Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə11/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   55

Dörtnala kalktığı zaman sesi topmğı sarsan bir gökgürültüsüne benzer.

Jack duru havanın taşıyıp getirdiği sesi dinlerken, öteki arabaları nasıl olup da Morgan'ınki sandığına şaşıyordu. Bir daha böyle bir hata yapmayacağı kesindi. Bu sefer duyduğu ses çok karanlık, içi kötülük dolu bir sesti. Atlı arabaydı, evet., ama şeytanın sürdüğü bir atlı arabaydı.

Yolun ortasında donakalmıştı. Hipnotize olmuştu. Sanki bir çift fara bakıp kalan bir tavşandı. Ses giderek daha güçlendi... tekerlerin ve nalların uğultusu, kırbacın sesi. Arabacının çığlığı da duyulmaya başlamıştı: "Hiiyaaa! Hiiiii-yaaaa! HIIIIIYAAAAAA!"

Yolun ortasında duruyordu. Duruyordu. Kafasında korkular davul çalmaktaydı. Kıpırdayamıyorum, ah sevgili Tanrım, kıpırdayamıyorum,

Anne, Anne, Anneeeee! <

Yolun orta yerinde durmuş, hayalinde siyah dev bir saray arabasının yaklaştığını görüyordu ["Atları attan çok pumalara benziyordu. Pencerelerde siyah perdeler kıpırdamaktaydı. Arabacı ayaktaydı. Saçları arkaya doğru uçuyor, gözleri çılgın bakıyordu.

Hiç yavaşlamadan üzerine doğru gelişini hayal etti o arabanın.

Kendisini devirişini, ezişini hayal etti.

Bu görüntü onu uğradığı felçten kurtardı. Sağa doğru koştu, hendeğe kaydı, ayaklan gri köklerin altlarına girdi, düştü, yuvarlandı. Son bir iki saattir biraz rahatlamış olan yaralı sırtı yeni bir acıyla alevlendi, Jack'in dudakları gerildi.

Ayağa kalkıp ormana girdi, çömeldi.

Önce ilk siyah ağaçlardan birinin ardına sinmişti. Ama o gövdeye değdiği anda... evvelsi yıl tatile Hawaii'ye gittiğinde orada rastladığı banyan ağaçları gibi yağlı ve tatsız bir temas hissetti. Kalkıp ilerdeki çam ağacının arkasına geçti.

Arabanın ve önünde giden atlıların sesi hâlâ güçleniyordu. Jack her an onlann ortaya çıkmasını beklemekteydi. Parmakları çam ağacının reçinen' kabuğu üzerinde bir sıkışıp bir gevşiyordu. Dudaklarını ısırdı.

Tam karşısında, ağaçlar arasından yolun açıkça görülebildiği bir boşluk vardı. Yanı yapraklarla dolu bir bakış tüneli. Tam Jack artık Mor-gan'ın grubunun gelmesinden umut keseceği sırada, bir düzine kadar atlı asker batıdan doğuya doğru dört nala geçti. En baştaki bayrak taşıyordu. Jack deseni göremedi... görmek istediğinden de pek emin değildi. Sonra arabanın kendisi de Jack'in dar görüş alanından geçti.

Geçmesi kısa sürdü. Belki bir saniye, belki daha bile az. Ama Jack onu tümüyle hatırlıyordu. Araba çok kocamandı. Dört metre yüksekliğinde vardı en azından. Üzerine istiflenip bağlanmış kütükler de bir metre daha ekliyordu. Arabayı çeken atlann her birinin başmda siyah bir tüy vardı. Rüzgârda tüyler iyice geriye yatıyordu. Jack sonradan, Morgan'ın herhalde yolculuğun her aşaması için yeni bir takım ata ihtiyacı olacağına karar verdi. Bu atlar güçlerinin sonuna yaklaşıyorlardı. Ağızlarından köpükler ve kanlar saçılmaktaydı. Gözleri yuvalarında deli deli dönüyor, aklan görünüyordu.

Tıpkı hayalinde gördüğü gibi, pencerelerde siyah perdeler dalgalanmaktaydı. Cam yoktu. Birden kara perdelerin ardından beyaz bir yüz göründü. Garip, yontulmuş gibi bir beyaz yüz. O yüzün birdenbire görünmesi, perili evin penceresinde beliren hayalet gibi şok yarattı. Morgan Slo-at'un yüzü değildi... ama yine de onun yüzüydü.

Ve o yüzün sahibi de Jack'i biliyordu. Ya da nefret ettiği kişisel bir tehlikenin oralarda olduğunu biliyordu. Jack bunu gözlerdeki irileşmeden, ağzın köşelerinin birden aşağıya doğru kıvrılmasından okudu.

Yüzbaşı Farren ona, kedi fareyi nasıl koklarsa, o da seni koklar, demişti. Jack yüreği burkularak, kokumu aldı, diye düşündü. Burada olduğumu biliyor. Şimdi ne olacak? Herkesi durduracak, askerlerini üzerime yollayacak.

Derken bir grup asker daha geçti. Bunlar da arabayı arkadan korumakla görevli olanlardı. Jack bekledi. Elleri çam ağacının gövdesinde donakalmıştı. Morgan'ın arabayı durduracağından emindi.

Ama durmadılar. Az sonra arabamn ve atlann sesleri azalmaya başladı.

Gözleri. Gözleri aynıydı. Beyaz suratta o kara gözler. Ve... Ah, tabii.... EVETTTT!

Ayağının üzerinden bir şey kaydı... bileğine doğru yükseldi. Jack hay-kmp bir adım geriledi. Yılan olabilir diye korkmuştu. Ama başını eğip baktığında, o gri köklerden birinin ayağının üzerine doğru kaymış olduğunu gördü. Şimdi de bileğine sarılmaya çalışıyordu.

Buna imkân yok, diye düşündü aptal aptal. Kökler kıpırdamaz... Hızla geriledi, bacağını kökün oluşturduğu sert ilmikten kurtardı. Baldırında bir acı vardı. İp sıyırmış da yara etmiş gibi. Gözlerini kaldırdı, pis bir korku duygusunun yüreğine doğru kaydığını hissetti. Morgan'm kendisini farkettiği halde neden durmayıp yoluna devam ettiğini şimdi anlamaya başlamıştı aklınca. Morgan bu ormanda yürümenin, içi piranha dolu bir derede yürümekle aynı şey olduğunu biliyordu. Yüzbaşı Farren niye uyarmamıştı onu? Jack'in aklına bir tek neden geliyordu. Yaralı Yüzbaşı bilmiyordu bu durumu herhalde. Belki hiç bu kadar batıya gelmemişti ömründe.

Grimsi kökler hep birden harekete geçmişlerdi artık. Yükseliyor, düşüyor, çamurlar arasında Jack'e doğru yaklaşıyorlardı. Çılgınlık bu, diye düşündü Jack. Bir tane kapkalm kök vardı. Toprağa yalan olan yirmi santimlik kısmı koyu renk ve ıslaktı. Doğruldu. Hint fakirinin sepetinden çıkmış kobra gibi karşısında salındı. Çocuk BİZİM! EVETTTT.'

Kök ona değru atıldı, Jack geriledj. Artık bu köklerin yolla arasında bir engel, bir perde oluşturduklarının farkındaydı. Gerilediğinde sırtı bir ağaca dayandı... hemen yana doğru fırladı. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ağacın kabuğu kıpırdamıştı sırtında. Spazmik bir kas gibi kıpırdamıştı. Jack dönüp baktı, o siyah, yapışkan ağaçlardan birini gördü. Kıpırdıyordu ağacın gövdesi. Kıvrılıyor, kıvranıyordu. Kabuğun düğüm düğüm yerleri korkunç bir surat gibiydi. Bir göz kapkara, vahşi bir bakışla açık, ötekisi göz kırpar gibi, iğrenç bir ifadeyle kapalı. Derken ağacın alt kısmı gıcırtılı bir sesle yarıldı, sanmsı beyaz bir öz suyu sızmaya başladı. BİZİM! EVETTT!

Parmak gibi kökler Jack'in pazusuna ve kaburgalarına, gıdıklamak istercesine sarıldı.

Jack aralarından sıyrıldı. Sağduyusunun son damlasını büyük bir irade gücüyle koruyor, cebinde Speedy'nin şişesini bulmaya çalışıyordu. Kulağına bir dizi yırtılma sesi geldi. Herhalde ağaçların gövdeleri yerden sökülüyordu. Olur muydu böyle şey?

Şişenin boynunu yakaladı, cebinden çekti. Kapağı çevirip açmaya uğraşırken gri köklerden biri boynunun çevresine kolaylıkla dolandı, bir an sonra birden cellat ilmiği gibi sıkışıverdi.

Jack'in soluğu kesildi. Elleri kendisine boğan şeye doğru uçunca şişe elinden kayıp düştü. Sonunda parmaklarını kökle boynu arasına kaydırmayı başardı. Kök soğuk ve sert değildi. Sıcak, yumuşak, et gibiydi. Jack onunla mücadele etti. Kendi boğazmdan yükselen hırıltıları duyuyor, çenesinden damlayan salyaları hissediyordu.

Son bir çabayla kökü boğazmdan ayırmayı başardı. Kök o zaman elinin bileğine dolanmaya çalıştı. Jack elini bir çığlıkla çekip uzaklaştırdı, başını eğip baktı, şişenin sıçrayarak, yuvarlanarak uzaklaşmaya başladığını gördü. Gri köklerden biri bu sefer şişenin boynuna dolanmıştı.

Jack o yana atıldı, kökler bacaklarına sarılıp dolandı, çocuk yere serildi, uzandı, debelendi, parmak uçlannı şişeye doğru bir santim daha yaklaştırmaya uğraştı...

Şişenin yan tarafına değdi... hemen kavradı, elinden geldiği kadar hızla çekti. Bu arada köklerin kendi bacağına iyice dolanmış olduğunu, bacağını sımsıkı yakalamış olduğunu farkediyordu. Şişenin kapağını açtı. Bir başka kök, örümcek ağı hafifliğiyle uzandı, şişeyi elinden kapmaya çalıştı. Jack onu itti, şişeyi dudaklarına doğru kaldırdı. O vıcık vıcık, çürük meyve kokusu canlı bir doku gibi her yam sarmıştı birden.

Speedy, ne olursun, sonuç versin ?

Yeni yeni kökler sırtına, beline sarılır, onu sağa sola çevirirken Jack şişedeki iksirden içti, birazı yanaklarından sızdı. Yutkundu, inledi, dua etti... etkisi yoktu... bir şey olmuyordu. Gözleri hâlâ kapalıydı ama, köklerin kollarına, bacaklarına dolandığını hissediyordu.


8

Suların blucinine, gömleğine değmekte olduğunu hissediyordu. Gelen koku...

Su mu?

Çamur ve nem kokuşuydu. Duyduğu sesler...



Blucin mi? Gömlek mi?

Kurbağa viyaklamalarıydı...

Jack gözlerini açtı, batmakta olan güneşin turuncu ışığının koca nehirden yansıdığını gördü. Nehrin doğu kısmında kopkoyu, sık bir orman vardı. Kendisinin bulunduğu batı yamacında geniş bir tarla çarptı gözüne. Akşam sisiyle kısmen görünmek durumundaydı. Toprak nemli ve vıcık vıcıktı. Jack suyun kenarında, en ıslak yerde yatıyordu. Kalın yaban otlan bitmişti çevresinde... yakında don mevsimi gelip hepsini öldürecekti. Jack onlara dolanmıştı. Kâbustan uyanan birinin çarşaflara dolandığı gibi.

Sendeleyerek, çabalayarak ayağa kalktı. Üstü başı çamur içindeydi. Sırt çantasının kayışları omzunu acıtıyordu. Otlan kollanndan, suratından korkuyla itti. Su kenanndan uzaklaşırken yerde Speedy'nin şişesini gördü. Yan yatıyordu. Kapağı da biraz ilerdeydi. Demin can havliyle boğuşurken şişedeki sıvının birazı ya akmış, ya dökülmüş olmalıydı. Ancak üçte birine kadar doluydu şimdi şişe.

Bir an orada durdu. Çamurlu lastik pabuçlan vıcık vıcık balçığa basmış durumda, ırmağı bakışlanyla taradı. Onun kendi dünyasıydı burası. Çok iyi bildiği Amerika Birleşik Devletleri'ydi. Gözüne gökdelen falan ilişmediği gibi, uzayda parıldayan uydulardan biri de gözükmüyordu ama, yine de btraıt... Amerika olduğundan kendi adı kadar emindi. Esas soru başkaydı. Öteki dünyaya gerçekten gitmiş miydi hiç?

Tanımadığı nehre tekrar baktı. Çevrenin manzarası da yabancıydı. Uzaktan gelen inek böğürtülerini dinledi. İçinden, burası başka bir yer, Jack yavrunvdedi kendi kendine. Artık Arcadia plajında olmadığın kesin.

Yoo, Arcadia plajı değildi burası. Ama Arcadia'nın çevresini pek iyi tanımadığı için, okyanus kokusunun ulaşamayacağı, dört beş mil içerde bir yerdeyimdir diye de kesin karar veremiyordu. Bir kâbustan uyanarak gelmişti buraya. Belki de kâbustu hepsi gerçekten. Çiğ et taşıyan arabadan, kabuğu kıpırdayan ağaçlara kadar hepsi. Belki uykusunda gezerken görmüştü o kâbusu. Akla uygundu. Annesi ölüyordu. Şu anda ona, bu gerçeği çoktan beri biliyormuş gibi geldi. Belirtileri vardı. Bilinci inanmak istemese, inkâr etse de, bilinçaltı doğru sonuca varmıştı. Böyle bir durumda pekâla kendini hipnotize etmiş olabilir, o kaçık serseri Speedy Parker de ona yön vermiş olabilirdi. Tabii. Hepsi birbirine pek güzel uyuyordu.

Jack ürperdi, zorlukla yutkundu. Yutkunurken boğazı acıdı. Anjin gibi acımadı da, yaralı bir kas gibi acıdı.

Sol elini kaldırdı. Şişeyi sağıyla tutuyordu çünkü. Avucunu yavaşça boğazına dayadı. Bir an için, çene altındaki sarkıklık ve kinşıklan kontrol eden yaşlı kadınlara benzedi. Tam boğaz ortasındaki çıkıntının yukansın-da sıyrık yeri buldu. Fazla kanamamıştı ama dokununca çok acı veriyordu. Boynuna sanlan kök yapmıştı bunu.

"Doğru hepsi," diye fısıldadı Jack. Gözleri o turuncu sularda, kurba-ğalann viyaklamasını, uzaktan ineklerin böğürmesini dinliyordu. "Hepsi doğru."


9

Jack tarlada yokuş yukan, doğuya sırtını vererek ilerledi. Yanm mil kadar gittikten sonra, zaten zonklayan sırtına çanta iyice ağrı vermeye başladı. Evet, Osmond'un kırbaç yaralan da acıyordu. Birden belleği harekete geçti. Speedy'nin vermeye çalıştığı o koca sandviçi reddetmişti ama, Speedy galiba kendi yediğinden artanı yine de Jack'in torbasına sokmuştu, öyle değil mi? Jack gitar mızrabın incelerken yapmıştı bunu.

Midesi bu düşünceye sanldı.

Çantayı sırtından indirdi, akşamın ilk yıldızları altmda çantanın kapaklanndan birini açtı. İşte sandviç oradaydı. Hem bir parçası, yansı falan değil... bütünü. Bir gazete sayfasına sarılıp sokulmuştu oraya. Jack'in gözleri sıcacık yaşlarla doldu. Keşke Speedy burada olsa da onu kucaklaşanı, diye düşündü.

Daha on dakika önce ona kaçık serseri diyordun.

Yüzü utançtan kıpkırmızı kesildi ama, bu utanç sandviçi beş altı lokmada mideye indirmesine engel olmadı. Çantayı tekrar kapadı, omuzladı. İlerlemeye koyulduğunda kendini biraz daha iyi hissediyordu. Karnı zil çalmayı kesince kendine gelmişti Jack.

Çok geçmeden, karanlığın içinde parıldayan ışıklar gördü. Bir çiftlik evi. Köpeğin havlamaya başladığını duydu... büyük köpek olduğu belliydi. Jack bir an için olduğu yerde dondu.

İçerdedir diye düşündü. Ya da bağlıdır... umarım.

Sağa doğru ilerledi. Bir süre sonra köpek havlamaz oldu. Jack çiftlik evinin ışıklarını rehber alarak az sonra dar bir asfalt yola vardı. Durup sağına soluna baktı. Ne tarafa gideceğini hiç mi hiç bilmiyordu.

Evet, sayın bayanlar baylar, karşınızda Jack Sawyer, iliklerine kadar sırılsıklam, pabuçlarının içi bile vıcık vıcık, her yanı çamur içinde. Aferin, Jack!

Yalnızlık ve yuva özlemi duygulan, içinde tekrar kabardı, Jack o duygularla boğuştu. Parmağına tükürüp havada hızla silkeledi, iki iri damla sağa doğru uçmuş gibi geldi ona. Bu durumda o da sağa döndü, yürümeye başladı. Kırk dakika kadar sonra, yorgunluktan bitkin durumda, yeni baştan acıkmış (bu daha da beterdi), karşısında bir çakıllı kuyu, başında da bir tür kulübe gördü. Dar bir patikanın karşı tarafındaydı. Patikanın ağzına zincir gerilmişti. Jack eğilip zincirin altından geçti, kulübeye yürüdü. Kapı asma kilitle kilitlenmişti ama, yan duvarın altındaki toprak yenmiş gibiydi. Ahşap duvarın dibindeki bir avuç toprağı da kazıp delik açmak bir dakikalık işti. Oradan içeriye süzüldü, sonra çantasmı da çekti. Kapıdaki kilit kendini daha bile güvende hissetmesine yol açıyordu.

Çevresine baktığında, bir yığın çok eski âlet ve araçlar gördü. Burası uzun zamandan beri kullanılmamıştı görünüşe göre. Tabii böyle olması Jack'in işine geliyordu. Çamurlu giysilerinin verdiği duygudan hiç hoşlanmadığı için ilk iş olarak soyundu. Pantolon ceplerinden birinde Yüzbaşı Farren'in kendisine verdiği madenî para değdi eline. Çıkarıp baktığında, Farren'in parasının 1921 basımı gümüş bir dolar haline geldiğini gördü. Bir yüzünde kraliçenin başı, ötekinde kartal-arslan karması hayvan yoktu artık. Paranın üzerindeki Özgürlük Amtı'na bir süre baktı, sonra tekrar blucinin cebine attı.

Çantadan temiz giysiler çıkardı. Eskilerini sabah, kurudukları zaman kaldırırım, diye düşündü. Belki de yolda bir fırsatını bulur yıkardı onları. Bir landromatta yıkar, ya da bir dereye sokup temizlerdi.

Çorap ararken eline ince ve sert bir şey geldi. Çekip baktı, diş fırçası olduğunu gördü. Birden evinin, güvenliğin, mantıklı bir yaşamın hayalleri, yani diş fırçasından doğabilecek hayaller tekrar içinde kabanverdi. Bu sefer bu duygulan yenmesi ya da bir kenara itmesi mümkün değildi. Diş fırçası denilen şey, iyi aydınlatılmış bir banyoda bulunmalıydı. İnsan onu eline aldığında üzerinde pamuklu pijamalan olmalıydı. Ayağmda sıcacık terlikleri olmalıydı. Soğuk, karanlık bir sundurmada, çantanın dibinden çıkmamalıydı insanın karşısına.

Yalnızlık duygusu iyice esir aldı onu. Kendini toplumun dışında hissetti. Bazı kimseler gibi ağlayıp bağırmadı. Sessizce, düzenli hıçkırıklarla idare etti durumu. Ne kadar yalnız olduğunu anlayan bir insanın hıçkırıklarıyla. Daha da uzun süre devam edecekti bu durum. Güvenlik ve mantık yoktu artık onun dünyasında. Yalnızlık vardı. Bir tür gerçek vardı ama, delilik de çok yakın bir ihtimaldi.

Hıçkırıklar arasında uyuyakaldı. Çantasına sanlmış, uyuyordu. Üzerinde yalnızca temiz külotu ve çoraplan vardı. Gözyaşlan kirli yanaklarında izler bırakıyordu. Diş fırçasını da avucunda gevşek biçimde tutmaktaydı.

Bölüm: 8

CATLEY TÜNELİ


1

Altı gün sonra Jack'in o umutsuzluğundan hemen hemen eser kalmamış gibiydi. Yola düştüğünün ilk günlerinde çocukluktan çıkıp yeni yetmeliğe, oradan da yetişkinliğe geçmiş gibi geliyordu kendisine. Becerikli bir insandı artık. Evet, gerçi Diyar'a bir daha dönmüş değildi. O nehir kıyısında uyandığından bu yana, cesaret edememişti bir daha oraya dönmeye.

Kendi kendine akıl yürütüyor, bu dünyada yolculuk daha uzun sürse bile, Speedy'nin iksirini gerçekten gerekeceği günlere sakladığı yargısına varıyordu.

Hem zaten Speedy ona esas olarak bu dünyanın yollarında yolculuk yap dememiş miydi? O da emirlere uyuyordu işte.

Güneş doğduğu zaman, karnı tokken, arabalar yanıbaşından vızır vızır geçerken, Diyar ona inanılmayacak kadar uzak ve hayal gibi geliyordu. Unutmaya başladığı bir film gibi. Arasıra otostop yapıp bir öğretme-!nin bir satış temsilcisinin arabasında yolcu koltuğuna kuruluyor, her zamanki sorulara cevap veriyordu. Öyle zamanlarda gerçekten unutuyordu orayı. Hemen hemen. Diyar ondan uzaklaşmış oluyor, kendisi yine yaz başındaki çocuk oluyordu...

Hele büyük, eyaletlerarası otoyollarda, bir araba onu bir yerde indirip, on onbeş dakika sonra bir başkası alınca keyfine doyum olmuyordu. Herhalde Balavia yakınlarında bir yerlerde olmalıydı artık. New York eyaletinin batısında falan. 1-90 otoyolu üzerinde başparmağı havada, Buffa-lo'ya doğru yürümektendi. Buffalo'dan sonra tekrar güneye yönelecekti. Jack'e göre mesele bir şeyi yapmakta değil, en iyi nasıl yapılabileceğini seçmekteydi. Band McNall/nin haritalan getirmişti onu buraya kadar. Şansı tutarsa, karşısına tâ Chicago'ya, Denver'e (belki de Los Angeles'e) kadar giden bir sürücü de çıkabilirdi. O zaman Ekim ortasında yine dönüş yolculuğuna başlayabilirdi.

Güneşten yanmıştı. Cebinde, son bulduğu bulaşıkçılık işinden onbeş dolar parası vardı. Kaslan sağlam ve güçlüydü artık. Yine canı arasıra ağlamak istiyordu ama, o sefil geceden bu yana gözyaşlarının taşmasına izin vermemişti bir daha. Kendini kontrol edebiliyordu, fark oradaydı. Nasıl ilerlemesi gerektiğini bildiğine göre, olayların üzerine çıkmış demekti. Yolculuğun sonunu, çok uzakta olmasına rağmen, görebiliyordu. Eğer daha çok bu dünyada yolculuk yaparsa, yani Speedy'nin dediğine uyarsa, elinde Tılsım'la New Hampshire'e vaktinde dönebilirdi. Olacaktı. Sandığından daha az sorun çıkacaktı karşısına.

Açık mavi Ford Fairlane araba bankete doğru kayıp onun koşarak yetişmesini beklerken Jack Sawyer'in morali bu durumdaydı. Ufka doğru alçalan güneşten ötürü gözlerini kısıp koştu. Otuz kırk mil, diye düşündü içinden. Sabah baktığı harita gözünün önündeydi. Oatley, diye karar verdi. Kasabanın adı ilgi çekmeyen, ufacık, güvenli bir yer olduğunu anlatır gibiydi. Yolunda ilerliyordu Jack. Artık hiçbir şey zarar veremezdi ona.


2

Jack arabanın kapışım açmadanönce eğilip pencereden içeriye baktı. Arka kanepede numuneler, kataloglar ve prospektüsler doluydu. Sürücünün yanındaki yolcu koltuğunda da iki valiz durmaktaydı. Hafiften göbekli, siyah saçlı adam Jack'in eğik pozunu taklid eder gibiydi. Direksiyon simidinin üzerine eğilmiş, pencereden çocuğa bakmaktaydı. Satış elemanı olduğu belliydi. Lacivert elbisesinin ceketi, arkasındaki çiviye asılmış, kravatı gevşetilmiş, gömlek kollan sıvanmıştı. Otuz beş yaş dolaylarında bir satış elemanı. Kendi bölgesini dolaşıyordu. Konuşmaya bayılan bir adam olmalıydı. Her satış elemanı gibi. Adam gülümsedi valizlerden birini kaldırıp arka kanepeye savurdu, sonra ikincisini savurdu, kâğıtların üzerine koydu. "Biraz yer açalım," dedi.

Adamın kendisine ilk soru olarak, "Neden okulda değilsin?" diye soracağını biliyordu Jack.

Kapıyı açarken, "Çok teşekkür ederim," dedi, bindi.

Satıcı, "Uzağa mı yolculuk?" diye sordu, dikiz aynasından arkayı gözleyerek vitesi taktı, yavaşça yolun sağ şeridine doğru kaydı.

"Oatley'e kadar," dedi Jack. "Sanıyorum otuz mil mi ne..."

"Coğrafyadan kalmış olmalısın. Oatley kırk beş mil kadar." Başını çevirip Jack'e baktı. Göz kırpması çocuğu şaşırttı. "Gücendirmek istemedim," dedi adam. "Ama bu yaşta çocukların otostop yaptığını görmek beni çok üzer. Bu yüzden de ne zaman görsem arabama alırım. Hiç değilse benimle birlikteyken güvendeler. Sululuk yok, anlıyorsun ya? Dünya delilerle dolu, evlât. Gazeteleri okumuyor musun? Neler olmuyor! Tehlikede bir soy gibisiniz sizler."

"Herhalde haklısınız," dedi Jack. "Ama ben dikkatli olmaya çalışıyorum."

"Herhalde doğuda bir yerde oturuyorsun."

Adam hâlâ Jack'e bakıyor, yola kuşlar gibi arada başını çevirerek göz kulak oluyordu. Jack belleğini deli gibi taradı, arkada kalmış bir kasaba adı aradı. "Palmyra. Ben Palmyra'lıyım."

Satıcı başını salladı. "Şirin yerdir." Tekrar otoyola döndü. Jack rahatlayarak arkasına yaslandı. Adam sonunda, "Herhalde okuldan kaçmadın, değil mi?" diye sordu. İşte hikâyeyi anlatma zamanı gelmişti.

Öyle sık sık anlatmıştı ki! Tek değişen kasaba adlarıydı. Ezbere söylüyormuş gibi bir duygu geliyordu artık içine. "Hayır, efendim. Oatley'e bir süre Helen teyzemle oturmak üzere gidiyorum. Helen Vaughan. Annemin kızkardeşi olur. Öğretmendir. Babam geçen kış öldü. O zamandan beri hayat pek zor oldu. Derken iki hafta önce annemin öksürüğü iyice kötüleşti, merdiven falan da çıkamaz oldu. Doktor yataktan çıkmamasını istedi. O da kızkardeşinden bir süre bana bakmasını rica etti. Zaten öğretmen olduğuna göre, herhalde Oatley'de beni okula sokacaktır. Helen teyzem çocukların okuldan kaçmasına falan izin vermez kesinlikle."

"Yani annen seni Palmyra'dan ta Oatley'e kadar otostopla gitmek üzere mi yolladı?"

"Yok, böyle bir şeyi asla yapmazdı. Annem bana otobüs parası verdi ama, ben para cebimde kalsın istedim. Herhalde uzun süre evden para falan gelecek değil. Helen teyzemde "de çok para yok. Annem otostop yaptığımı bilse deli olurdu. Ama otobüse binmek boşuna para ziyanı gibi geldi bana. Beş dolar beş dolardır. Ne diye otobüs şoförüne vereyim?"

Adam ona yan gözle baktı. "Oatley'de ne kadar kalırsın dersin?" 'Tahmin etmesi kolay değil. İnşallah annem çabucak iyileşir." "Sakın dönüşte otostop yapayım deme, tamam mı?"

Jack, "Artık arabamız yok," diye hikâyesine devam etti. Bu işten zevk almaya başlamıştı. "İnanmazsınız ama bir geceyarısı gelip aldılar onu. El koydular arabamıza. Pis korkaklar. Herkesin o saatte uykuda olacağını biliyorlardı. Karanlıkta gelip arabayı garajdan aldılar. Uyuyor olmasam döğü-şürdüm o araba için. Hem sırf teyzemin evine kolay gideyim diye de değil. Annem doktora gittiğinde tepeden aşağı yürüyüp daha da beş blok gittikten sonra otobüs durağına varıyor. Yapmamalıydılar bunu, değil mi ama? Gelip öyle habersizce çalmak! Elimiz bollaştığı anda taksitleri ödemeye yeniden başlayacaktık. Hırsızlık değil mi bu yaptıkları?"

"Benim başıma gelse, herhalde ben de hırsızlık derdim," dedi adam. "Eh ihşallah annen çabuk iyileşir."

"İnşallah," dedi Jack büyük bir dürüstlükle.

Oatley levhaları gözükmeye başlayıncaya kadar bu sohbetle yetindiler. Satıcı tekrar sağ bankete yanaştı, Jack'e gülümsedi, "İyi şanslar, evlât," dedi.

Jack başım salladı, kapıyı açtı.

"Umarım Oatley'de fazla uzun durmak zorunda kalmazsın." Jack ona soru soran bakışlarla baktı. "Nasıl bir yer olduğunu biliyorsundur..." dedi adam. "Biraz. Pek de iyi biliyorum diyemem."

"Berbattır. Trafikte ezdikleri hayvanları yiyip karın doyururlar desem yalan olmaz. Goriller kenti. Birayı yer, bardağı da içersin. Leş, leş."

"Uyarınıza teşekkürler," dedi Jack. Arabadan indi. Satıcı elini salladı, arabayı vitese taktı. Birkaç saniye sonra, turuncu güneşe doğru giden bir siyah siluetten ibaret kaldı.
3

Yol bir mil kadar dümdüz araziden geçiyordu. Jack iki katlı evler, çevrelerinde tarlalar gördü. Tarlalar kahverengi ve çıplaktı. Evler de çiftlik evi değildi. Seyrek seyrek, o boş tarlalara ve otoyol trafiğine bakan evlerdi. İnekler otlamıyor, atlar kişnemiyordu. Ne hayvan vardı, ne de çiftlik âletleri. Evlerden birinin önünde yarım düzine kadar çürümekte olan eski otomobil durmaktaydı. Buralarda oturanlar belli ki insanları hiç sevmeyen tiplerdi. Oatley bile fazla kalabalık gelmişti onlara. Boş tarlalar onlara şatolarının çevresindeki hendek gibi hizmet ediyordu.

Sonunda Jack bir kavşağa vardı. Karikatürlerdeki kavşaklar gibi bir yerdi. İki dar, boş yolun kesişmesi. İkisi de yokluktan gelip yokluğa giden yollar. Jack sırt çantasını ayarladı, ilk defa olarak yön seçiminde güvensizlik duydu. Köşede yol adlarının yazılı olduğu levhaları taşıyan kara direğe yanaştı. Sola döneceği yere sağa mı dönmeliydi? Levhaların birinde DOG-TOWN YOU diye yazılıydı. Dogtown, ha? Köpek kenti yani! Jack o yola baktığında sonsuz bir düzlük gördü. Yaban otlarıyla dolu tarlalar, bitmez bir asfalt. Kendi izlemekte olduğu yolun adı ise MILL YOLU'ydu. Değirmen yolu yani. Bir mil kadar ilerde, iki yandaki eğik ağaçların oluşturduğu bir tünel başlıyordu. Karanlıktı içi. Yanlarda sarmaşıklar pek sıktı. Sarmaşıklara bir de levha asılmıştı. Yazılar görülemeyecek kadar uzaktaydı. Jack elini cebine attı. Yüzbaşı Farren'in verdiği paraya dokundu.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə