Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə16/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   55

Jerry Bledsoe.
4

Başka evler de vardı. Jack onları önlerine gelene kadar göremedi. Geride bıraktığı kahvede içki içen gürültücü sarhoşlar hariç, Diyar halkı erkenden yatıyordu. Bu seferki küçük pencerelerde mumlar yakılmamıştı. Küçük, karanlık evler, Batı Yolunun kenannda şaşılacak bir yalnızlık içindeydiler... bir terslik vardı. Çocuk dergilerindeki bilmeceler gibi bir şey... Ama Jack onun ne olduğunu anlayamıyordu. Gördüklerinin hiçbiri başaşa-ğı değildi, hiçbiri alev almamıştı, hiçbir şeyde dikkati çekecek bir gariplik yoktu. Evlerin çoğunun damı saman yığınıydı. Jack böyle kulübeleri duymuştu ama hiç görmemişti. Morgan, diye düşündü, birden paniğe kapıldı. Orris'li Morgan. Birden ikisi birden belirdi gözünün önünde. Uzun saçlı, tek çizmesi dolgulu adamla, babasının ter içinde işkolik ortağı. İkisi bir an birleşti. Morgan Sloat... korsan saçlı, hafif aksak yürüyen adam. Ama Morgan... bu dünyanm Morgan'ı, Jack'in karşısında gördüğü diyann tek ters yanı değildi.

Jack şu anda küçük, tek katlı bir binanın önünden geçiyordu. Tavşan kulübesi gibi bir yerdi. Koyu renk tahtalar çapraz çakılmış, çılgın 'X' desenleri oluşturuyordu üzerinde. Bunun da damında samanlar örtülüydü. Eğer şu anda Oatley'den çıkıyor olsa, daha doğrusu Oatley'den kaçıyor olsa, bu koca tavşan yuvasında ne bulmayı umabilirdi? Birden anladı. Bir televizyon ekranının ışığı görünmeliydi pencereden. Ama tabii Diyar'm evlerinde televizyon yoktu. Onu şaşırtan şey aslında parlak ekranın yokluğu değildi. Başka bir şeydi. Genel manzarada bir eksiklik vardı. Ne olduğunu anlayamasa bile, eksikliği hissedebiliyordu insan.

Televizyon... televizyon alıcıları... Jack evin önünden geçti, yol boyunca kapıların sokak kenarına çok yakın olduğuna dikkat etti. ikinci evin damı saman değil, çalı çırpıydı. Jack kendi kendine gülümsedi. Bu minik köy ona Hibbiton'u hatırlatıyordu. Acaba buraya belediyenin adamlan uğrar da, şu köpek kulübesinin sahibine, "Bayan, bu bölgeye kablo çekiyoruz, çok düşük bir aylık ücret karşılığında sizi de bağlarız, onbeş yeni kanal, spor karşılaşmaları, hava raporları, her istediğiniz prog..."

Bunu düşünürken birden anladı. Bu evlerin önlerinde elektrik direği yoktu. Kablo yoktu. Göklere televizyon antenleri uzanıp manzarayı karıştırmıyordu. Batı yolu boyunca bir direkler ormanı yolu sınırlayıp gitmiyordu, çünkü Diyar'da elektrik yoktu. İşte bu yüzden neyin ters olduğunu anlamak istememişti Jack. Çünkü Jerry Bledsoe hiç değilse bir süre için Sawyer Sloat'un elektrikçisi ve ustabaşıydı.
5

Babasıyla Morgan Sloat o gün Bledsoe'nun adını andıklarında Jack o adı hiç duymadığını düşünmüştü. Oysa şimdi hatırlıyordu. Ustabaşının adını daha önce de bir iki kere duymuş olmalıydı. Ne var ki Jerry Bledsoe her zaman için Jeny'di. Tıpkı göğüs cebinde yazdığı gibi. "Jerry şu hava tertibatını düzeltemez mi?" "Jerry'ye söyle de şu kapınm menteşelerini yağlasın, olmaz mı? Gıcırdaması beni deli ediyor." Jerry de, iş tulumu tertemiz, ütülü, pas rengi saçları yamyassı taralı, yuvarlak çerçeveli gözlüğüyle çıkagelir, bozuk olan her neyse tamir ederdi. Bir de Bayan Jerry vardı. İşçi tulumunun ütü katlarım böyle düzgün koruyan kadın oydu. Minik Jerry'ler de vardı... Sawyer Sloat onları hep hatırlardı. Noel'lerde. Jack'in yaşı çok küçük olduğundan, Jerry admı kedi Tom'un ezeli hasmıyla karıştırır, Jerry'leri dev bir fare deliğinde yaşıyorlar sanırdı. Duvarm altındaki süpürgeliğe oyulmuş yuvarlak bir delikte.

Ama kim öldürmüştü Jerry Bledsoe'yu? Neden babasıyla Morgan Sloat hep Noellerde o kadar tatlı davranıyorlardı Bledsoe'ların çocuklarına?

Jack Batı Yolu'nun karanlığında ilerlerken, keşke Sawyer Sloat'un ustabaştnı unutabilseydim, diye düşündü. Keşke o gün kanepenin arkasına girdiği anda uyumaya başlasaydı.

Uykuya şu anda da çok ihtiyacı vardı. Altı yıl geriye giden o konuşmanın içinde uyandırdığı duygulardan uzaklaşmak için istiyordu uyumayı. Son evi iki mil kadar geçince kendine uyuyacak bir yer bulacağına dair söz verdi. Bir tarla belki. Hattâ bir hendek. Bacakları artık kıpırdamak istemiyordu. Kasları, hattâ kemikleri, her zamankinin iki katı ağırlığınday-dı.

Jack'in kapalı bir yere babasımn ardı sıra girip, Phil Sawyer'in kayıplara karıştığını görmesi olaylarından birinin hemen arkasından yeralmıştı o konuşmalar. Daha sonra da olmuştu babasının öyle kaybolma olayları. Yatak odasından, yemek odasından, Sawyer Sloat'daki konferans salonundan yokolmuştu kaç kere. O sefer de Rodeo Yolu üzerindeki evin garajında epey şaşırtıcı bir numara çekmişti.

Jack bahçedeki tümseğin ardında, göze görünmeden oturuyordu. Beverly Hills'in bu yöresinde 'tepe' denmeye en lâyık yükseltiler bunlardı işte. Babasımn evden çıktığını, cebinde bozuk para veya anahtarları şıngır-datarak çimenler üzerinden ilerleyip garaja yan kapıdan girdiğini gördü. Garajm önündeki beyaz kapının birkaç saniye sonra açılması gerekiyordu ama o kapı inatla kapalı kaldı. Jack o sıra babasmın arabasının evin önündeki kaldırıma parketmiş olduğunu gördü. Lily'nin arabası ise evde yoktu. Lily az önce ağzına bir sigara kıstırmış, Toprak Yol filminin provasına gideceğini, kimsenin Tanrı aşkına kendisine bir şey sormamasını söyleyip arabasına binmiş, gitmişti. Jack birkaç dakika bekledi, hiçbir şey olmadı. Sonunda Jack çimenlik tepeyi dolaşıp ilerledi, garaja girdi. İçerisi bomboştu. Beton tabanda koyu renk yağ lekeleri vardı. Duvarlardaki kancalardan âletler sarkıyordu. Jack şaşkınlıkla inledi, "Baba?" diye seslendi, emin olmak için her tarafı tekrar aradı. Duvar dibindeki gölgede bir çekirge gördü. Bir an için kötü yürekli bir sihirbazın gelip babasını... Derken çekirge görünmez bir yarıktan girip kayboldu. Hayır, babası çekirge olamazdı. Elbette olamazdı. "Hey," dedi çocuk kendi kendine. Geri geri yan kapıya gitti, garajdan çıktı. Rodeo Yolu'nun çimenlerine güneş vurmuştu. Birini çağırmak istiyordu ama... kimi? Polisi mi? Babam garaja girdi, ben onu orada bulamadım, korkuyorum...

İki saat kadar sonra Phil Sawyer sokağın üst başından yürüyerek geldi. Ceketini omzuna atmış, tek parmağıyla taşıyordu. Kravatını gevşetmiş-ti. Jack'in gözüne dünya gezisinden dönen bir adam gibi göründü.

Jack nöbet beklemekte olan tepecikten koptu, olanca hızıyla babasına uçtu. Onun dizlerine sarılırken Phil Sawyer, "Ne kadar da hızlı koşuyorsun, Gezgin Jack," dedi.

Eve yaklaşırken içerde telefonun çaldığım duydular. Jack'in içinde bir güdü, belki babasına yakın olma isteğinden doğan bir güdü, inşallah telefon oniki kere çalmıştır da, arayan babam yetişemeden kapatır, diye dua etmesine yol açtı. Babası onun saçlarını okşadı, kocaman, sıcacık elini onun ensesine dayadı, sonra kapıyı açtı, beş koca adımda telefonun yanma vardı. "Evet, Morgan," dediğini duydu Jacky babasının. "Öyle mi? Kötü haber mi? Eh, söylesen iyi olur bana. Evet." Uzun bir sessizlik oldu. Çocuk o arada telefondan Morgan Sloat'un kesik cümlelerini anlayamadan duyabiliyordu. "Ah, Jerry. Tanrım. Zavallı Jerry. Hemen geliyorum." Babası dosdoğru Jack'e baktı. Gülümsemiyordu. Göz de kırpmıyordu. Yalnızca bakıyordu öyle. "Geliyorum, Morgan. Jack'i de getirmek zorundayım ama o arabada bekleyebilir." Jack kaslarının rahatladığını hissetti. Öyle memnun olmuştu ki, neden arabada beklemek zorunda olduğunu sormadı bile. Oysa başka zaman olsa sorardı.

Phil arabayı Rodeo Yolu'ndan Beverly Hills'e sürdü, Sunset Bulva-rı'na varınca sola saptı, büroya doğruldu. Hiçbir şey söylemiyordu.

Karşıdan gelen trafiğin arasından geçip binanın yanındaki otoparka girdi. Orada daha şimdiden iki polis arabası, bir itfaiye arabası, Morgan Amca'mn cep boyu beyaz Mercedes'i, ustabaşının paslı Plymouth'u durmaktaydı. Girişin hemen yanında Morgan Amca bir polisle konuşuyor, adam ağır ağır başını sallıyor, besbelli anlayış gösteriyordu. Morgan Sloat'un sağ kolu incecik genç bir kadının omzunu sıkıp durmaktaydı. Kadın üzerine büyük gelen bir elbise giymiş gibiydi. Yüzünü Morgan Amca'mn göğsüne gömmüştü. Bayan Jerry'ydi bu. Jack biliyordu. Beyaz bir mendili gözlerine bastırıyordu. Başlıklı, yağmurluktu bir itfaiyeci, içeri holdeki bir yığın kırık camı biraraya toplayıp bir küme yaptı. Phil, "Bir dakika burada otur, e mi, Jacky?" deyip arabadan atladı, kapıya doğru koştu. Genç bir Çinli kadın otoparkın ucundaki betona oturmuş bir polisle konuşmaktaydı, önünde harap bir âlet yığılıydı. Jack onun bisiklet olduğunu anladı. Soluğunu içine çekerken burnuna acı duman kokulan geldi.

Yirmi dakika sonra babası Morgan Amca'yla birlikte binadan çıktı. Morgan Amca hâlâ Bayan Jerry'nin omzuna sarılmış durumda, Sawyer'le-re el sallayarak veda etti. Kadını kendi arabasının yolcu koltuğuna bindirdi. Jack'in babası da arabasına bindi, otoparktan çıkıp Sunset trafiğine karıştı.

Jack, "Jerry'ye bir şey mi olmuş?" diye sordu.

Babası, "Akla gelmez bir kaza," dedi. "Elektirk... bütün bina yanabilirdi."

"Jerry'ye bir şey oldu mu?"

"Öyle kötü şeyler oldu ki, öldü zavallı," dedi babası.

Jack'le Richard Sloat'un kulaktan kaptıklarıyla hikâyeyi toparlayabil-meleri iki ay sürdü. Jack'in annesi, Richard'lann ev hizmetçisi de eksik ayrıntıları tamamladılar. En kötü ayrıntılar hizmetçiden gelenlerdi.

Jerry Bledsoe Cumartesi günü binanın güvenlik sistemindeki bir arızayı onarmak üzere işe gelmişti. Hafta içi günlerde bu duyarlı sisteme el atarsa, yanlışlıkla alarmı çaldırabilir, binadaki kiracıları korkutabilirdi. Güvenlik sistemi binanın ana elektrik panosuna bağlıydı. Pano giriş katı holünde, önü bir tahtayla kaplı yerdeydi. Jerry âletlerini yere koymuş, tahta kapağı açmıştı. Binanın boş olduğunu, alarm çalarsa kimsenin telâşa kapılmayacağını biliyordu. Sonra bodruma inmiş, kendi çalışma odasmdan telefon açmış, bölge karakoluna kendisi bir daha telefon edene kadar Sawyer ve Sloat binasından gelebilecek uyanlara aldırmamalannı söylemişti. Giriş katma çıktığında, yirmi üç yaşında, Lorette Chang adlı Çin kökenli kadın bisikletiyle binanın otoparkında dolaşıyor, onbeş güne kadar açılacak yeni bir lokantanın ilânlarını arabalara dağıtıyordu.

Bayan Chang sonradan polise verdiği ifadede binanın ön camından içeriye baktığında bir işçinin bodrum katından giriş katına çıkışını gördüğünü söylemişti. Daha işçi tornavidasını alıp panoya doğru kaldırmadan önce kadın otoparkın ayaklan altında titrediğini hissetmişti. Herhalde küçük bir deprem olmalı, diye düşünmüştü. Ömrü boyunca Los Ange-les'de yaşamış biri olarak, ufak tefek sismik olaylardan telâşlanmazdı Loretta. Jerry Bledsoe'nun ayaklannı açıp yere sağlam bastığım görmüştü. Demek o da hissetti, diyordu. Sonra adam başım sallamış, tornavidasını yavaşça panoya uzatmıştı.

İşte o anda Sawyer ve Sloat binasının giriş holü bir cehenneme dönmüştü.

Pano bir anda dikdörtgen biçiminde bir alev kitlesine dönüşmüştü. Panodan fırlayan şimşeğe benzer mavimsi san ışıklar işçinin çevresini sarmıştı. Elektronik düdükler ötüyor, ötüyordu. KAAUAAAM! KAAUAAA-AM! Duvardan bir seksen boyunda bir ateş parçası fırladı, zaten ölmüş olan Jerry Bledsoe'yu yana attı, koridor boyunca lobiye doğru yuvarlandı, diye anlatıyordu Loretta Chang. Saydam kapı tuzla buz olmuştu. Genç kadın pisliklerini fırlattığı gibi en yakın jetonlu telefona koşmuştu. Karşı kaldırımdaydı telefon. İtfaiyeye binanın adresini verirken bisikletinin kapıdan fırlayan o kuvvetin etkisiyle eğrilip bükülmüş olduğunu görmüştü. Jerry Bledsoe'nun kızarmış cesedi hâlâ panonun önünde, ayakta sallanıp duruyordu. Binlerce volt vücuduna akıyor, vücudu kıpırdatıp duruyordu. Ustabaşının tüm vücut tüyleri ve giysilerinin de büyük kısmı yanmış, yok olmuştu. Teni kül gibi, yer yer leke lekeydi. Gözlüğü erimiş kahverengi çerçeve macun gibi burnunun üzerine yayılmıştı.

* * *

Jerry Bledsoe. Kim yapıyor değişiklikleri, Baba? Jack kendini yürümeye zorladı, son evden sonra en az yanm saat daha yürüdü. Gökyüzünde tanımadığı yıldızlar değişik biçimlerde panldıyordu. Okuyamadığı bir dilde mesajlardı bunlar.



Bölüm: 12

JACK PAZARA GİDİYOR


1

O gece Diyar'da, tatlı kokan bir saman yığını içinde uyudu. Önce yığının içine giren bir tünel açmıştı. Oradan temiz hava alabiliyordu. Bir süre kulak kabartıp tıkırtı dinledi. Tarla farelerinin saman yığınlanna bayıldığını duymuştu bir yerlerden. Bu yığında da fare varsa, herhalde Jack Sawyer adlı koca fareden korkmuş, sessizleşmiş olmalıydı. Yavaş yavaş sakinleşti. Sol elinin parmakları Speedy'nin şişesini okşuyordu. Kaybolan kapağın yerine şişenin ağzını dereden bulduğu bir mantarla tıkamıştı. Belki mantardan kopan bir parça şişenin içine düşerdi. Belki düşmüştü bile. Ne yazık... o güzelim lezzet, bozulmuş muydu yoksa!

Samanlann arasında yatıp özlediği sıcağın tadını çıkanrken içindeki duygulann en yoğunu rahatlama duygusuydu. Sanki sırtındaki yüz kiloluk yükü yere indirmişti. Diyar'daydı yine. Orris'li Morgan gibi, Kırbaçh Osmond gibi, Yaratık Elroy gibi harika tiplerin vatanıydı burası. Her şey olabilirdi burada.

Ama Diyar güzel de olabilirdi. Bunu çocukluğundan hatırlıyordu. Herkes California'da otururken, kimse başka yerde oturmazken... Diyar güzel bir yer olabilirdi. Şu anda o güzellikleri çevresinde hissediyordu. Sakin, tatlı bir saman kokusu... Diyar'ın havası kadar tatlı.

Acaba bir sinek, ya da yusufçuk, düştüğü tuzağı kıpırdatan bir rüzgâr çıkar da kurtulmasını sağlarsa böyle rahatlar mıydı? Jack bilemiyordu... ama kendisi artık Oatley'den de, Güzel Hava Klüplerinden de, çalıntı alışveriş arabalan için ağlayan gözü yaşlı, kusmuk kokulu ihtiyarlardan da kurtulmuştu... en önemlisi, Smokey Updike'dan ve Oatley Barından kurtulmuştu.

Her şeye rağmen yolculuğuna bir süre Diyar'da devam edebileceğini düşünmekteydi.

Bunu düşünerek uykuya daldı.
2

Ertesi sabah Batı Yolu üzerinde iki, hatta belki üç mil kadar yürüdü. Güneş pırıl pırıl, tarlaların kokusu yaz sonu hasat kokuşuydu. O sırada bir araba belirdi, bıyıklı çiftçi yaklaşıp bağırdı.

"Pazara mı, evlât?"

Jack ona ağzı açık baktı. Yan yarıya paniğe kapılmıştı. Bu adam İngilizce konuşmuyordu. Eski İngilizce bile konuşmuyordu. Hiç İngilizce değildi söyledikleri.

Çiftçinin yanında bir kadın vardı. Üç yaşlarında bir çocuğu kucağında tutuyordu. Jack'e tatlı tatlı gülümsedi, kocasına gözlerini devirdi. "Çocuk aptal, Henry."

Bunlar İngilizce konuşmuyor... ama her nece konuşuyorlarsa, ben ne dediklerini anlıyorum. Hattâ o dilde düşünüyorum... hepsi o kadar da değil... o dilde görüyorum... o dille görüyorum... her ne demekse o.

Jack aynı şeyi Diyar'a geçen gelişinde de yapmış olduğunu şimdi anlıyordu. Ama o sefer kafası fazlaca karışık olduğundan farkına varamamıştı. Her şey çok hızlı olup bitmişti. Her şey pek bir garip görünmüştü.

Çiftçi öne doğru eğildi, gülümsedi, korkunç dişlerini gösterdi. "Aptal mısın, çocuk?" diye sordu iyi yürekli bir tavırla.

"Hayır." Jack de elinden geldiği kadar gülümsedi. Aslında 'Hayır' dememiş. Diyar dilindeki karşılığını söylemişti. Geçişi yaparken dili, düşünceleri de değişiyordu. Kelime dağarcığında o sözcük yoktu ama, ne demek olduğunu yine de biliyordu. Tıpkı giysilerinin değiştiği gibi değişiyordu bunların hepsi. "Aptal değilim. Annem yabancılarla konuşurken dikkatli ol dedi de..."

Bu sefer çiftçinin karısı gülümsedi. "Annenin hakkı var," dedi. "Pazara mı gidiyorsun?"

"Evet. Batıya."

"Atla öyleyse arkaya,'.Ldedi Henry. "Vakit ilerliyor. Malımı satıp gün batarken dönmek istiyorum. Mısırlar biraz zayıf ama, mevsim sonu malı. Bu ay mısır çıktığına şükür yine de. Belki bir alıcısı çıkar."

"Sağolun," dedi Jack. Arabanın arkasına tırmandı. Düzinelerce mısır, iplerle bağlanıp yığılmıştı buraya. Eğer bu mısırlar zayıfsa, iyisi nasıl olurdu acaba buralarda? Bunlar Jack'in ömründe gördüğü en iri mısırlardı. Ayrıca küçük kabaklar, başka sebzeler de vardı. Köşedeki bal kabaklan turuncu değil de kırmızımsıydı. Jack onların gerçekten balkabağı olup olmadığını bilmiyordu ama, tadı harika olmalıydı. Karnı guruldadı. Yola çıktı çıkalı, açlığın ne demek olduğunu da öğrenmişti. Gelip geçici bir şey değildi açlık. Okulda birazcık hissedip bir bisküvi, bir Coca Cola'yla bastı-rabilecek, giderilebilecek bir şey değildi. Yakın dostu olmuştu artık Jack'in. Bazen biraz uzaklaşıyor, ama hiç temelli gitmiyordu.

Yüzü arkaya dönük, ayaklarını aşağıya sallandınp oturmuştu. Sandaletleri toprağa değecekti neredeyse. Bu sabah yolda trafik pek boldu. Çoğu da pazara gidiyordu herhalde. Henry ikide bir yanından geçen tanıdıklara el sallıyor, bağırarak selâm veriyordu.

Jack hâlâ bu elma renkli balkabaklarmın tadını merak etmekteydi. Acaba bir sonraki yemeği nereden gelecekti? Birden minik parmaklar saç-lanna sanldı, gözlerini yaşartacak bir kuvvetle başını arkaya çekti.

"Jason!" diye bağırdı bebeğin annesi. Ama hoşgören bir azarlamaydı bu aslında. (Nasıl çekti çocuğun saçım, gördün mü? Aman ne kuvvetli oğlumuz var!) "Jason, ayıp bu yaptığın!"

Jason sırıttı. Hiç bozulmamıştı. Yüzünde kocaman, güneş gibi parlak bir gülümseme vardı. Tatlı bir ifade. Jack tda geri gülümsedi... Bunu hesaplayarak yapmamıştı ama, Jason'un annesinin dostluğunu da kazanıvermiş-ti.

"Otur," dedi Jason bu yeni ağabeye. Hâlâ sıntıyordu.

"Hn?"

"Kcak."


"Anlamıyorum, Jason."

. "Otu...kcak."

"Anlamı..."

Yaşma göre oldukça yapılı olan Jason kendini Jack'in kucağına attı. Hâlâ gülümsüyordu.

Otu... kcak... ha anladım, diye düşündü Jack. Çocuğun ağırlığından karnı ağrır gibi oldu.
"Jason kaka çocuk!" diye bağırdı annesi. Ses tonunda yine, "Ne şeker, değil mi" havası vardı. Jason durumu kavradığından, yine sırıttı.

Jason bebeğin altının ıslak olduğunu farketti. İyice ıslaktı hem de.

Diyar'a hoş geldin, Jacky.

Orada kucağında çocukla otururken ıslaklık yavaş yavaş kendi giysilerine geçmeye başladı. Jack güldü, yüzünü mavi göklere doğru çevirdi.

3

Birkaç dakika sonra Henry'nin kansı arka tarafa geldi, Jason'u Jack'in kucağından aldı.



"Ahh, ıslak bebek, kaka bebek," dedi aynı hoş gören sesle. (Benim Jason'um ne de çok işiyor!) Jack bunu düşününce güldü, kadın da onunla güldü.

Jason'un altını değiştirirken Jack'e bir sürü soru sordu. Sık sık sorulan sorulardı bunlar. Ama Diyar'dayken dikkatli olmak zorundaydı. Yabancıydı burada. Sorularda bazı tuzaklar olabilirdi. Babasının Morgan'la konuşan sesi geldi kulağına... gerçek bir Yabancı... ne demek istediğimi anlarsın.

Kadının sorularına verdiği cevaplan kocanm da dikkatle dinlemekte olduğunu hissediyordu. Esas hikâyeyi biraz değiştirerek sorulan cevapladı. İş ararken anlattığı hikâyeyi değil de, otostoplarda anlattığı hikâyeyi.

Tüm İşçiler Köyündenim, dedi onlara. Jason'un annesi bu köyün adını hayal meyal duymuştu. Gerçekten o kadar çok mu yol aldım, diye düşündü. Kadm nereye gitmekte olduğunu sordu, Jack da, California adlı bir köye gideceğini söyledi. Orayı kadm hiç duymamıştı. Jack pek şaşırma-dı... ama kan kocanm, "Ne? California mı? Yok öyle bir yer! Sen kimi kandırmaya çalışıyorsun?" diye bir ağızdan bağırmadıklanna sevinmişti. Diyar'da da pek çok köyler olmalıydı. Uzakta yaşayanlar hiç duymamış olabilirlerdi. Elektrik direği yoktu bir kere. Film yoktu. Televizyon yoktu. Bu halka Malibu'da, Sarasota'da neler olup bittiğini anlatan hiçbir şey yoktu. Bunlar bir esrar perdesi ardmda yaşıyor, diye düşündü. Öyle olunca da, adını duymadıklan bir köyü merak etmiyorlar.

Soru sormadıklan gibi, kuşkulanmadılar da. Jack onlara babasmın geçen yıl öldüğünü, annesinin çok hasta olduğunu söyledi. Neredeyse Kraliçenin adamlannın geceyansı gelip ahırdaki eşeğe el koyduğunu söyleyecekti ama, sonra sınttı, Btınun akıllıca bir şey olmayacağına karar verdi, atladı. Annesi ona verebildiği kadar para vermiş (o paralar cebinde çubuk oluvermişti şimdi), California köyüne, Helen teyzesinin yanına yollamıştı.

"Zor günler yaşıyoruz," dedi Bayan Henry çocuğunu kucaklayarak.

'Tüm İşçiler yaz sarayına yakın, değil mi?" Henry ilk defa olarak konuşuyordu.

"Evet," dedi Jack. "Oldukça yakın yani."

"Babanın neden öldüğünü anlatmadın."

Başını da çevirmişti. Gözlerini kısmış, ölçen bakışlarla bakıyordu. Az önceki nezaketi gitmişti. Rüzgârda kalmış mumun alevi gibi sönmüştü. Evet, tuzaklar vardı bu konuda.

"Hasta mıydı?" diye sordu Bayan Henry. "Bugünlerde çok hastalık var, çiçek, veba... zor günler yaşıyoruz..."

Jack'in bir an aklından, "Hayır, hasta değildi, Bayan Henry," demek geçti. "Hasta değildi, yüksek voltaj çarptı onu. Cumartesi günü işe gitmişti. Bayan Jerry'le küçük Jerry'leri, bu arada beni, evde bırakmıştı. Bu işler biz hepimiz süpürgeliğin dibindeki yuvarlak deliğin içinde yaşarken oldu. Kimse başka yerde oturmazdı o zamanlar. Hem biliyor musunuz, babam tornavidasını tellere dokundurduğu anda oldu olanlar. Bayan Feeny vardı. Richard Sloat'larda çalışırdı. Morgan Amca'nın telefonda konuştuğunu duymuş. Diyormuş ki, elektrik çarpmış onu. Pişirmiş. Gözlüğü eriyip burnuna akmış. Ama siz gözlük nedir bilmezsiniz, çünkü sizin burada gözlük yok. Gözlükçü de yok.... elektrik de! Uçak da! Sakın sonunuz Bayan Jerry gibi olmasın Bayan Henry, sakın...

Bıyıklı çiftçi, "Hasta olup olmadığını boşyer," dedi. "Siyasetle ilgisi var mıydı?"

Jack ona baktı. Ağzı kıpırdıyordu ama sesi çıkmıyordu. Ne diyeceğini bilemiyordu. Çok fazla tuzak vardı.

Henry başım salladı. Sorusuna cevap verilmiş gibi davrandı. "Atla arabadan, evlât. Pazar şu ileriki tepenin ardında. Buradan oraya yürüyebilirsin herhalde, değil mi?"

"Evet," dedi Jack. "Herhalde yürürüm."

Bayan Henr/nin aklı karışmış gibiydi... ama Jason'u Jack'den uzakta tutuyordu. Sanki bulaşıcı bir hastalığı vardı Jack'in.

Çiftçi hâlâ omzunun üzerinden geriye bakmaktaydı. Hüzünlü hüzünlü gülümsedi. "Üzgünüm. İyi bir çocuğa benziyorsun ama bizler basit insanlarız buralarda... Uzak yerlerde, deniz kıyılarında olup bitenleri çözmek efendilerin işidir. Kraliçe ya ölür, ya da ölmez... sonunda bir gün elbette ki ölecek. Tann çivilerini çakar er geç. Ama küçük insanlar büyüklerin işine karışırlarsa canlan yanar."

"Benim babam..."

"Babanı bilmek istemiyorum!" dedi Henry sert bir sesle. Karısı Jack'den uzaklaştı. Jason'u bağrına basıyordu. "İster iyi insan olsun, ister kötü insan. Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Tek bildiğim, ölmüş olduğu. O konuda yalan söylediğini sanmıyorum. Oğlu ise zor günler yaşıyor, kaçıyor-muş gibi görünüyor. Oğul pek buralı gibi görünmüyor. İn onun için arabadan. Benim de oğlum var, bak."

Jack indi. Genç kadmın yüzündeki korku ifadesine üzülmüştü. Kendisi yaratmıştı o korku ifadesini. Çiftçinin hakkı vardı... küçük insanlar büyüklerin işine karışmamalıydı. Haklan yoktu. Akıllan varsa kanşmazlar-dı.

Bölüm: 13

GÖKTEKİ ADAMLAR
1

Kazanmak için öylesine ter döktüğü paraların birdenbire çubuklar haline gelmesi Jack'i tam anlamıyla şoka sürüklemişti. Beceriksiz ustaların elinden çıkmış minik yılanlara benziyordu paralar. Ama şok kısa süreli oldu, az sonra Jack kendi kendine güldü. Bu çubuklar paraydı burada elbette. Geçişi yaparken her şey değişiyordu. Gümüş dolar, buraya özgü bir sikke oluyor, gömlek yelek oluyor, İngilizce buranın dili oluyor, bildiğimiz Amerikan parası da çubuklar haline geliyordu. Eklemlerle birbirine bağlı çubuklar. Cebindeki birinci grupta eklemlerle birbirine tutunmuş on dört çubuk vardı. İkincisindekilerin sayısı yirmiden fazlaydı. Demek böylesi denk geliyordu.

Sorun asıl paranın ne kadar olduğunda değil, fiyatlann nasıl olduğun-daydı. Pazarın ortasında ilerlerken neyin ucuz, neyin pahalı olduğu konusunda hiçbir şey bilmediğini anlıyordu. Bir hatâ yaparsa... ne olurdu sonu acaba? Kovalarlar mıydı buralardan? Canını mı yakarlardı? Belki. Öldürürler miydi? Herhalde hayır... ama kesinlikle emin olmaya imkân yoktu. Küçük insanlardı bunlar. Siyasal tipler değildi. Jack ise bir yabancıydı.

Yavaş adımlarla kalabalık, gürültülü pazarın bir ucundan öteki ucuna kadar yürüdü. Bir tek sorunla mücadele ediyordu kafasında. O sorun da midesinde düğümleniyordu. Karnı fena halde açtı. Bir ara uzaktan Henry'nin keçi satan biriyle pazarlık etmekte olduğunu gördü. Bayan Henry kocasımn yanıbaşında duruyordu. Biraz arkaya çekilmiş, erkeklere birbiriyle rahatça pazarlık edebilmeleri için yer açmıştı. Jack'e arkası dönüktü. Bebeği kollarında tutuyordu. Jacon, diye düşündü Jack. Minik Henıy'lerden biri. O sırada Jason onu gördü, tombul elini kaldırıp salladı. Jack hemen arkasını döndü, Henıy'lerden uzaklaşmaya, kalabalığın öbür tarafına geçmeye çalıştı.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə