Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə8/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   55

Araba toz toprak arasında tangırdayarak geçti. Fıçılardan mayalı bira kokusu yükseliyordu. Biraların arkasında üstüste üç san teker göze çarpıyordu. Jack önce hiç düşünmeksizin kamyon lastiği sandı onları. Kokusunu alırken, üzerinin dümdüz olduğunu da farketti. Krem gibi bir kokusu vardı. Gizli lezzetler ilham eden bir koku. Birden karm acıktı. Peynirdi bunlar. Ama tadını bildiği peynirlerden değildi. Peynir tekerlerinin arkasından, arabanın en gerisinde düzensiz şekilde üstüste yığılmış çiğ etler duruyordu. Uzun parçalar halinde kesilmişti. İp gibi iç organlar da vardı. Onlan pek tanıyamıyordu. Sinekler yığının üzerinde pırıl pınldı. Çiğ etin keskin kokusu, peynirin uyandırdığı açlık duygusunu yok etti. Araba geçer geçmez adımını atıp yolun ortasına çıktı, onun tepede gözden kayboluşuna baktı, sonra peşi sıra, kuzeye doğru yola koyuldu.

Tepeye kadar olan yolun yansına vardığında, öteki taraftaki o koca çadıra benzer yerin yüksek direklerini, dalgalanan bayraklannı yine gördü. Geçen sefer yediği böğürtlenlerin önünden geçerken çadır da olduğu gibi ortaya çıkmıştı. Aslında koca bir pavyondu orası. İki yana doğru uzanıyordu. Bir koca kapısı, bir bahçesi vardı. Alhambra gibi bir garipti biçimi.

Yazlık saray, diyordu içgüdüleri Jack'e. Alhambra gibi bu da okyanusun kenanndaydı. İnsanlar küçük gruplar halinde koca pavyonun içinde, çevresinde dolaşıyorlardı. Mıknatıs gücüne kapılmış gibiydiler. Toplanıyor, sonra yine dağılıyorlardı. '

Erkeklerden bazılan parlak renkli, zengin giysiler giymişlerdi ama daha çoğu Jack'in giydiklerine benzer kılıklardaydılar. Kadınlardan birkaçı parlak beyaz elbiseler içinde avluda dolaşıyorlardı. Kapının dışında birkaç daha küçük çadır vardı. Araya derme çatma ahşap kulübeler de katılmıştı. Orada da insanlar dolanıyor, bir şeyler yiyor, bir şeyler satın alıyor, konuşuyorlardı. Ama dışardakilerin davranışı daha rahat, daha rastgele gibiydi. O kalabalığın arasında Jack yüzü yaralı adamı bulmak zorundaydı.

Önce dönüp arkasına baktı, lunaparka ne olduğunu anlamaya çalıştı.

Elli metre kadar ilerde saban çeken bir çift küçük, siyah at görünce lunaparkın bir çiftlik haline getirilmiş olduğunu sandı. Ama kenarlarda insanlar durmuş, sabanı seyrediyorlardı. O zaman bunun bir tür yarışma olduğunu anladı. Derken gözü çok iri yan, kızıl saçlı bir adama takıldı. Belden yukansı çıplaktı. Olduğu yerde topaç gibi dönüyordu. Uzanmış elinde ağır bir cisim tutmaktaydı. Birden durdu, ağır cismi savurdu, cisim epey uzağa uçtu, otluk alanm bir ucuna düştü, çekiç olduğu ancak o zaman anlaşıldı. Lunapark bir panayır yeriydi, çiftlik değildi. Jack orada yiyecek satılan masalan, babalannm omzunda dolaştırılan çocukları gördü.

Panayınn içinde acaba işlerin düzenli yürümesini sağlayan bir Speedy Parker var mıydı? İnşallah vardır, diye umdu Jack.

Ya annesi? Hâlâ çayhanede kahvaltı mı ediyor, oğlumu neden yolladım diye pişmanlık mı duyuyordu?

Jack döndü, demin geçen arabanın izleri üzerinden yaz sarayının kapısına doğru ilerledi.


2

Kapıdaki kalabalığın hep birlikte dönüp kendisine bakacaklanndan, onun yabancılığını bir anda sezeceklerinden korkuyordu. Elinden geldikçe gözlerini yere eğiyor, zor bir işi yapmaya giden çocuk gibi görünmeye çalışıyordu. Belki birtakım alış verişler yapsın diye yollanmıştı. Yüzünden neler alacağım hatırlamaya çalıştığı okunuyordu. Bir kürek, iki tırmık, bir yumak sicim, bir şişe kaz yağı... Ama yavaş yavaş, kalabalıktaki yetişkinlerin kendisine hiç dikkat etmediğini anladı. Ya hızlı, ya yavaş yürüyorlar, mallara bakıyorlar, halıları, demir kap kaçağı, bilezikleri gözden geçiriyor-lardı. Bunların hepsi küçük çadırlarda sergilenmekteydi. Sonra tahta kupalarla bir şeyler içiyor, birbirinin kolunu çekiştirip bir şeyler söylüyor, durup biraz sohbet ediyor, kapıdaki muhafızlarla konuşuyorlardı. Herkes kendi işiyle meşguldü. Jack'in numara yapması o kadar gereksizdi ki, gülünçtü adetâ. Doğruldu, kendine yol açıp kapıya doğru yanaşmaya başladı.

Kapıdan öyle rahat rahat geçemeyeceğini hemen anladı. İki yandaki muhafızlar herkesi durdurup sorular soruyorlardı. Yaz sarayına girmek isteyen herkes giremiyordu içeriye. Bazıları belgelerim gösteriyor, ya da rozetlerini, mühürlerini gösterip geçiyorlardı. Jack'de yalnızca Speedy Par-ker'ın verdiği o mızrap vardı. Onun kabul edileceğini pek sanmıyordu. O anda biri muhafızlara yaklaştı, gümüş rozetini gösterdi, geçmesini söylediler. Peşinden gelen adam durduruldu. Muhafızlarla tartıştı, derken sesi ve davranışı değişti, Jack adamın yalvarmaya başladığını anladı. Muhafız başını iki yana salladı, adama uzaklaşmasını emretti.

Jack'in sağından bir ses duyuldu. "Onun adamları geçmekte zorluk çekmiyor ama!" Bu söz, bu diyarın dili konusundaki kuşkulan çözümlemiş oldu. Jack, acaba bana mı söyledi diye başını çevirdi.

Ama yanıbaşındaki orta yaşlı adam bu sözü bir başkasına söylüyordu. İkisi de basit kılıklar giymişlerdi. Saray kapılarının dışındakilerin çoğu öyleydi. İkinci adam, "İyi de yapıyorlar," diye karşılık verdi. "Kendisi yolda, geliyor. Bugün bir ara buraya vanr herhalde." Jack onların peşine takıldı, kapıya sokuldu.

İki adam yaklaşırken muhafızlar da bir adım ileri çıktılar. Adamların ikisi de aynı muhafıza yürüdü, öteki muhafız en yakınındaki adama işaret etti. Jack geri kaldı. Yaralı adamı hâlâ görememişti. Subay da yoktu buralarda hiç. Görünen tek askerler bu muhafızlardı. İkisi de genç köylülerdi herhalde. Enli, kırmızı suratları, fırfırlı üniformaları vardı. Süslenmiş çiftçi çocukları gibiydiler. Jack'in izlediği iki adam herhalde sınavdan geçmiş olacaklar ki, biraz konuştuktan sonra üniformalılar yol verdi, onları içeri aldılar. Bir muhafız Jack'e keskin bakışlarla baktı, Jack başını çevirdi, geriledi.

Yara izli Yüzbaşıyı bulmadıkça bu saraya asla giremeyecekti.

Bir grup erkek, demin Jack'a bakan muhafıza yaklaştılar, tartışmaya başladılar. Bir randevuları vardı. Çok önemliydi. Çok büyük paralar söz konusuydu. Ama ne yazık ki üstlerinde gerekli kâğıtları yoktu. Muhafız başını salladı, ^sallarken çenesi gömleğinin volanlarına değdi. Jack onları seyreder, Yüzbaşıyı nasıl bulacağını düşünürken, grubun lideri ellerini havada çeviriyor, göğsünü yumruklayıp duruyordu. Yüzü tıpkı muhafızınki gibi kızarmıştı. Sonunda parmağıyla askerin göğsünü dürtmeye başladı. Öbür muhafız da oraya geldi. İkisi de sıkkın ve öfkeliydiler.

Uzun boylu, dimdik yürüyen bir adam belirdi. O da üniformalıydı ama, askerlerden çok farklıydı. Belki üniformasını giyiş biçimindendi. Üniforma aslında savaşlara olduğu kadar, operet sahnelerine de uyacak bir modeldeydi. Sessizce yaklaşan bu adamın gömleğinde fırfırları yoktu. Şapkası üç köşeli değil, sivriydi. Muhafızlarla konuştu, sonra küçük grubun liderine döndü. Artık bağırmalar da, parmakla dürtmeler de kesilmişti. Bu adam alçak sesle konuşuyordu. Jack tehlikenin yokolduğunu hissetti. Gruptakiler ayaklarını kıpırdattılar, omuzlan sarktı. Birer ikişer uzaklaşmaya başladılar. Subay onlann arkasından baktı, sonra son bir söz söylemek üzere muhafıza doğru döndü.

Grubun arkasından bakarken yüzü bir an için Jack'e doğru döndüğünde, Jack güneşte parlayan bir şey görmüştü adamın yüzünde. Soluk, uzun bir yara izi, sağ göz altından başlayıp zikzaklar çizerek çene hattının üzerine kadar iniyordu.

Subay muhafızlara başını salladı, sonra hızlı adımlarla ilerledi, sağına soluna bakmadan kalabalığın arasına daldı. Besbelli yazlık sarayın sağ tarafındaki bir yere gidiyordu. Jack hemen onun peşinden seyirtti.

"Bayım!" diye seslendi ama subay hiç duymadan kalabalığın arasından ilerledi.

Jack bir grup kadın ve erkeğin çevresinden koşarak dolaştı. Ellerindeki domuzu oradaki çadıra doğru çekmeye çalışıyorlardı. Onlardan kurtulunca iki başka grubun arasından daldı, sonunda subaya yaklaşmayı başardı, uzanıp dirseğine dokundu. "Yüzbaşım!" dedi.

Subay olduğu yerde döndü, Jack'i bakışlanyla dondurdu. Yakından bakılınca yara izi kabarık ve canlıydı. Sanki bir sürüngen vardı adamın yüzünde. Jack yüzde güçlü bir sabırsızlık ifadesi gördü. "Ne var, çocuğum?" diye sordu adam.

"Yüzbaşım, sizinle konuşmam gerektiğini söylediler... bir Bayan'ı görmem gerek ama saraya girebileceğimi sanmıyorum. Ha, size bunu göstermeliydim. " Üzerindeki alışık olmadığı pantolonun koca cebine eli daldı, parmaklan üçgen cismin çevresinde kapandı.

Çıkarıp avucunda uzattığı zaman vücudunu bir şok sardı... elinde tuttuğu şey mızrap değildi artık. Upuzun bir dişti. Köpek balığı dişi belki. Üzerinde altın gibi desenler vardı.

Jack Yüzbaşının yüzüne bakınca aynı şoku orada da gördü. Deminki sabırsızlıktan eser kalmamıştı. O güçlü hatlarda bir kararsızlık, hatta bir anlık bir korku belli oldu, Yüzbaşı elini kaldırdı. Çocuk onun süslü dişi alacağını sandı. Alırsa verecekti ona. Ama adam çocuğun parmaklarını dişin üzerine kapattı. "Beni takip et," dedi.

Büyük pavyonun yan tarafına doğru yürüdüler. Yüzbaşı Jack'i dik brandadan salyangoz biçiminde bir sundurmaya soktu, içerinin loş ışığında adamın yüzü pembe kalemle boyanmış gibi renk aldı. "O işaret," dedi sakin bir sesle, "Nereden buldun onu sen?"

"Speedy Parker'den. Sizi bulup bunu göstermemi söyledi." Adam başını iki yana salladı. "O adı tanımıyorum, işareti bana vermeni istiyorum. Hemen." Jack'in bileğini sıkıca kavradı. "Ver onu bana. Sonra da nereden çaldığını söyle."

"Doğru söylüyorum," dedi Jack. "Lester Speedy Parker'den aldım. Lunaparkta çalışıyor. Ama bana verdiği zaman diş değildi. Gitar mızrabıydı."

"Başına neler geleceğini bilmiyorsun galiba, çocuk." "Onu tanıyorsunuz!" diye direndi Jack. "Bana sizi tarif etti. Dış Muhafızların Yüzbaşısı olduğunu söyledi. Sizi bulmamı Speedy söyledi bana."

Yüzbaşı yine başını iki yana salladı, Jack'in bileğini daha da sıkı tuttu. 'Tarif et bana bu adamı. Yalan söyleyip söylemediğini bu sefer anlayacağım. Senin yerinde olsam açık konuşurdum."

"Speedy yaşlıdır," dedi Jack. "Eskiden müzisyenmiş." Adamın gözlerinde bir tanıma kıvılcımı parladığmı görür gibi oldu. "Siyahtır... siyah bir adam. Saçları beyaz. Yüzünde derin kırışıklar var. Oldukça zayıf ama göründüğünden daha kuvvetli."

"Siyah bir adam mı? Yani kahverengi mi demek istiyorsun?" "Eh, siyah adamlar aslında tam siyah olmazlar. Beyaz adamların da tam beyaz olmadığı gibi."

"Parker adlı bir kahverengi adam." Yüzbaşı Jack'in bileğini bıraktı.

"Burada ona Parkus derler. Demek sen şeyden geliyorsun..." Ufukta görünmeyen bir yere doğru başını salladı. "Evet, öyle," dedi Jack.

"Ve Parkus da... yani Parker..; seni Kraliçemizi görmeye yolladı." "Bayan'ı görmemi istedi. Sizin beni ona götüreceğinizi söyledi." "Bunu çabucak yapmamız gerek," dedi Yüzbaşı. "Sanırım nasıl yapacağımı biliyorum ama kaybedecek vaktimiz yok." Planını askerlere özgü bir dikkatle hazırlıyordu. "Şimdi beni dinle. Buralarda bir hain var. Bu yüzden, sen benim oğlummuşsun gibi yapacağız. Öbür kesimde oturan oğlum. Ufak bir işte emrime karşı çıkmışsın, ben de sana kızmışım. Rolümüzü iyi oynarsak sanırım kimse bizi durdurmaz. En azından, içeri sokabilirim seni... ama girdikten sonra durum daha zorlaşacak. Yapabilir misin dersin? Oğlum olduğuna inandırabilir misin milleti?"

"Benim annem artist," dedi Jack. Bunu söylerken gurur duyuyordu.

"Eh, o halde bakalım sen neler öğrenmişsin." Yüzbaşı bundan sonra göz kırparak Jack'i şaşırttı. "Canını yakmamaya çalışacağım." Sonra Jack'i bir daha şaşırtı, onu pazusundan kuvvetle yakaladı. "Gidelim," dedi, sundurmadan çıktı, Jack'i de peşinden sürükledi.

"Sana mutfağın arkasındaki taşlığı yıka diyorsam, sen de taşlığı yıkayacaksın," diye bağırıyordu Yüzbaşı yüksek sesle. Çocuğa bakmıyordu. "Bunu öğren. Ne diyorsam onu yapacaksın. Yapmadın mı, cezasını çekeceksin demektir."

"Ama taşların birazını yıkadım," diye sızlandı Jack.

"Ben sana birazını yıka demedim!" diye haykırdı Yüzbaşı. Jack'i çekiş-tire çekiştire gidiyordu. Kalabalık onların geçmesi için yol açmaya başlamıştı. Bir kısmı Jack'e anlayışlı anlayışlı gülümsüyordu.

"Hepsini yıkayacaktım. Hemen geri dönüp..."

Yüzbaşı muhafızlara hiç bakmadan onu çekerek kapıdan girdi. "Yapma, baba!" diye bağırdı Jack. "Canımı yakıyorsun!"

"Daha da çok yakacağım!" Yüzbaşı onu avluya sokmuştu.

Avlunun öbür ucunda, saraya giren tahta basamaklar vardı. "Şimdi rolünü dikkatli oynasan iyi edersin," diye fısıldadı koca adam. Sonra Jack'in kolunu çürütecek kadar sıkarak ilerledi.

"Söz dinleyeceğime söz veriyorum!" diye bağırdı Jack.

Koridora girmişlerdi. Sarayın içerisi pek de çadıra benzemiyordu. Labirent gibi koridorlarla, küçük odalarla doluydu. Duman ve yağ kokuyordu.

"Söz mü?" diye kükredi Yüzbaşı. "Söz! Söz veriyorum!"

Bir koridordan diğerine saptıklarında, bir grup şık giyimli adamın kanepelere yaslanmış durmakta olduklarını gördüler. Adamlar başlarını çevirip bu gürültücü ikiliye baktılar. İçlerinden bir tanesi, o ana kadar kucaklarında katlanmış çarşaflar taşıyan iki kadına emirler vermekle eğlenirken, başım çevirip Jack'e ve Yüzbaşıya kuşkulu gözlerle baktı.

"Ben de seni gebertene kadar döveceğime söz veriyorum," dedi. Yüzbaşı bağırarak.

Adamlardan bir ikisi güldüler. Geniş kenarlı şapkalar giymişlerdi. Şapkaları kürklerle süslüydü. Çizmeleri kadifedendi. Açgözlü, düşüncesiz yüzleri vardı. Hizmetçilerle konuşan adam hepsinin amiri gibiydi. Gergin, muhteris suratı, önünden geçen subayla çocuğu inceledi. "Ne olur, yapma!" diye ağladı Jack. "Lütfen!"

"Her lütfen için bir kırbaç yiyeceksin," diye homurdandı Yüzbaşı. Adamlar yine güldüler. Zayıf olanı dudaklarına bıçak çeliği kadar soğuk bir gülümseme yayılmasına izin verdi, sonra tekrar hizmetçilere döndü.

Yüzbaşı çocuğu içinde tozlanmış tahta mobilyalar bulunan boş bir odaya soktu, içeriye girdiklerinde Jack'in ağrımaya başlayan kolunu bıraktı. "Bunlar onun adamlarıydı," diye fısıldadı. "Acaba o zaman hayat nasıl olacak..." Başını iki yana salladı, bir an için sanki acelesini unuttu. "İyi Çiftçilik Kitabı'nda, dünya yumuşak başlılara miras kalacak deniyor ama, bu adamlarda zerre kadar yumuşak başlılık yok. Bildikleri bir tek şey var. Servet istiyorlar! Her şeyi..." Gözlerini yukarıya devirdi. Dışardaki adamların neleri istediğini saymak ona güç geliyordu. Sonra tekrar çocuğa baktı, "Çabuk olmamız gerek. Ama onun adamlarının henüz öğrenemediği birkaç gizli yolu var bu sarayın." Başını yana doğru salladı, ahşap duvarı gösterdi. Jack onun peşinden ilerledi. Yüzbaşı duvardaki tozlu bir tahtanın üzerindeki iki yassı çivi başım itti, bir kapı açıldı, dar bir arka geçit çıktı ortaya. Dik duran bir tabuttan yüksek değildi. "Onu şöyle bir göreceksin ama herhalde bu kadar sana yeter. Fazlasına imkân yok zaten."

Çocuk sessiz işaret talimatına uyup geçitte ilerledi. "Ben dur diyene kadar dosdoğru yürü," diye fısıldadı Yüzbaşı. Sonra arkalarındaki kapıyı kapadı. Jack zifiri karanlıkta yavaşça yürüyordu.

Koridor sağa sola kıvrılıyor, arasıra bir çatlaktan giren ışıkla aydınlanıyordu. Jack kısa zamanda yön duygusunu tümüyle kaybetti, yol arkadaşının fısıldadığı emirlere göre ilerler oldu. Bir ara burnuna nefis bir kızarmış et kokusu geldi, az sonra leş gibi lâğım kokularıyla doldu ortalık.

"Dur,' dedi Yüzbaşı sonunda. "Şimdi seni yukarı kaldırmam gerek. Kollarını kaldır."

"Görebilecek miyim?"

"Az sonra anlarsın." Yüzbaşı Jack'i koltuk atlarından yakaladı, yerden kaldırdı. "Önünde bir levha var," diye fısıldadı. "Onu sola kaydır."

Jack kör gibi uzandı, dümdüz tahtaya dokundu. Tahta kolayca yana kaydı, koridora dolan ışık ona kedi yavrusu boyunda bir örümceğin kaçmakta olduğunu gösterdi. Karşısında otel lobisi boyunca koca bir oda belirmişti, içerisi beyazlar giyinmiş kadınlarla, süslü mobilyalarla doluydu. Annesi ve babasıyla gezdikleri bir müzeyi hatırlatıyordu. Odanın orta yerinde, kocaman bir yatakta bir kadın, kendinden geçmiş, yatmaktaydı. Çarşafların üzerinde yalnızca başı ve omuzları görünüyordu.

Jack duyduğu şok ve korkudan neredeyse bağıracaktı. Yataktaki kadın annesiydi. Annesiydi o... ve ölüyordu.

"Gördün onu," diye fısıldadı Yüzbaşı. Çocuğu daha da sıkı tuttu. Jack ağzı açık, annesine baktı. Ölüyordu, kuşku yoktu artık buna. Teni bile beyazlaşmış, sağlıksız bir görünüme bürünmüştü. Saçlarının rengi açılmıştı. Hem de birkaç ton açılmıştı. Çevredeki hemşireler telâş içinde koşturuyor, çarşafları düzeltiyor, masanın üzerindeki kitapları toparlıyorlardı ama, meşgul görünmelerinin nedeni, hastaya nasıl bir yardımda bulunabileceklerini bilmemelerindendi. Böyle bir hastaya yardım edilemeyeceğinin farkındaydılar. Ölümü bir ay, ya da bir hafta geciktirebilirlerse, ona da sevinirlerdi.

Jack balmumu gibi gözüken o yüze tekrar baktı. Sonunda yataktaki kadınm annesi olmadığını anlayabildi. Çenesi daha yuvarlaktı. Burnunun biçimi daha klasikti. Ölmekte olan bu kadın, annesinin ikizlisiydi. Laura Deloessian'dı. Eğer Speedy, Jack'in daha fazla şey görmesini istemişse bile, buna imkân yoktu. Bu beyaz yüz, o kadın hakkında hiçbir şey belli etmiyordu.

'Tamam," diye fısıldadı, levhayı tekrar yerine itti. Yüzbaşı onu yere indirdi.

Karanlıkta Jack sordu. "Nesi var onun?"

"Kimse anlayamıyor," dedi adamın sesi. "Kraliçe göremiyor, konuşamıyor, hareket edemiyor..." Bir an sesizlik oldu, sonra Yüzbaşı onun omzuna dokundu. "Dönmemiz gerek."

Karanlıktan sessizce çıktılar, tozlu odaya döndüler. Yüzbaşı ünifor-masındaki tozları, örümcek ağlarını silkeledi, başını hafif yana eğdi, Jack'i bir süre süzdü. Yüzündeki kaygılar pek belirgindi. "Şimdi bir soruma cevap vermen gerek." dedi.

"Sorun."


"Sen onu kurtarmak için mi gönderildin? Kraliçeyi kurtarmak için mi?"

Jack başını evet anlamında salladı. "Sanıyorum... daha doğrusu, işimin bir kısmı bu. Bana bir tek şey söyleyin." Durakladı. "Dışardaki hainler neden devleti devralmıyorlar? Kraliçe onlan durdurabilecek durumda dep."

Yüzbaşı gülümsedi. Bu gülümsemede hiçbir neşe yoktu. "Ben ve adamlarım," dedi. "Biz onlara engel olabiliriz. Dış bölgelerde asker azdır... oralarda neler olduğunu bilmiyorum... ama burada Kraliçeyi koruyabiliriz."

Yaralı olmayan yanağında, gözünün altındaki bir kas seyirdi. Avuçlarını birbirine dayamıştı. "Sana verilen talimat, emir., her neyse... batıya gitmeni gerektiriyor, değil mi?"

Jack adamın kaslarının titreşimini hissedebiliyordu. Kendini zor kontrol edebiliyordu adam. "Evet, öyle," dedi. "Batıya gitmem gerek. İyi olur mu? Gitmeli miyim batıya? Öteki Alhambra'ya?"

"Bilemem, bilemem," diye patladı Yüzbaşı. Bir adım gerilemişti. "Buradan çıkmamız gerek. Sana ne yapacağım ben söyleyemem." Artık Jack'a bakamıyordu bile. Çocuk bunun farkına vardı. 'Tek bildiğim, burada bir dakika daha kalamayacağın... dur bakalım, Morgan gelmeden seni sağ salim buradan çıkarabilecek miyiz..."

"Morgan mı?" diye patladı Jack. Bu ismi yanlış duyduğunu sanmıştı. "Morgan Sloat mu? Buraya mı geliyor?"

Bölüm: 7


FARREN
1

Yüzbaşı, Jack'in sorusunu duymamış gibiydi. Bu kullanılmayan, tozlu odanın bir köşesine doğru, sanki orada görülecek bir şey varmış gibi bakıyordu. Derin derin düşünmekteydi. Jack anlıyordu bunu. Tommy amcası öğretmişti ona. Düşünmekte olan bir büyüğün düşüncelerini yanda kesmek, sözünü kesmek kadar büyük bir terbiyesizlikti. Ama yine de...

Sloat'dan uzak dur. İzini kolla onun. Hem onun, hem de ikizlisinin... kaz peşine düşmüş tilki gibi izler seni.
Speedy söylemişti bunu. Jack o sıra tüm dikkatini Tılsım konusuna toplamış olduğundan, neredeyse bu uyanyı gözden kaçıracaktı. Şu anda hatırlamıştı o sözleri. Sırtma yumruk yemiş gibi sarsılarak hatırlamıştı hem de.

"Nasıl biri o?" diye sordu Yüzbaşıya telâşla.

"Morgan mı?" Yüzbaşı bir rüyadan uyanmış gibi oldu.

"Şişman mı? Şişman, hafif kelleşen biri mi? Kızınca böyle yapıyor mu?" Jack doğuştan gelen taklit yeteneğini kullanmaya başladı. O yeteneği sayesinde babasını, en yorgun olduğu zamanlarda bile kahkahalarla güldürmeyi başarırdı. Şu anda da Morgan Sloat'un taklidini yapıyordu. Yüzüne bir yaşlılık ifadesi geldi. Morgan Amcanın bozuk çaldığı zamanlar alnı nasıl kırışıyorsa Jack'inki de öyle kırıştı. Aynı anda avurtlarını içine çekti, başını eğip gerdanını kat kat yaptı. Dudakları uzanıp sarktı, kaşlan hızla yukarı aşağı oynamaya başladı. "Böyle yapıyor mu?"

"Hayır," dedi Yüzbaşı. Ama biraz önce Jack ona Speedy Parker'ın yaşlı olduğunu söylediği zaman gözlerinde nasıl bir pırıltı yanıp söndüyse şimdi de öyle olmuştu. "Morgan uzun boyludur. Saçları uzundur." Yüzbaşı bir elini omuzlan hizasında tutup saçların ne boyda olduğunu anlatmaya çalıştı. "Ayağı da topaldır. Bir ayağı sakat. Çizmesinin tabanı daha yüksektir o ayağında. Ama..." Omuzlannı kaldırdı.
Taklidini yaptığımda onu tanımışsınız gibi geldi! Siz..."

"Şşş! O kadar bağırma, çocuk!"

Jack sesini alçalttı. "Galiba onu tanıyorum," dedi. İlk defa olarak korkuyu yoğun bir duygu olarak hissediyordu. Onu eliyle tutabilecekti neredeyse. Morgan Amca burada, ha? Tanrım!

"Morgan Morgan'dır. Onunla şakalaşmaya gelmez. Haydi gel, çıkalım buradan."

Pençesi yine Jack'in pazusuna sanldı. Jack yüzünü buruşturdu ama kendini tuttu.

Parker burada Parkus oluyordu. Sonra Morgan... bu kadar raslantı fazlaydı.

"Daha değil," dedi. Aklına bir soru daha gelmişti. "Kadının bir oğlu var mıydı?"

"Kraliçenin mi?"

"Evet."

"Bir oğlu olmuştu," dedi Yüzbaşı isteksiz bir sesle. "Evet. Çocuğum, burada kalamayız. Neredeyse..."



"Anlatın bana onu!"

"Anlatacak bir şey yok," diye karşılık verdi Yüzbaşı. "Bebekliğinde öldü. Doğalı altı hafta bile olmamıştı. Çocuğu Morgan'ın adamlanndan birinin, belki Osmond'un boğmuş olduğuna dair söylentiler dolaştı. Ama öyle söylentiler çabuk çıkar. Morgan'ı da, Osmond'u da pek sevmem gerçi. Ama buna karşılık, her on iki çocuktan birinin beşikteyken öldüğünü de herkes bilir. Hiç sebep yokken neden böyle esrarengiz biçimde öldüklerini bilen yoktur. Bizde Tanrı çivisini çakıyor, diye bir atasözü vardır. Kral çocuklan bile istisna sayılmaz büyük Marangoz için. O... Yavrum? Bir şeyin yok ya?"

Jack çevresindeki dünyanın solduğunu hissetti. Sendeledi. Yüzbaşı onun yakaladığında elleri tüy gibi yumuşacıktı.

Kendisi de bebekliğinde neredeyse ölüyordu.

Annesi anlatmıştı ona hikâyeyi. Annesi onu beşiğinde sessiz ve hareketsiz bulmuştu. Dudaklan mosmordu. Yanakları söndürülmüş cenaze mumlan kadar renksizdi. Annesi bağırarak salona koşmuştu bebeği kollan-na alıp. Salonda babasıyla Sloat yerde oturmaktaydılar. Bir yandan şarap içiyor, bir yandan esrar çekiyorlardı. Çok sarhoştular. Televizyonda bir güreş maçı seyretmekteydiler. Babası hemen onu kansının kollanndan kapmış, sol eliyle burun deliklerim sımsıkı kapatmış (Çürüklerin bir ay geçmemişti Jacky, derdi annesi), ağzını onunkine kapatıp soluk vermeye başlamıştı. Morgan bir yandan durmadan, "Yararı olmaz, Phil, yararı olmaz!" diye bağınp durmuştu.

Jack bunu dinlediğinde, "Morgan Amca pek komik, değil mi, anne?" diye sormuştu. Annesi de yüzünde neşesiz bir gülümsemeyle, "Evet, çok komik, Jacky," deyip bir Herbert Tarrytoon daha yakmıştı elindeki izmaritten.

"Çocuk!" diye fısıldadı Yüzbaşı. Jack'i öyle sarstı ki, başı boynunun üzerinde sallandı.

"Evlât! Allah kahretsin! Bir de kalkar bayılırsan..."

"Bir şeyim yok," dedi Jack. Sesi çok uzaktan geliyor gibiydi. Yüzbaşı onu sarsmaktan vazgeçti, yüzüne kuşkulu bakışlarla baktı.

Tamam," dedi Jack. Birden kendi yanağına elinden geldiği kadar güçlü bir tokat attı. Ayy! Ama bu hareketi dünyanın yeni baştan netleşmesine yol açtı.

Beşikteyken neredeyse ölüyordu kendisi. O zaman oturduklan apartman dairesini ancak hayal meyal hatırlayabiliyordu. Annesi oraya Tekniko-lor Rüya Sarayı derdi. Salonun penceresinden gözüken Hollywood manzarasından ötürü. Kendisi beşiğinde ölüm tehlikesi geçirmişti. O sırada babasıyla Morgan Sloat şarap içiyorlardı. İnsan çok şarap içti mi çok çişe giderdi. Evi hatırladığı kadanyla, salondan tuvalete gitmek için, o sıra bebek odası olan yerden geçmek şarttı.

Gözünün önünde canlandırabiliyordu: Morgan Sloat ayağa kalkıyor, rahat bir ifadeyle sıntıyor, biraz gideyim de şaraba yer açayım, Phil, gibilerden bir şey söylüyor, babası ise dönüp bakmıyordu bile. O sıra televizyondaki karşılaşma heyecanlı bir noktasındaydı çünkü. Morgan salonun televizyondan gelen parlak ışığından ayrılıp bebek odasının alaca karanlığına geçiyordu. Jack Sawyer orada, ayaklarını da içine alan bebek pijaması içinde uyumaktaydı. Sıcacık, güven içinde, alt bezi kupkuru. Morgan amcanın siluetini salonun aydınlık kapısında görüyordu. Alnı kırış kırış, dudakları sarkık. Sonra Morgan Amca yakında duran koltuğun puf yastığını alıyor, uyuyan bebeğin başı üzerine koyup bastırıyordu sımsıkı. Tek eliyle yastığı bastırırken tek eliyle de bebeğin sırtına bastırmaktaydı. Tüm hareket belirtileri bitinceye kadar. Sonra Morgan Amca yastığı, Lily'nin bebek emzirirken oturduğu koltuğa tekrar bırakıyor, tuvalete giriyordu.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə