'şen' derdi. Bu durum her şeyi kolaylaştırabilirdi. Nitekim sonunda Tommy'den kurtulmayı da kolaylaştırmıştı.

Sapıklar sık sık öldürülürdü, değil mi ya? Hem yeni yetme bir çocuğun yetiştirilme sorumluluğunu yüz otuz kiloluk bir sapığa bırakmayı kim isterdi? Phil Sawyer büyük bir hata yapmış, Tommy'yi servetinin yöneticisi, oğlunun vasisi tayin etmişti ama, bir bakıma Sloat, Phil'i bu yanlış kararın acı sonuçlarından kurtarmış oluyordu. Katiller Diyar'dan getirilmişti. Çocuğun kaçırılma işini yüzlerine gözlerine bulaştıran o iki kişiydi yine. Kaçarken bir kırmızı ışıktan geçmişler, yurtlarına dönemeden neredeyse tutuklanma tehlikesiyle yüzyüze gelmişlerdi.

Sloat belki bininci kere olarak, keşke Phil Sawyer hiç evlenmese işler ne kadar daha kolay olurdu, diye düşündü. Lily olmasa, Jack de olmazdı. Jack olmasa, sorunlar da olmazdı. Sloat, Lily Cavanaugh'nun önceki hayati konusunda ayrıntılı raporlar derlemiş, Phil belki onlara hiç bakmamıştı bile. Raporlarda ne kadar süre kiminle olduğu falan hep yazılıydı. Bir baksa, o aşkı bir anda, kamyonetin Woodbine'i öldürdüğü gibi öldürmek işten değildi. Belki de okumuştu da, yine etkilenmemişti Phil. Lily Cavana-ugh ile evlenmeyi istiyordu çünkü. Evlenmişti de. Lanet olası ikizlisi de Kraliçe Laura'yla evlenmişti. Yine bir azımsama. İkisi de aynı sona varmışlardı. Hak etmişlerdi.

Sloat memnundu. Bu durumda bir iki ayrıntı daha çözümlenirse her şey yoluna girecek demektir, diye düşündü. Bunca yıldan sonra! Arcadia Plajından döndüğünde, Sawyer ve Sloat şirketi çantada keklik olacaktı artık onun için. Diyar'da da durum buna benziyordu. Orası da Morgan'm kucağına düşmeye hazırdı. Kraliçe ölür ölmez, ülkeyi kocasının eski vekili yönetmeye başlayacaktı. Kendisinin (ve Sloat'un) istediği tüm ufak değişiklikleri getirecekti. O zaman akmaya başlayacaktı paralar işte! Sloat, Marina del Rey yoluna saptı. Yalnız para değil, her şey akıp gelecekti o zaman!

Müşterisi Asher Dondorf, Marina'nm biraz ilerisinde, bir kondo'nun alt kısmında oturuyordu. Eski bir karakter artistiydi. Yetmişli yılların sonlarında şaşılacak kadar çok rol almış, televizyon dizilerinde de iyice tanınmıştı. Sevimli genç dedektif çiftin ev sahibi rolünde o vardı. Yazarlar onun rolünü arttırdıkça, Dandorf daha çok seyirci mektubu almaya başlamıştı. Genç dedektif çiftin manevi babası gibi olmuştu artık. Bir iki cinayeti ona çözdürüyorlar, onu da tehlikelerle yüzyüze getiriyorlardı. Maaşı iki katına çıktı, sonra üç kat, dört kat oldu, altı yıl sonra dizi son bulunca da tekrar sinemaya döndü. Sorun işte o zaman patladı. Dandorf kendini yıldız sayıyordu ama, stüdyolar ona karakter oyuncusu gözüyle bakıyorlardı. Tutulan biri olmakla birlikte, projelerde gerçek ağırlığı olamaz, diyorlardı. Dandorf soyunma odasma çiçekler yollanmasını, ona özel kuaför, özel diksiyon hocası tutulmasını bekliyor, daha fazla para, daha fazla saygı, daha fazla sevgi istiyordu. Oysa Dandorf da iş yoktu.

Sloat arabasını parkedip indi, kapıyı kaldırıma sürtmemeye özen gösterdi. Bir karara varmıştı Sloat son günlerde. Şu birkaç gün içinde, Jack Sawyer'in Diyan'ı bildiğini öğrenir, ya da bundan kuşkulanırsa, öldürecekti çocuğu kesinlikle. Bazı rizikolar kabul edilemezdi.

Kendi kendine gülümsedi, ağzına bir sindirim hapı daha attı, kondo'nun kapışım vurdu. Şimdiden biliyordu zaten. Asher Dondorf nasılsa kendini öldürecekti. Bunu evinin salonunda yapacak, mümkün olduğu kadar şatafatlı olmasını sağlayacaktı. Pis bir ölümün, ipoteğini elinde tutan bankaya karşı bir intikam olduğunu sanıyordu salak. Dandorf solgun suratı, titreyen'elleriyle kapıyı açtığında Sloat'un sıcak selâmı gerçekten içten gelmeydi.

İKİNCİ KİTAP


DENEYLER YOLU

Bölüm: 6


KRALİÇENİN PAVYONU
1

Jack'in gözlerinin hemen önündeki testere dişli otlar kılıç gibi uzun ve dik görünüyordu. Bunlar rüzgârda eğilmez, rüzgârı keserdi. Jack başını kaldırırken inledi. Bu otlardaki kibir onda yoktu. Midesi su dolu gibiydi. Alnı, gözleri yanıyordu. Kendini itip dizleri üzerinde doğruldu, zorlanarak ayağa kalktı. Tozlu yolda upuzun bir at arabası ona doğru geliyordu. Arabacı sakallı, kırmızı suratlı bir adamdı. Arabada taşıdığı fıçılann biçimine çok yakın bir vücudu vardı. Jack'e bakıyordu. Jack başını salladı, başıboş dolaşan bir çocuk izlenimi yaratmaya çalıştı. Ayağa kalkınca artık midesinin bulanması geçmişti. Hattâ Los Arıgeles'ten ayrıldığından bu yana kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti galiba. Yalnızca sağlıklı değil, uyumlu, vücuduyla akortlu gibiydi. Buranın ılık, tatlı havası yüzünü okşadı. Ne güzel kokuyordu hava... çiçek kokuluydu. Çevredeki çiğ et kokusunun altından, o çiçeksi niteliği yine de belli oluyordu. Jack ellerini yüzünden geçirdi, arabacıya baktı. İlk defa buranın bir yerlisini görüyordu.

Arabacı ona bir şey söylerse ne diyecekti? Acaba ingilizce mi konuşuyorlardı ki burada? Onun alıştığı İngilizceden mi? Ya Ortaçağdaki kraliyet İngilizcesini falan konuşuyorlarsa? Böyle bir şey olursa dilsiz rolü yapmaya karar verdi.

Arabacı sonunda gözlerini Jack'den ayırdı, atlanna dilini şaklattı. Çıkardığı ses pek İngilizceye benzemiyordu. Ama belki yalnız atlara böyle deniyordu burada. Jack otlar arasında geriledi. Adam ona tekrar baktı, başıyla selâm verdi, Jack şaşırdı. Adamın hareketi ne dostça, ne de düş-mancaydı. Yalnızca eşitler arasında bir iletişimdi. Paydos saati gelse sevineceğim, arkadaş, dermiş gibi bir şey. Jack de selâm verdi. Ellerini ceplerini sokmaya çalıştı, bir an şaşkınlık onun aptal gibi gösterdi. Arabacı güldü. Gülüşünde bir tatsız yan yoktu.

Jack'in kıyafeti değişmişti. Ayağında fitilli kadife pantolonu yerine, yünlü kumaştan, epey sert dokunmuş, bol bir pantolon vardı. Üstünde ise mavi kumaştan bedene oturmuş bir ceket göze çarpıyordu. Ceketin önü düğme yerine kumaştan kanca ve iliklerle kapanıyordu. Tıpkı pantolon gibi bu da belli ki elde dikilmişti. Ayağındaki Nikes'ları da gitmiş, yerine deriden sandaletler gelmişti. Sırt çantası, ince bir askıyla omuza geçen deri bir torba olmuştu. Arabacı da tıpkı bu tür bir kıyafet içindeydi. Onun ceketi deridendi. Çok lekeliydi. Öyle ki, artık halka içinde halkalar oluşmuş, ağaç gövdelerinin kesitini andırıyordu.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə