Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə19/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   55

Ben farklıyım artık, diye düşündü Jack. Onlar gibi değilim artık ben.

Arabanın sürücü yerinden tıknaz, sansın bir çocuk indi. Kolsuz mavi bir yelek giymişti. Kızlara hiç yüz vermiyormuş numarasıyla hepsini çabucak çevresine topladı. Herhalde onlardan bir iki sınıf daha büyüktü bu çocuk lisede. Jack'e bir kere baktı, başını çarşı girişine çevirdi. Uzun boylu, kumral kız, "Timmy?" diye seslendi. "Evet, anladık," dedi çocuk. "Burada bu kadar kötü kokan nedir diye baktık." Kızlara kibirli kibirli gülümsedi. Kumral kız Jack'e alaya bir bakışla baktı, sonra arkadaşlarıyla birlikte asfalta yöneldi. Öteki kızlarla Timmy onu izlediler.

Jack onlar iyice uzaklaşana kadar bekledi, sonra çarşının cam kapısını otomatik olarak açan paspasa bastı.

İçerinin serin havası vücudunu sardı.

* * *


Çevresine kanepeler sıralanmış havuzun fiskiyesi iki katlı bir ev yük-sekliğindeydi. İki katlı çarşıda dükkânların önleri açıktı. Cam tavandan garip bir ışık giriyordu. Ortalığa mısır patlağı kokulan yayılmıştı. Jack kapılar arkasından kapanır kapanmaz ilk o kokuyu duydu. Kocaman bir arabada satılıyordu mısır patlağı. Sinema falan olmadığını hemen gördü Jack. Timmy'yle uzun bacaklı kızlar, yürüyen merdivenlerden çıkmaktaydılar. Herhalde yukardaki hamburger ve sosis satan dükkâna gidiyorlardı. Lokantamn adı Kaptan Masası'ydı. Jack ellerini pantolonunun ceplerine soktu, parmakları yine paralarına değdi. Speedy'nin gitar mızrabıyla Yüzbaşı Farren'in parası yanyana, cebindeydiler. Bir avuç bozuk parayla birlikte.

Jack'in bulunduğu katta, pastaneyle içki satan dükkânın arasında bir ayakkabıcı vardı. Jack hemen oraya yöneldi. Kasadaki görevli kasanın üzerinden eğildi, Jack'in ayakkabılan elleyişine baktı. Besbelli bir şey çalacağından kuşkulanmıştı. Jack masada duran pabuçlann markalannı hiç tanımıyordu. Nike'lar, Puma'lar yoktu burada. Spedster, Bullseye, Zooms gibi markalar vardı. Her çiftin bağlan birbirine bağlanmıştı. Lastik pabuçtu hepsi... Ama koşucu pabucu değildi. Herhalde bunlar da yeter, diye düşündü Jack.

Ayağına uyanların en ucuzunu satın aldı. Mavi ketendendi. Yanlarında kırmızı zikzak çizgileri vardı. Masadaki diğer pabuçlardan pek farklan yoktu. Kasaya gidip altı tane kâğıt dolar saydı, satıcıya torba istemediğini söyledi.

Havuzun önündeki banklardan birine oturdu, eski Nike'larını, bağlarını açmaksızn, burnuyla topuğuna basarak çıkardı. Yenilerini ayağına giyince neredeyse sevinçle içini çekecekti. Kanepeden kalktı, eski pabuçlarını kenardaki çöp varüine attı. Varilin üzerine beyaz boyayla, ORTALIĞI KİRLETMEYİN diye yazılmış, altına daha küçük harflerle, Tek yuvamız bu dünya, diye eklenmişti.

Jack çarşı boyunca ilerleyip telefon aradı. Mısır patlağı satan arabanın önünde elli sent daha feda etti, yağlı tuzlu patlaktan koca bir kap dolusu aldı. Ona mısırı satan orta yaşlı, melon şapkalı, pos bıyıklı adam, telefonların üst katta, 31 numaralı dükkâna bitişik köşede olduğunu söyledi, en yakın yürüyen merdivene doğru elini salladı.

Jack bir avuç mısın ağzına tıkarak yirmi yaşlarında bir kadının peşi sıra merdivenleri çıktı. Biraz daha önde, geniş kalçaları merdivenin tüm enini kaplayan bir kadın daha vardı. Her ikisi de pantolon takım giymişlerdi.

Eğer Jack bu çarşının içinde geçiş yaparsa, ya da bir iki mil uzakta geçiş yaparsa, burada duvarlarını sarsılacak, tavanlar mı çökecekti yani? Kibirli üç kızla Timmy'nin kafaları mı yarılacaktı? Diğer insanlar hastanelik mi olacaktı? Jack merdivenin orta yerindeyken böyle bir facia sahnesi canlandı gözünde. Çığlıklan bile duyabiliyordu. Aslında yok olan, ama yine de var olan çığlıkları.

Angola. Yağmur Kuşu Kulesi.

Jack avuçlannın terlemeye başladığını hissetti, onlan blucinine sildi.

Solda bir dükkânın tabelası pırıl pınl parlıyordu. Jack sağa döndü, koridor boyunca ilerledi. Duvarlar ve yerler parlak kahverengi fayanslarla kaplıydı. Biraz ilerde üç telefonu gördü. Onun karşısmda da erkekler ve kadınlar tuvaletlerinin kapılan vardı.

Jack ortadaki telefona yürüyüp 'O' numarayı çevirdi, sonra bölge kotunu çevirdi, Alhambra'nın numarasını ekledi. Cevap veren santrale,

"Dört yüz yedi ve dört yüz sekiz'deki Bayan Sawyer'e ödemeli telefon," dedi. "Jack arıyor."

Santral telefonu süite bağladı. Jack'in göğsü sıkışıverdi. Telefon çaldı, sonra ikirici, üçüncü kere çaldı. >

Az sonra annesinin sesi duyuldu. "Ah, Jack, sesini duyduğuma nasıl sevindim! Bu gıyaben annelik benim gibi birine zor geliyor. Sen yanımda olup garsonlara nasıl davranmam gerektiğini söylemeyince ne yapacağımı bilemiyor, seni çok özlüyorum."

"Sen o garsonlara göre fazla kibarsın da ondan," dedi Jack. Öyle rahatlamıştı ki, ağlamaya başlayacaktı neredeyse.

"İyi misin, Jack? Doğrusunu söyle bana."

'Tabii iyiyim. Evet, iyiyim. Bilmek istediğim, acaba sen. yani.-/.''

Telefonda elektronik bir fısıltı oldu, kumsal rüzgârları gibi bir parazit duyuldu.

"Ben iyiyim," dedi Lily. "Harikayım. En azından, daha kötü değilim... eğer merak ettiğin buysa. Herhalde senin nerede olduğunu bilmem iyi olur."

Jack durakladı. Parazit yine duyuldu. "Şimdi Ohio'dayım. Yakında Richard'ı görebileceğim."

"Eve ne zaman dönüyorsun, Jacky?"

"Bilemem. Keşke bilebilsem."

"Demek bilemezsin... bak, Jack, eğer baban sana o saçma adı takmamış olsa... ya da sen benden o izni on dakika daha erken, ya da on dakika daha geç istemiş olsan..."

Parazit arttı, annesinin sesini gölgeledi. Jack onun o çayhanedeki halini hatırladı. Yorgun ve zayıf. Yaşlı bir kadın. Parazit kesilince sordu. "Morgan Amcayla başın derde giriyor mu? Seni rahatsız ediyor mu?"

Annesi, "Morgan Amcanı çok tedirgin savdım buradan," diye güldü.

"Oraya mı geldi? Geldi, ha? Seni hâlâ rahatsız ediyor mu?"

"Senin gidişinden iki gün sonra defettim onu, yavrum. Sen onun için kaygılanıp kendine dert yaratma."

"Nereye gideceğini söyledi mi?" diye sordu Jack. Ama daha bu sözler ağzından çıkarken telefonda elektronik çığlıklar duyuldu. Düdükler kulağını tırmaladı Jack'in. Çocuk yüzünü buruşturdu, telefonu kulağından biraz uzaklaştırdı. Parazit öyle yüksek sesliydi ki, bu koridora kim adımını atsa duyardı. "ANNE!" diye bağırdı Jack. Telefonu kulağına cesaret edebildiği kadar yaklaştırmıştı. Parazit, gıcırtı, düdükler daha da arttı. Sanki istasyonlar arasına ayarlanmış bir radyonun sesi fazla açılmış gibi dolu.

Birden hat sessizleşti, Jack telefonu kulağına yapıştırdı, yalnızca ölü havanın kapkara sessizliğini duydu. "Hey," dedi, telefonun kancasını tıkırdattı. Telefondaki yamyassı sessizlik kulağına baskı yapıyor gibiydi.

Birden, sanki kancayla oynamak sebep olmuş gibi, çevir sesi düştü. Mantıklı bir şeydi bu hiç değilse. Jack sağ elini cebine attı, bir para daha aradı.

Kulaklığı sol eliyle tutuyor, sağıyla cebini yokluyordu ki, birden çevir sesinin kesilip boşluk verdiğini duydu, donakaldı.

Morgan Sloat'un sesi, sanki adam yanıbaşında duruyormuş gibi net bir tonda konuştu. "Eve dön, Jack." Havayı biçen bir neşterdi sanki o ses. "Sen bir an önce eve dön. Biz zorla götürmeden."

"Durun," diye yalvardı Jack. Kendisine zaman tanınması için yalvan-yordu. Aslında öyle korku içindeydi ki ağzından ne çıktığının farkında değildi.

"Daha fazla duramam, küçük dostum. Artık sen bir katilsin. Haklıyım, değil mi? Sen bir katilsin. Sana daha fazla şans tamyamayız. Bir an önce New Hampshire'daki o yazlık yere dön. Hemen. Yoksa belki çuval içinde dönersin."

* * *

Jack telefonun kapandığım duydu, kulaklığı elinden düşürdü. Duvardaki telefon sarsıldı, sonra yerinde oynadı, düştü. Önce tellere asılı kaldı, sonra gürültüyle yere çarptı.



Erkekler tuvaletinin kapısı açılıp duvara vurdu, Jack'in arkasından bir ses, "Devenin BAŞI!" diye bağırdı.

Jack döndü, yirmi yaşlarında bir gencin telefonlara bakmakta olduğunu gördü. Genç adamın önünde beyaz önlük, boynunda papyon kravat vardı. Dükkânların birinde çalıştığı belliydi.

"Ben yapmadım," dedi Jack. "Kendi kendine oldu."

"Vay canına!" Adam Jack'e bir an fincan gibi gözlerle baktı.

Jack koridorda geri geri gitmeye başladı. Merdivenlerin yan yoluna vardığında genç adamın, "Bay Olafson! Telefon, Bay Olafson!" diye haykırdığım duydu, dönüp koşmaya başladı.

Dışarısı pırıl pırıl aydınlık, şaşılacak kadar rutubetliydi. Jack gözleri kamaşmış durumda kaldırımda yürüdü. Otoparkın yarım mil kadar ilerisinde, siyahlı beyazlı bir polis arabasının köşeyi dönüp alışveriş merkezine doğrulduğunu gördü. Jack yan döndü; ilerlemeye devam etti. Biraz ilerde altı kişilik bir aile, çarşının öbür kapısından bir bahçe koltuğunu çıkarmaya uğraşıyorlardı. Jack yavaşladı, kan kocanın koltuğu çapraz eğişini seyretti.

Küçük çocuklar işi daha da zorlaştınyorlardı. Polis arabası tembel tembel ilerleyip otoparka girdi.

Uğraşan ailenin bulunduğu kapıyı geçtiğinde Jack yaşlı, siyah bir adamın tahta bir sandık üzerinde oturmakta olduğunu gördü. Kucağında bir gitar tutuyordu. Jack yaklaşırken, adamın ayaklannın dibindeki madeni kâseyi de gördü. Yüzü kirli camlı kara gözlüklerle, geniş kenarlı, lekeli bir şapkayla saklanmaktaydı. Blucin ceketinin kolu fil derisi gibi buruş buruştu.

Jack adamdan uzak geçebilmek için kaldınmm kenanna yanaştı, o sırada adamın boynundaki beyaz kartona yazılmış yazılan gördü. Rahatça okunabiliyordu.

DOĞUŞTAN KÖR

İSTEDİĞİNİZ ŞARKIYI ÇALAR

ALLAH RAZI OLSUN

Tam geçerken adamın kısık bir fısıltıyla, "Yaa, öyle," dediğini duydu.

Bölüm: 15

KARTOPU ŞARKI SÖYLÜYOR
1

Jack hemen siyah adama doğru seyirtti. Yüreği gümbür gümbür atıyordu.

Speedy?

Siyah adam eliyle yoklayarak kâsesini buldu, kaldırıp salladı. İçinde birkaç bozuk para şmgırdadı.



Bu Speedy. O kara gözlüklerin ardındaki Speedy.

Jack emindi bundan. Ama bir an sonra da, adamın Speedy olmadığından emindi. Speedy'nin omuzlan bu kadar köşeli bu kadar geniş değildi. Göğsü de bu kadar enli değildi. Omuzlan yuvarlak, biraz eğikti. Göğsü bu yüzden içine göçmüş gibi dururdu. Mississippi John Hurt gibiydi o, Ray Charles gibi değildi.

Şu gözlüklerini bir çıkarsa, o mu, değil mi emin olurdum.

Speedy'nin adını yüksek sesle söylemek üzere ağzını açtığı sırada yaşlı adam birden gitannı çalmaya başladı. Buruşuk parmaklan kurumuş cevizler gibiydi. Güzel çalıyordu. Jack az sonra melodiyi tanıdı. Babasının eski plaklarından biriydi. 'Mississipi John Hurt Aramızda' adlı longplaydendi. Kör adam şarkı söylemiyordu ama, Jack sözleri biliyordu.

İyi yürekli dostlar, söyleyin bana,

Zor değil mi Lewis'i yepyeni bir mezarda görmek,

Melekler gömdükten sonra...

O sırada sansın gençle üç kız çarşının o kapısından çıktılar. Kızlann ellerinde birer dondurma külahı vardı. Delikanlı sosisli sandviç yiyordu. Jack'in durduğu yere doğru ilerlediler. Tüm dikkatini yaşlı siyaha vermiş olan Jack onlan görmedi bile. Karşısındakinin Speedy olduğu düşüncesine saplanmış kalmıştı. Speedy de her nasılsa onun zihnini okuyor olmalıydı. Yoksa nasıl birdenbire Mississipi John Hurt sarkılan çalmaya başlayabilirdi? Hem de tam Jack'in aklından o şarkıcı geçerken... Üstelik şarkıda Jack'in yolculuk adı da geçiyordu.

Sansın genç, sosisli sandviçini sol eline aldı, geçerken Jack'in sırtına elinden geldiği kadar hızlı bir tokat indirdi. Jack'in dişleri dilinin üzerine kapandı. Acısı dayanılacak gibi değildi.

"Fazla kırıtma, kokarca!" dedi delikanlı. Kızlar gülüşüp bağnştılar.

Jack öne doğru sendelediğinde kör adamın kâsesine çarpmıştı. Bozuk paralar döküldü, yuvarlandı. Müziğin sesi de bu arada kesildi.

Tipik Amerikalı gençle üç prensesi uzaklaşıyorlardı, Jack arkalann-dan baktı, artık alışmaya başladığı o çaresiz öfkeyi bir kere daha hissetti. Kendi başına olmaktan geliyordu bu duygu. İnsanların insafına kalmış sayılacak kadar gençti. Kolay lokmaydı. Ruh hastası Osmond'dan gaddar Elbert Palamountain'a kadar herkesin. Yaşlı çiftçiye göre gündeliğin hakkım vermek için insan Ekim yağmurlan altında tarlalarda oniki saat çalışmalı, öğle molasında kamyonun gölgesinde ayakta durmalı, soğanlı sandviç yiyip İncil'den Hazreti Eyüb'ün sabnnı okumalıydı.

Jack'in uzaklaşan gençlere yetişmek gibi bir niyeti yoktu. Yalnızca içindeki garip bir duygu, isterse yetişebileceğini söylüyordu ona. Bir çeşit gücü varmış gibi hissediyordu. Elektrik yükü gibi bir şey. Bazen bunu baş-kalan da anlıyormuş gibi geliyordu ona. Kendisine bakan suratlardan okuyordu anladıklannı. Ama şimdi canı bu insanlara yetişmek istemiyordu. Tek istediği rahat bırakılmaktı. Çünkü...

Kör adam elleriyle yoklayarak dökülen paralarını bulmaya uğraşıyordu. Elleri kaldırımın üzerinde ağır ağır ilerlemekteydi. Sanki okuyordu kaldirimi. Bir on sente rastladı, alıp kâseye attı. Trink!

Jack tâ uzaktan,t kızlardan birinin sesini duydu. "Neden izin veriyorlar orada kalmasına? Öyle kaba görünüşlü şey ki!"

Daha uzaktan ötekinin sesi geldi. "Gerçekten öyle!"

Jack diz çöküp yardım etmeye koyuldu. Bozuk paralan birer birer topluyor, adamın kâsesine koyuyordu. Yerde siyah adamla yanyanayken ekşi ter kokusunu, küf kokusunu, baygın mısır kokusunu alabiliyordu. Şık giyinmiş çarşı müşterileri onların açığından dolaşmaktaydılar.

"Sağol, sağol," diye mırıldanıyordu kör adam tekdüze bir sesle. Jack adamın soluğunda baharat kokulan aldı. "Sağol, Allah razı olsun, sağol."

Bu adam Speedy.

Yoo, Speedy değil.

Sonunda onu konuşmaya zorlayan, yanında ne kadar az sihirli iksir kaldığını hatırlaması oldu... bunda da şaşılacak bir şey yoktu. İki yudumu ancak kalmıştı. Angola'da olup bitenlerden sonra bir daha Diyar'a gitmeye cesaret edip edemeyeceğini bilmiyordu gerçi. Ama annesinin hayatım kurtarmakta da hâlâ kararlıydı. Demek ki geçişi yapması da şarttı.

Tılsım dedikleri şey her ne olursa olsun, Jack'in onu almak için öteki tarafa geçmesi zorunluydu.

"Speedy?"

"Sağol, teşekkürler, Allah razı olsun, bir tanesi şu tarafa yuvarlanmamış mıydı?" Adam parmağıyla gösterdi.

"Speedy! Ben Jack!"

"Buralarda Speedy diye bir şey yok() evlât. Hiç yok hem de." Adamın elleri beton üzerinde demin işaret ettiği tarafa doğru kayıyordu. Sonunda beş senti bulup kâseye attı. Öteki eli şık giyinmiş bir kadının ayakkabısına değdi. Kadınm güzel, boş ifadeli yüzü tiksintiyle kınştı, hemen oradan uzaklaştı.

Jack son parayı çamurların içinden aldı. Gümüş bir dolardı... Bir yüzünde Özgürlük Anıtının suratı vardı.

Gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Kirli suratından akarken onla-n titreyen koluyla sildi. Jack o anda Thielke, Wild, Hagen, Davey ve Hei-del için ağlıyordu. Annesi için ağlıyordu. Laura DeLoessian için ağlıyordu. Arabacının çamurlarda, cepleri dışarıya çekilmiş durumda yatan oğlu için ağlıyordu. Ama en çok da kendisi için ağlıyordu. Yollardan usanmıştı.

Belki insan Cadillac'la gidiyor olsa, hayallerdeki yolculuklar gibi olabilirdi ama, otostopla gidince, hikâye uydura uydura gidince, elâlemin insafına sığınmış demekti. Bir smavdı bu tür yolculuk. Jack artık yeterince sınavdan geçtiğini düşünüyordu. Ama ağlayarak kurtulabileceği bir şey değildi ki bu! Ağlayıp sızlanmaya kalkarsa annesi kanserden ölecek, Morgan Amca da Jack'in hakkından gelecekti.

"Yapamayacağım galiba, Speedy!" diye ağladı. "İnanamıyorum, dostum."

Kör adam bu sefer dökülen paralan bırakıp elleriyle Jack'i aradı. Duyarlı, sezgili parmaklar Jack'in kolunu buldu, yakaladı. Jack her parmağın ucundaki nasırlan hissedebiliyordu. Adam Jack'i kendine çekti, ter, sıcak ve baharat kokulan arasında Jack yüzünü Speedy'nin göğsüne gömdü.

"Haa, evlât! Ben Speedy falan bilmem ama sen galiba ona çok güveniyorsun. Sen..."

"Annemi özlüyorum, Speedy," diye ağladı Jack. "Sloat da peşimde. Çarşıdaki telefonda o vardı, o vardı. Hem en kötüsü o kadarla kalmıyor. En kötüsü Angola'da oldu... Yağmur Kulesi... deprem... beş kişi... ben, ben yaptım. Speedy, ben öldürdüm onlan. Bu dünyaya geçerken öldürdüm onlan. Babamla Morgan nasıl Jerry Bledsoe'yu öldürdülerse öyle!"

Baklayı çıkarmıştı ağzmdan artık. En kötüsünü. Boğazına ağırlık veren suçluluk duygusunu küsmüştü. Boğacaktı yoksa o duygu onu. Birden bir ağlama krizine tutuldu. Ama bu sefer korkudan değil, rahatlamış olmaktan ötürü ağlıyordu. Söylemişti artık. Katildi kendisi.

"Uuuu-iii!" diye bağırdı siyah adam. Sapıklar gibi zevklenmişti sanki. Jack'i ince, güçlü koluyla bağnna basıp salladı. "Sen pek ağır bir yük taşımaya çalışıyorsun, evlât. Öyle, evet. Belki birazını sırtından indirsen iyi edersin."

"Ben öldürdüm onlan," diye fısıldadı Jack. "Thielke, Wild, Hagen, Davey..."

"Eğer dostun Speedy burada olsa," diye söze başladı siyah adam, "sana bütün dünyayı omuzlannda taşıyamazsın derdi, evlâdım. Yapamazsın bunu. Kimse yapamaz. Dünyayı sırtında taşımaya kalktın mı, önce sırtın kınhr, sonra da ruhun kınlır!"

"Ben onlan öl..."

"Kafalarına tabanca dayayıp tetik mi çektin birilerinin?"

"Hayır... deprem... ben geçiş yaptım..."

"Ben öyle şeyleri anlamam," dedi siyah adam. Jack ondan biraz uzaklaşmış, merakla yüzüne bakıyordu. Ama siyah adam başım otoparka doğru çevirmişti. Eğer gerçekten korse, demek polis arabasının güçlü motor sesini öteki arabalardan ayırabiliyordu. Dosdoğru yaklaşan polis arabasına bakmaktaydı çünkü. 'Tek bildiğim, senin bu öldürme fikrini biraz geniş tuttuğun. Şimdi biz burada otururken karşımızda biri kalp krizinden ölse, ben öldürdüm diyeceksin. Ah, ben burada oturuyorum diye öldü, aaaah, vaaah, diyeceksin, ha?" Yaşlı adam keyifle güldü.

"Speedy..."

"Burada Speedy diye bir şey yok dedim ya," diye tekrarladı siyah adam. Sonra çarpık bir gülüşle sarı dişlerini gösterdi. "Bir tek, kendilerini suçlamakta acele eden tipler var. Belki başkalarının başlattığı şeylerin suçlarım üstleniyorlardır. Sen belki kaçıyorsun, belki de kovalanıyorsun, yavrum!"

Gitarında bir la akoru vurdu.

"Belki de akorun tutmuyor biraz."

Bu sefer do akoru vurdu. Jack elinde olmadan gülümsedi.

"Belki de bir başkası el atıyordur senin alanına."

Tekrar la akoruna dönmüştü. Sonra gitarını kaldırıp bir kenara koydu. Bir arada polis arabasındaki iki polis yazı tura atıyorlar, ihtiyar kartopu polis arabasına binmek istemezse içlerinden hangisinin ona dokunmak zorunda kalacağını kararlaştırmaya çalışıyorlardı.

İhtiyar tekrar güldü. "Belki sonunda mahv, belki gam, belki şu, belki bu vardır," dedi. Sanki Jack'in korkulan ömründe işittiği en komik şeymiş gibi davranıyordu.

"Ama neler olabileceğini bilemiyorum ki eğer..."

"Kimse bir hareketi yapınca ne olacağım bilemez, değil mi?" diye onun sözünü kesti belki Speedy olan, belki de olmayan siyah adam. "Hayır, kimse bilmez. Bunu düşünürsen hiç evinden çıkamazsın ki! Çıkmaya korkarsın! Senin sorunların nedir, bilmem, evlât. Bilmek de istemem. Depremlerden falan dem vurmak belki de çılgınlık. Ama bana yardım edip paraları topladığına, hiçbirini de çalmadığına göre (tıkırtıları saydım, oradan biliyorum) ben de sana bir öğüt vereyim istersen. Bazı şeylere engel olmak insanın elinden gelmez. Bazen biri bir şey yaptı diye insanlar ölür., ama belki o kişi o şeyi yapmasaydı çok daha fazla insanlar ölürdü. Ne demek istediğimi anlıyor musun, evlât?"

Kirli güneş gözlükleri Jack'e doğru eğildi.

Jack içinden derin bir rahatlama duygusu hissetti. Anlıyordu, evet. Kör adam zor Seçeneklerden söz etmökteydi. Zor seçeneklerle suç işleme arasında bir fark olduğunu söylüyordu. Belki bu işte bir suç yoktu. Belki de suçlu az örîte kendisine eve dönmesini söyleyen adamdı. Kör adam elini uzatıp gitarda bir re majör akoru vurarak konuştu. "Hattâ belki de her şey Tann'ya hizmet etmek içindir. Anamın bana dediği gibi, belki senin ananın da sana dediği gibi. Tabii anan iyi bir kadınsa. Belki biz bir şeyi yapmayı düşünüyor, sonra başka bir şey yapıyoruzdur. Kutsal Kitap bir yığın şey söyler ama, içlerinden kötüymüş gibi görünenler bile Tann'ya hizmettir. Ne dersin, evlât?"

"Bilemiyorum," dedi Jack dürüstlükle. Kafası karmakarışıktı. Gözlerini kapadığı anda telefonun duvardan kopup ucunda telleriyle manyak bir kukla gibi düşüşü geliyordu gözünün önüne.

"Eh, kokuya bakılırsa bu iş seni içmeye sürüklüyor galiba." "Ne?" diye şaşaladı Jack. Sonra düşündü. Ben zaten Speedy'nin Mississippi John Hurt'e benzediğini hep düşünürdüm. Bu adam da bir John Hurt şarkısı çalıyordu... Şimdi bana sihirli iksirden söz ediyor. Dikkatli davranıyor ama, ondan söz ettiğinden eminim... öyle olmak zorunda!

Jack alçak sesle, "Zihin okuyorsun herhalde," dedi. "Öyle değil mi? Bunu Diyar'da mı öğrendin, Speedy?"

"Zihin okumaktan anlamam," dedi kör adam. "Ama farlanm söneli bu Kasım'da tam kırk iki yıl doluyor. Kırk iki yılda insanın burnu da, kulakları da epey keskinleşir. Senden ucuz şarap kokusu alıyorum. Üstünden başından tütüyor. Sanki saçlannı onunla yıkamışsın!"

Jack garip bir suçluluk duydu. Kendisi suçsuzken biri onu suçladı mı hep böyle bir duyguya kapılırdı zaten. Bu dünyaya geçiş yapmadan önce, hemen hemen boşalmış bir şişeye şöyle bir dokunmuştu, o kadar. Dokunmak bile dehşetle doldurmuştu içini. Sihirdi bu bal gibi. Güçlü sihirdi. Ve bazen insanlann ölümüne sebep oluyordu.

"içmedim aslında, gerçekten içmedim," diyebildi sonunda, "Yola çıkarken yanıma aldığım hemen hemen bitti sayılır. Onu... yani... tadını sevmiyorum bile!" Midesi korkuyla burkuluyordu. Sihirli iksiri düşünmek bile midesini bulandırmaktaydı. "Ama biraz daha lâzım. Ne olur ne olmaz diye."

"Daha mor şarap, ha? Sen yaşta bir çocuğa, ha?" Kör adam güldü, bir elini havada salladı. "Yahu, sana o gerekli değil. Hiçbir çocuğun ihtiyacı yok o zehire... yolculuk yapabilmek için."

"Ama..."

"Bak, seni neşelendirmek için bir şarkı söyleyeyim. Galiba ihtiyacın var."

Şarkıya başladı. Şarkı söylediği zaman sesi konuşurkenki sesine hiç benzemiyordu. Derin, tok, güçlü bir sesti. Konuşurkenki ince zenci tizleşmeleri yoktu. Hemen hemen eğitilmiş, kültürlü bir sesti. Opera şarkıcılan-nınki gibi. Jack kollarında, sırtında tüylerinin dikleştiğini hissetti. Kaldırımda bulunanların başları o yana döndü.

"Kırmızı kuş sekmeye başlayıncaaa.... gözyaşı akacak ötmeye başlayın-caaa..."

Jack'in içinde bunu daha önce de duymuş gibi bir duygu uyandı. İhtiyar o sarı dişleriyle sırıtırken bu duygunun nereden geldiğini anladı. O başların neden döndüğünü de anladı. Bu seste harikulade güzel, yabana bir duruluk vardı. Yarım mil ilerdeki turpun kokusunu getiren havanın duruluğu gibi bir şey. Şarkı bir Tin Pan Alley sarkışıydı ama ses kesinlikle Diyar'a ait bir sesti.

"Kalk... kalk yatağından uykucuuu... çık... çık yatağından artııık, yaşa, sev, gül, eğl..."

Gitar da, adamın sesi de birden kesildi. Dikkatle adamın yüzüne bakıp kirli gözlük camlarının gerisinden Speedy Parker'ın gözlerini görmeye çalışan Jack başını kaldırdı, ihtiyann yanına dikilmiş duran iki polisi gördü.

Kör gitarcı birden konuştu. "Biliyorsun, gözüm görmüyor ama, burnuma kesinlikle lacivert bir koku geliyor."

Polislerden biri, "Allah belânı versin, Kartopu!" diye bağırdı. "Bu çarşıda çalışmayacaksın demediler mi sana? Yargıç Hallas ne dediydi geçen defa seni kodese tıktığında? Merkez Caddesiyle Mural Caddesi arası, başka yer olmaz, demedi mi? Amma da bunadın artık! Şeyin çürüdü gitti, hâlâ da..."

İkinci polis elini arkadaşının omzuna dayayıp çenesiyle Jack'i gösterdi.

Birinci polis çocuğa döndü. "Git annenin yanına, çocuk!" dedi kısaca. Jack kaldırım boyunca yürümeye başladı. Kalamazdı artık burada.

Yapabileceği bir şey olsa bile kalamazdı. Şansı vardı ki polisler bu Kartopu denilen adamla uğraşıyorlardı. Jack'e ikinci kere baksalar, kimliğini isterlerdi garanti. Ayağında ister yeni pabuç olsun, ister olmasın, kılığı yine de perişandı. Polislerin yollara düşmüş çocukları tanıması o kadar da zor iş değildi. Jack de tipik yol çocuğuydu.

Kendini ZanesviSe cezaevine tıkılmış gördü. Buranın polisleri herhalde tertemiz giyinmiş, lacivert üniformalı gençlerdi. Hepsi Paul Harvey'i dinler, hepsi Başkan Reagan'ı tutardı. Jack'in kimin çocuğu olduğunu öğrenmeye çalışacaklardı.

Hayır, Zanesville polislerinin kendisine ikinci kere bakmasını istemiyordu.

Arkasından, bir motor sesi yaklaştı.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə