Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə4/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

O amaçsız yaz öğle sonrasındaki olaylar onun bu geçici huzurunu öldürmüştü. 1976'nın o gününden sonra Jack altı ay boyunca odasının ışığı yanık uyudu, uykularını hep kâbuslar doldurdu.

Otomobil karşı kaldırımda, Sawyer'lerin üç katlı beyaz evinden iki üç ev ilerde durdu. Yeşil bir otomobildi. Jack'in tek bildiği, Mercedes olmadığıydı. Görünce tanıdığı tek araba Mercedes'ti çünkü. Direksiyondaki adam, yanındaki camını indirip Jack'e gülümsedi. Çocuğun ilk düşüncesi, bu adamı tanıyorum, demek oldu... Bu adam Phil Sawyer'i tanıyan biriydi. Herhalde durup oğluna merhaba demek istemişti. Adamın gülümseme ifadesi nedense bu mesajı yansıtıyordu. Rahat, zorlamasız bir gülümsemeydi. Bir başka adam yolcu koltuğundan eğilip Jack'e kör gözlüklerinin gerisinden baktı. Gözlük camları yuvarlaktı. O kadar koyu renktiler ki, hemen hemen siyah gibiydiler. Bu ikinci adam bembeyaz ipek elbise giymişti. Sürücü bir süre daha sürdürdü gülümsemesini.


Ondan sonra, "Evlât, Beverly Hills oteline nereden gidilir, biliyor musun?" diye sordu. Demek yabancıydı yine de. Jack içinde ufacık bir hayal kırıklığı hissetti.

Parmağıyla yolun ilerisini gösterdi. Otel oracıktaydı. O kadar yakındı ki, babası kulübün orada düzenlediği sabah kahvaltısı toplantılarına yürüyerek giderdi.

"Dosdoğru ilerde mi?" derken sürücü hâlâ gülümsüyordu.

Jack başını evet anlamında salladı.

"Zeki çocuksun." dedi adam. ikinci adam yüksek sesle güldü. "Ne kadar uzak, bir fikrin var mı?" Jack başını iki yana salladı. "İki blok falan mı?"

"Evet." Jack biraz rahatsız olmaya başlamıştı. Sürücü hâlâ gülümsüyordu ama, gülümsemesi artık yapma, katı ve içi boş bir hale gelmişti. Yanındaki yolcunun gülmesi ise hışırtılı, ıslak bir gülüştü. Sanki nemli bir şeyi emiyormuş gibi.

"Beş blok mu? Altı mı? Ne Dersin?"

"Beş altı falan herhalde." Jack bunu söylerken bir adım geri çekildi.

"Eh, sana teşekkür borçluyum, delikanlı," dedi sürücü. "Şeker sevmezsin herhalde, ha?" Sıkılı yumruğunu pencereden dışarı uzattı, avucunu yukarı çevirip açtı. Bir şeker. "Senin. Al."

Jack tedbirli bir adım atıp azıcık ilerledi. Kafasında yabancı adamlardan şeker almakla ilgili bin uyan birbirini kovalıyordu. Ama bu adam hâlâ arabadaydı. Bir şeye kalkışırsa, daha o kapıyı açamadan Jack yarım blok ilerde olurdu. Almamak uygarlık dışıydı zaten, Jack bir adım daha atıp yaklaştı. Adamın gözlerine baktı. Gözleri maviydi. Gülümsemesi kadar katıydı. Jack'in içgüdüleri ona elini indirip oradan uzaklaşmasını söylüyordu. Parmaklarını şekere beş altı santim kadar yaklaştırdı, sonra parmak ucuyla bir dokundu.

Sürücünün eli Jack'inkini kavrayıverdi. Kör gözlüklü yolcu yüksek sesle güldü. Jack şaşırarak, bileğini tutmuş olan adamın gözlerine baktı, onların değişmekte olduğunu gördü... değişmekte olduğunu sanıyordu, evet. Maviyken sarı olmaya başlamışlardı.

Az sonra kesinlikle sarı oldu adamın gözleri.

Öteki adam arabanın kapısını açıp indi, arkadan dolaştı. İpek takım elbisesinin yakasına minik bir altın haç takmıştı. Jack telâşla çekilmek istedi ama sürücü parlak parlak gülümsedi, onu sımsıkı tuttu. "YOO!" diye bağırdı Jack. "İMDAT!"

Kara gözlüklü adam Jack'in tarafındaki arka kapıyı açtı.

"İMDAT!" diye haykırdı Jack.

Kara gözlüklü adam onu büküp kapıdan sığabilecek bir poza sokmaya çalışıyordu. Jack direndi. Hâlâ bağırıyordu. Adamsa pek bir çaba göstermeden onu daha sıkı tuttu. Jack onun ellerine vurdu, sonra o elleri kendi üzerinden itmeye çalıştı. Dehşet içinde farkına vardı... parmaklarına değen bu şey deri değildi. Başını çevirdi, ceketin beyaz kolundan uzanıp kendisini yan taraftan kavrayan şeyin sert, batıcı, yapma bir pençeye benzer eklemli bir şey olduğunu gördü. Eklemleri olan bir uzantıydı. Jack tekrar bağırdı.

Sokağın ilerisinden sert bir ses duyuldu: "Hey, bırakın o çocuğu! Size söylüyorum? Rahat bırakın çocuğu!"

Jack birden rahatladı, kendisini kavrayan kollar arasında dönebildiği kadar döndü. Blokun köşesinden onlara doğru koşan uzun boylu, zayıf bir siyahtı. Hâlâ bağınyordu. Gözlüklü adam Jack'i kaldırımın üzerine attı, arabanın arkasmdan koşarak dolaştı. Jack'in arkasındaki evlerden birinin kapısı çarparak kapandı. Bir tanık daha.

"Çabuk, çabuk," dedi sürücü. Gaza basmıştı bile. Beyazlı adam yolcu koltuğuna atladı, araba tekerlerini çevirdi, gıcırdayarak Rodeo Caddesi'n-de çaprazlamasına ilerledi, güneş yanığı, tenis kılığı giymiş bir adamın kullanmakta olduğu Clenet'e çarpmaktan kıl payı kurtuldu. Clenet'in klaksonu bir çığlık attı.

Jack kaldırımdan kalktı. Başı dönüyordu. Yanıbaşında bej safari takım giymiş kel bir adam belirdi, "Kimdi onlar?" diye sordu. "Adlarını öğrendin mi?"

Jack başını iki yana salladı.

"Kendini nasıl hissediyorsun? Polisi aramamız gerek."

"Oturmak istiyorum," dedi Jack. Bir adım geri çekildi.

"Polisi aramamı ister misin?" diye sordu adam. Jack başını yine iki yana salladı.

Adam, "İnanamıyorum," dedi. "Buralarda mı oturuyorsun? Daha önce seni gördüm, değil mi?"

"Adım Jack Sawyer. Evim şurada."

"Beyaz ev," diye başını salladı adam. "Sen Lily Cavanaugh'un oğlusun. Gel, seni evine götüreyim istersen."

"Öteki adam nerede?" diye sordu Jack. "Siyah adam... bağıran."

Tedirgin bir adım atıp safarili adamdan uzaklaştı, ikisinin dışında, sokak bomboştu.

Lester Speedy Parker'di bağırarak ona doğru koşan adam. O gün hayatını kurtaran, Speedy'ydi. Jack bunu anladı... otele daha hızlı koşmaya çalıştı.


3

Annesi ağzından bir tomar duman üfürerek, "Kahvaltı ettin mi?" diye sordu. Başına bir eşarbı türban gibi bağlamıştı. Saçları böylece saklanınca, yüzü Jack'e daha kemikli, daha narin göründü. İki parmağı arasında üç santim boyunda bir sigara izmariti vardı. Jack'in baktığını görünce onu tuvalet masasının üzerinde duran tablaya bastırıp söndürdü.

"Şey, pelc sayılmaz" dedi Jack yatak odasının kapısından.

"Bana ya evet ya da hayır de." Annesi tekrar aynaya döndü. "Bu müp-hemlik beni öldürüyor." Aynada Lily'nin yüzüne makyaj yapan el ve bilek değnek gibi incecikti.

"Hayır," dedi Jack.

"Eh, bir dakika bekle o zaman. Annen kendini güzelleştirsin, seni aşağıya götürür, canın ne istiyorsa alır."

"Peki. Tek başıma çok can sıkıcı geldi de."

"Ne diye canın sakılıyormuş, anlayamıyorum." Aynaya eğilip yüzünü inceledi. "İstersen salonda bekle, olur mu, Jacky? Makyajımı yalnız yapmak daha hoşuma gider. Kabilenin sırları söz konusu, anlarsın ya!"

Jack ses çıkarmadan döndü, salona yürüdü.

Telefon çaldığında yarım metre ileriye sıçradı.

"Açayım mı?" diye seslendi.

'Teşekkür ederim." Annesinin sesi soğukkanlıydı.

Jack kulaklığı kaldırıp 'alo' dedi.

Morgan Sloat Amca, "Neyse, çocuk, sonunda sizi buldum," dedi hattın öbür ucundan. "Annenin kafasından neler geçiyor öyle? Birileri ayrıntılara dikkat etmeye başlamazsa burada başımız tam derde girecek. Söyle annene, benimle konuşması gerek... ne cevap verirse versin, benimle konuşması şart. Güven bana, evlât."

Jack telefonun elinden sallanmasına izin verdi. İçinden o telefonu kapatmak, annesiyle birlikte arabaya atlayıp bir başka eyaletteki bir başka otele gitmek geliyordu. Ama kapatmadı. Seslendi. "Anne, Morgan Amca telefonda. Onunla konuşman şartmış diyor."

Annesi bir an sessiz kaldı. Jack, keşke yüzünü görebilseydim, diye düşündü. Sonunda, "Buradan açıyorum, Jacky," dedi.

Jack ne yapmak zorunda kalacağını zaten biliyordu. Annesi kalkıp yatak odasının kapısını yavaşça kapattı, ayak sesleri duyuldu, içerdeki telefonu açtı. 'Tamam, Jacky," diye seslendi. Jack de, 'Tamam" diye geri seslendi. Sonra kulaklığı tekrar kulağına dayadı, soluması duyulmasın diye ağız kısmım da avucuyla örttü.

"Yaman numara, Lily" dedi Morgan Amca. "Harika. Hâlâ film çeviriyor olsaydım, belki bununla basının ilgisini toplardık. 'Bu artist neden kayboldu' diye yazılar falan. Ama artık mantıklı bir insan gibi davranmanın zamanı gelmedi mi?"

"Beni nasıl buldun?" diye sordu Lily.

"Seni bulmak zor mu sanıyorsun? Bana bir şans tanı, Lily. Derhal New York'a dönmeni istiyorum. Kaçıp durma bir daha."

"Kaçıyor muyum, Morgan?"

"O kadar da çok zamanın yok, Lily. Benim de seni New England'ın her yerinde kovalamaya vaktim yok. Hey, dur bir dakika... çocuğun telefonu hiç kapamadı ki!"

"Kapadı bal gibi."

Jack'in kalbi birkaç saniye önce durmuştu.

"Çekil telefondan, çocuk," dedi Morgan Sloat'un sesi ona.

Annesi, "Gülünç olma, Morgan," diye azarladı.

"Ben sana neyin gülünç olduğunu söyleyeyim, hanfendi. Hastanede olman gerekirken saçma sapan bir sayfiye yerindesin, gülünç olan o. Bir milyon iş karan vermemiz gerek, haberin yok mu? Oğlunun eğitimini de düşünüyorum. İyi ki de düşünüyorum. Yoksa sen gözden çıkardın galiba o konuyu da."

Lily, "Artık seninle konuşmak istemiyorum," dedi.

"İstemiyorsun ama mecbursun. Oraya geleceğim, gerekirse seni hastaneye zorla yatıracağım. Hazırlıklar yapmamız gerek, Lily. Yönetmeye uğraştığım şirketin yansı senin. Sen gidince de Jack'in olacak. Jack için gerekli hazırlıkların yapıldığından emin olmak istiyorum. Eğer New Eng-land'da kalmakla Jack'e bakabildiğini sanıyorsan, demek bildiğimizden daha hastasın."

"Ne istiyorsun, Sloat?" diye sordu Lily yorgun bir sesle.

"Ne istediğimi biliyorsun... herkesin hakkını almasını istiyorum. Adil olanı yapmak istiyorum. Jack'e ben bakacağım, Lily. Ona yılda elli bin dolar vereceğim. Bunu bir düşün, Lily. Doğru dürüst bir üniversitede okumasını sağlayacağım. Sen onu okula bile yollayamıyorsun."

"Soylu Sloat," dedi annesi.

"Bu cevap mı sence? Lily, senin yardıma ihtiyacın var. Tek teklif eden de benim."

"Senin payın ne, Sloat?" diye sordu annesi.

"Bal gibi biliyorsun. Hakkım neyse onu alırım. Kendi payım olanı alırım. Sawyer Sloat şirketinde senin sahip olduğun hisseler... ben o şirket için az mı kan ter döktüm... benim olmalı onlar. Anlaşmalar bir sabah, öğleye kadar hazırlanır, Lily. Ondan sonra da sizin bakımınız için gerekenleri düşünürüz."

'Tommy Woodbine'a bakıldığı gibi mi?" dedi annesi. "Morgan, bazen bana öyle geliyor ki, Phil'le sen biraz fazla başarılı oldunuz. Emlâk işlerine büyük yatırımlara başlamadan* önce Sawyer Sloat'u yönetmek daha kolaydı. Hatırlarsan o zaman müşterileriniz birkaç komedyen, yarım düzine de umutlu artistle senaryo yazarıydı. Büyük paralar gelmeden önce hayatı daha çok seviyordum."

"Yönetmek daha mı kolaydı? Sen kimi kandırıyorsun?" diye bağırdı Morgan Amca. "Sen kendini bile yönetemiyorsun!" Sakinleşmek için çaba göstermeye çalıştı. 'Tom Woodbine'dan söz ettiğini de unutacağım. Bu senin için bile fazla âdî bir hareketti, Lily."

'Telefonu kapatıyorum artık, Sloat. Buradan uzak dur. Jack'den de uzak dur."

"Sen hastaneye giriyorsun, Lily. Bu kaçmalara artık bir son..."

Annesi cümlenin orta yerinde telefonu kapatmıştı. Jack de kendi elin-dekini kapattı, pencereye doğru bir iki adım attı, telefonun yakınlarmda olmamaya çalıştı. Kapalı yatak odasında yalnızca sessizlik vardı.

"Anne?" diye seslendi.

"Evet, Jacky?" Sesinde hafif bir titreme hissetti.

"İyi misin? İşler yolunda mı?"

"Ben mi? Tabii." Ayak sesleri yavaşça kapıya doğru yaklaştı, kapı açıldı. Gözleri karşılaştı. Maviye mavi. Lily kapıyı ardına kadar açtı. Gözleri bir daha karşılaştı. Bu sefer bakışlarda tedirgin bir yoğunluk vardı. "Elbette her şey yolunda. Neden olmayacakmış?" Gözler ayrıldı. Aralarında bir şeyin bilinci gidip gelmişti ama neyin? Jack, acaba telefonu dinlediğimi biliyor mu, diye merak etti, sonra anladı. İlk defa olarak paylaştıkları bu şey... annesinin hastalığıydı.

"Şey," dedi utanarak. Annesinin hastalığı, o konuşulmayacak büyük konu, aralarında daha da büyüyüvermişti. "Bilmem... Morgan Amca sanki biraz..." Omuzlarını kaldırdı.

Lily ürperdi, Jack bir önemli şeyi daha anladı. Annesi korkuyordu. En azından Jack kadar korkuyordu.

Lily ağzına bir sigara soktu, çakmağını yaktı, derin gözlerinden bir delici bakış daha geldi. "O sinir adama aldırma, Jack. Canım sıkıldı, çünkü ondan kurtulamamış olduğumu anladım. Morgan Amcan bana zorbalık taslamaktan hoşlanıyor." Dumanları üfledi. "Korkarım artık canım kahvaltı istemiyor. Sen aşağı inip bu sefer doğru dürüst bir kahvaltı etsene."

"Benimle gel," dedi Jack.

"Bir süre yalnız kalmak istiyorum, Jack. Anlamaya çalış."

Anlamaya çalış.

Güven bana. Büyüklerin söylediği bu sözler hep başka bir anlama gelirdi.

"Döndüğünde daha neşeli olurum," dedi annesi. "Söz veriyorum." Aslında demek istediği şuydu: Haykırmak istiyorum. Anık dayanamayacağım. Çık buradan! Defol!

"Gelirken sana bir şey getireyim mi?"

Lily başını iki yana salladı, ona cesaretle gülümsedi. Jack odadan çıkmak zorunda kaldı. Onun da canı kahvaltı istemiyordu artık. Koridor boyunca asansöre doğru yürüdü. Gidebileceği bir tek yer vardı yine. Ama bu sefer öyle olduğunu aşağıya inmeden, kül suratlı görevliyle karşılaşmadan biliyordu.

Kamyonetinin köşeden fırlayan hayali belirdi. Vitesini yükseltiyor, hızını arttırıyordu.
4

Speedy Parker kırmızı kulübede değildi. İskelede de değildi. Orada iki çocuk top oynuyordu. Sanki savaştaymışlar da, kaybedeceklerini ikisi de biliyorlarmış gibi oynuyorlardı. Speedy tırmanan trenin altında da yoktu. Jack Sawyer kavurucu güneşin altında amaçsızca dönüp dolandı, boş yollara, parkın barakalarına baktı. Korkusu sıkışıp bir düğüm haline geldi. Ya Speedy'ye bir şey olmuşsa? Olacak şey değildi ama, ya Morgan Amca, Speedy'yi öğrenmiş (nesini öğrenecekti ki) ve onu... Jack'in hayalinde, Vahşi Çocuk.

Jack ne yana gideceğini bilmeksizin yerinden fırladı. Panik duygusu içinde, Morgan Amca'yı çarpıtan aynaların önünden koşarken gördü. Biçimi bozuluyor, deforme oluyordu. Kel kafasında boynuzlar uzuyor, sırtı kambur oluyor, koca parmakları birer kürek haline geliyordu. Jack birden sağa döndü, kendini beyaz tahtalardan yapılmış yuvarlak bir kulübenin önünde buldu.

İçerden ritmik bir tap tap tap sesi geliyordu. Sese doğru koştu. Bir boruya çarpan demir mi, örse inen çekiç mi? Çalışma sesi mi? Tahtalann arasında bir kapı tokmağı buldu, küçük kapıyı itip açtı.

Çizgili bir karanlığa doğru adım attığında ses daha da güçlendi. Çevresindeki karanlık biçim değiştiriyor, boyut değiştiriyordu. Ellerini uzattı, branda bezine dokundu. Bez yana kaydığında san bir ışık üzerine döküldü. Speedy'nin sesi, "Gezgin Jack." dedi. Jack sese doğru döndü, hademeyi yan sökülmüş bir atlı kanncanın yanı başında oturur gördü. Elinde bir keski, önünde beyaz bir at vardı. Speedy "keskiyi yavaşça yere bıraktı. "Artık konuşmaya hazır mısın, evlât?" diye sordu.

Bölüm: 4


JACK GEÇİŞ YAPIYOR
1

"Evet, artık hazırım," dedi Jack son derece sakin bir sesle. Sonra da göz yaşlarına gömüldü.

Speedy onun yanına yaklaşırken, "Hey, Gezgin Jack," dedi. "Hey, yavrum, sakin ol. Sakin ol bakayım..."

Ama Jack sakin olamıyordu. Birden her şey çok fazla, çok ağır geldi ona. Ya ağlayacak, ya da kapkara bir dalganın altında kalacaktı. Bu kara dalgayı aydınlatan altın ışıklar yoktu. Göz yaşlan canını yakıyordu ama, ağlayıp boşalmazsa korkunun kendisini öldüreceğini hissediyordu.

"Sen ağla da biraz açıl, Gezgin Jack," dedi Speedy. Kollarını onun omuzlarına sardı. Jack alev alev yanan şiş suratım Speedy'nin ince gömleğine dayadı, onun kokusunu kokladı. Old Spice gibi, tarçın gibi, çoktan beri kütüphaneden çıkarılmamış kitaplar gibi. İyi kokulardı bunlar. Rahatlatıcı kokulardı. Kollarını Speed/ye doladı. Avuçları adamın sırtındaki kemiklere değdi. Kemikler sivri sivriydi. Derisi üstlerini ancak örtüyordu.

"Rahatlayacaksan ağla," dedi Speedy onu yavaşça sallayarak. "Bazen iyi gelir, bilirim. Speedy senin neler hissettiğini biliyor. Gezgin Jack. Ne kadar yol gideceğini de, ne kadar yorgun olduğunu da biliyor. Ağla eğer rahatlayacaksan."

Jack bu sözleri zar zor anlıyordu. Önemli olan sesin tonuydu. Yatıştırıcı, sakinleştirici...

"Annem gerçekten hasta," dedi sonunda Speedy'nin göğsüne doğru konuşarak, "Sanıyorum buraya, babamın eski ortağından uzaklaşmak için geldi. Bay Morgan Sloat'dan." Burnunu hızla çekti. Speedy'den uzaklaştı, biraz geriledi, 'şiş gözlerini avuçlarıyla ovaladı. Utanmayışına şaşıyordu. Daha önce göz yaşlan hep tiksindirmiş, utandırmıştı onu. Altına yapmak gibi bir şeydi hemen hemen. Acaba annesi her zaman sert ve güçlü olduğu için mi böyle hissediyordu? Herhalde nedenlerden biri de buydu. Lily Cavanaugh'da gözyaşı gören pek olmamıştı.

"Ama buraya gelişinin tek nedeni bu değildi, değil mi?"

"Hayır," dedi Jack alçak sesle. "Samnm... buraya ölmeye geldi." Sesi inanılmayacak kadar tizleşti, o kelimeyi söylerken yağlanmamış menteşe gibi gıcırdadı.

"Belki," dedi Speedy. Jack'e dengeli bakışlarla bakıyordu. "Ve belki sen de buraya onu kurtarmaya geldin... onu ve tıpkı onun gibi bir kadını."

"Kim?" dedi Jack uyuşmuş dudaklan arasından. Biliyordu kim olduğunu. Adım bilmiyordu ama, kim olduğunu biliyordu.

"Kraliçeyi," dedi Speedy. "Adı Laura Deloessian. Diyar'ın Kraliçesi."
2

"Yardım et bana," diye homurdandı Speedy. "Gümüş atı kuyruğunun tam altından tut. Güzel bir hareket değil ama, sanınm kızmaz. Onu ait olduğu yere koymama yardım et."

"Ona gümüş at mı diyorsun?"

"Öyle," diye sınttı Speedy. Alt üst dişlerinden toplam bir düzine kada-n gözüktü. "Atlı karınca atlarının hep adları vardır, biliyor muydun? Kaldır, Gezgin Jack."

Jack beyaz atın tahta kuyruğunun altına uzandı, parmaklannı kenetledi. Speedy homurdanarak kahverengi elleriyle atın ön ayaklannı tuttu. Birlikte onu atlı kanncanın diski üzerine çıkardılar.

"Biraz sola," diye soludu Speedy. 'Tamam... şimdi oturt, Gezgin Jack! Sağlam oturt!"

Atı sıngın üzerine geçirdiler, bir adım gerilediler. Jack soluk soluğay-dı. Speedy sıntıyordu. Siyah adam alnından terleri sildi, smtarak Jack'e döndü.

"Yamanız, değil mi?"

"Öyle diyorsan..." diye gülümsedi Jack.

"Öyle diyorum! Öyleyiz!" Speedy elini arka cebine attı, koyu yeşil

şişeyi çıkardı, kapağmı açtı, içti... bir an için Jack çok garip bir şeyden iyice emin oldu. Speedy'nin içinden arka tarafı görüyordu. Saydam olmuştu Speedy. Hayalet gibi. Yokoluyordu Speedy!

Yok oluyor... diye düşündü Jack. Ya da başka bir yere gidiyor. Ama bu çok çılgınca bir fikirdi. Hiç akla uymuyordu.

Derken Speedy eskisi gibi maddeleşti. Herhalde gözleri oyun oynamıştı Jack'e.. bir an için...

Hayır, Hayır öyle değildi. Bir an boyunca yoktu Speedy orada!

...hayal görmüş olmalıydı.

Speedy ona keskin gözlerle bakıyordu. Şişeyi Jack'e doğru uzatırken başını biraz salladı, caydı, şişenin kapağını kapadı, tekrar cebine soktu. Dönüp Gümüş At'a tekrar baktı. Gülümsüyordu. "Çok yamanız, Gezgin Jack."

"Speedy..."

"Hepsinin adı vardır," dedi Speedy. Yavaşça dolaşmaya başladı. Atlı karmcanın çevresinde dolaşıyor, ayak sesleri yüksek binanın içinde yankılanıyordu. Tepedeki ahşap kirişler arasında bir iki kuş yavaşça öttü. Jack de onun peşinden yürüdü. "Gümüş At... Geceyarısı... bunun adı İzci... şu kısrak da Ella Speed."

Siyah adam başını arkaya atıp şarkıya başladı, kuşlar ürküp uçuştular:

"Ella Speed çok eğleniyordu... bak sana Bili Martin'in yaptığını anlatayım... Hey, şunların uçuşuna bak!" Güldü. Ama Jack'e döndüğünde yine ciddiydi. "Annenin hayatını kurtarmanın deneyine başlamak istiyor musun, Jack? Onun ve sana söylediğim öteki kadının?"

"Ben..." ...bilemiyorum, demek istiyordu. Ama içinden bir ses başka şey söylemekteydi. O ses, sabahleyin hatırladığı o iki adamla ilgili anının kapalı durduğu odacıktan gelmekteydi. Güçlü bir sesti: Biliyorsun! Başlamak için Speedy'ye ihtiyacın olabilir ama, aslında biliyorsun. Jack, biliyorsun.

O sesi öyle iyi tanıyordu ki! Babasının sesiydi o!

"Nasıl yapacağımı söylersen yaparım," dedi dengesiz biçimde yükselip alçalan bir sesle.

Speedy karşı duvara doğru yürüdü. Duvarda tahtadan yapılmış, pek ilkel bir müray vardı. Koşan atlan gösteriyordu. Jack o duvarı babasının yazı masasının kayarak kapanan eğri kapağına benzetti. (O masa şimdi Morgan Sloat'un bürosundaydı. Annesiyle son gidişlerinde onu orada görmüşlerdi. Bunu hatırlamak Jack'in içine ince, süt gibi bir öfke akmasına yol açtı.)

Speedy cebinden koca bir halkaya geçirilmiş anahtarlar çıkardı, düşünceli bir tavırla elden geçirdi, aradığı anahtarı buldu, bir kilide sokup çevirdi. Sonra asma kilidi çıkardı, halkasını itip kapadı, göğüs ceplerinden birine attı, duvarı olduğu gibi geriye itti. İçeriye harikulade parlak bir güneş ışığı doldu, Jack gözlerini kısmak zorunda kaldı. Tavanda dalgaların aksi dansetmeye başlamıştı. Atlı Karınca'ya binenlerin seyrettiği o nefis okyanus manzarasına bakıyorlardı. Yumuşacık bir deniz rüzgârı Jack'in saçlarını alnından geriye doğru uçurdu.

"Bunu konuşacaksak, güneş ışığında konuşmak daha iyi," dedi. Speedy. "Şuraya gidelim, Gezgin Jack, sana anlatabileceklerimi anlatayım... bütün bildiğim o kadar değil ama. Tanrı seni geri kalanmı bilmekten korusun."


3

Speedy alçak sesle konuşmaya başladı. Sesi Jack'e okşayıcı ve sakinleştirici geliyordu. İyi işlenmiş deri gibi. Jack bazen kaşlarını çatarak, bazen ağzını açarak dinledi.

"Senin o hayal dediğin şeyleri biliyorsun, değil mi?"

Jack başını salladı.

"Onlar hayal değil, Gezgin Jack. Ne hayal ne de rüya. O yer gerçek bir yer. Yani yeterince gerçek. Buradan çok farklı ama yine de gerçek."

"Speedy, annem diyor ki..."

"Şimdilik onu bırak. O Diyar'ı bilmez... ama bir bakıma, biliyor da sayılır. Çünkü baban... baban iyi biliyordu. O öteki adam da..."

"Morgan Sloat mı?"

"Evet, herhalde. O da biliyor." Speedy acı bir sesle ekledi. "Orada onun kim olduğunu da biliyorum... Hem de nasıl biliyorum! Öfff!"

"Odandaki resim... Afrika değil, değil mi?"

"Afrika değil."

"Bir hile mi?"

"Hile değil."

"Babam bu yere gitti yani, öyle mi?" Sorarken içinden cevabı zaten biliyordu. Birçok şeylerin doğru olmadığını ortaya koyacak bir cevaptı. Ama ister doğru olsun, ister olmasın. Jack inanmak istiyordu. Sihirli diyarlar? Hasta Kraliçeler? Tedirgin ediyordu onu bu durum. Aklından korkuyordu. Çocukken annesi ona defalarca, hayalleri gerçek olaylarla karıştırma, dememiş miydi? Çok sert davranırdı annesi bu konuda. Jack'i biraz da korkutmuştu: Belki kendi de korkuyordu, diye düşündü Jack ilk defa olarak. O kadar uzun süre Jack'in babasıyla yaşayıp da bir şey bilmemesine olanak var mıydı? Jack pek sanmıyordu. Belki, diye düşündü. Belki fazla şey bilmiyordu... yalnızca korkacak kadar biliyordu.

Delirmek. Annesinin konuştuğu konu buydu. Gerçekle hayal arasındaki farkı göremeyen insanlar deli olurlardı.

Ama babası başka türlü bir gerçeği biliyordu, değil mi? Babası ve Morgan Sloat.

Bizdeki fiziğe karşılık onlarda sihir var, tamam mı?

"Baban sık sık giderdi, evet. Öteki adam da... Groat..."

"Sloat."

'Tamam o! O da giderdi. Ama senin baban görmeye, öğrenmeye giderdi. Jacky. Öteki adamsa, sırf oranın servetini çalabilmek için giderdi."

'Tommy Amcamı Morgan Sloat mu öldürdü?" diye sordu Jack.

"Onun orasını bilmiyorum. Ama sen beni dinle, Gezgin Jack. Çünkü vakit dar. Eğer bu Sloat denen adamın buraya geleceğini sanıyorsan..."

"Çok kızgın gibiydi" dedi Jack. Morgan Amcanın buraya gelmesini düşünmek bile korkutuyordu onu.

"...o zaman vakit sandığımızdan da kısa. Çünkü annenin ölmesine belki de o kadar çok üzülmez. İkizlisi de kesinlikle Kraliçe Laura ölsün diye bekliyor."

"İkizli mi?"

"Bu dünyadaki bazı kimselerin Diyar'da ikizlileri var," dedi Speedy. "Herkesin yok, çünkü orası bu kadar kalabalık değil. Belki buradaki yüz bin kişiye karşılık orada bir kişi var. Ama ikizliler en kolay şekilde gidip gelebilenlerdir."

"Bu Kraliçe... annemin... ikizlisi mi?"

"Evet, öyle gibi görünüyor."

"Ama annem hiçbir zaman...?"

"Hayır, gitmedi. Sebep yoktu."

"Babamın da bir... ikizlisi var mıydı?"

"Evet, gerçekten de vardı. İyi bir adam."

Jack dudaklannı yaladı. Ne kaçık bir konuşmaydı bu böyle! ikizliler, diyarlar? "Babam burada ölünce ikizlisi de orada öldü mü?"


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə