Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə9/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   55

Eğer annesi raslantı eseri hemen o anda çıkagelmese...

Bütün vücudunu buz gibi bir ter tabakası kapladı.

Böyle mi olmuştu gerçekten? Olabilirdi. Kalbi ona, öyle oldu diyordu. Raslantı çok kusursuz, çok uygundu.

Laura Deloessian'ın, Diyar Kraliçesinin oğlu, altı haftalıkken beşiğinde ölmüştü.

Phil ve Lily Sawyer'in oğlu altı haftalıkken beşiğinde ölüm tehlikesi geçirmişti... ve Morgan Sloat da oradaydı.

Annesi bu hikâyeyi hep bir espriyle bitirirdi. Jacky tekrar soluk almaya başladığında Phil Sawyer'in nasıl onu hastaneye yetiştirmeye çalışırken Chrysler'i parçalamasına ramak kaldığını anlatırdı.

Oldukça komikti, evet.
2

"Şimdi yürü artık," dedi Yüzbaşı.

"Peki." Jack hâlâ dermansızdı. Başı dönüyordu. "Peki, gidel..."

"Şşşş!" Yüzbaşı yaklaşan sesleri duyunca hemen başını çevirmişti. Sağ taraflarındaki duvar tahta değil, brandadandı. Yerden on santim yukarda bitiyordu. Jack aralıktan, oradan geçmekte olan çizmeli ayaklan gördü. Beş çift asker çizmesi.

Bir ses duyuldu mırıltılar arasında: "...onun bir oğlu olduğunu bilmiyordum."

Bir başkası cevap verdi. "Eh, piçlerin çocuğu da piç olur... senin bunu bilmen gerekir Simon."

Bu söz üzerine herkes gülmeye başladı. Jack'in okulda büyük çocuklardan duyduğu tür kahkahaydı bu. Kahvelere dadanan, küçüklere hakaret dolu isimler takan ağabeylerden duyduğu kahkahalardandı. Birisi çocuğu pis bir isimle ■çağırdığında, ötekiler hep böyle gülerlerdi.

"Susun, susun," dedi bir üçüncüsü. "Kulağına giderse otuz güne kalmaz, diş bölge görevinde bulursun kendini."

Mırıltılar dolaştı.

Gülüşmeler boğuklaştı. Biri bir espri daha savurdu, bu seferki duyula-madı. Gülüşerek uzaklaştılar.

Jack, Yüzbaşıya baktı. Adam gözlerini branda duvara dikmiş, dudakları dişlerinin üzerinde gerilmiş, öylece duruyordu. Deminki geçenlerin kimden söz ettikleri ortadaydı. Madem konuşanlar vardı, demek dinleyen de olabilirdi. Dinlememesi gereken biri. Apansız ortaya çıkan bu piçin kim olduğunu merak eden biri. Bu kadarını Jack yaşında bir çocuk bile anlardı.

"Yeterince şey duydun," dedi Yüzbaşı. "Artık gitmemiz gerek." Jack'i sarsmak istiyor gibi bir hali vardı... ama pek cesaret edemiyordu.

Aldığın talimat, ya da emir... batıya gitmeni gerektiriyor, değil mi?
Adam değişti, diye düşündü Jack. İki kere değişti.

Birincisi, Jack'in eski dünyada gitar mızrabı olan o dişi gösterdiği zaman olmuştu, ikincisi de, Jack batıya gideceğini açıkladığı zaman. Davranışı önce tehdit doluyken, şimdi çocuğa elinden gelen yardımı yapmaya hazır gibiydi... neyi basarsın diye?

Söyleyemem... ama ne yapacağını ben söyleyemem.

Adetâ dinsel bir dehşet duygusu vardı adamdı... ya da dinsel bir korku.

Buradan çıkmak istiyor, çünkü yakalanacağımızdan korkuyor, diye düşündü Jack. Ama yalnız o kadar değil, da/ıası da var, değil mi? Bu adam benden korkuyor, Çünkü...

"Haydi," dedi Yüzbaşı. "Haydi, yürü Jason aşkına!"

"Ne aşkına?" diye budalaca bir soru sordu Jack. Ama Yüzbaşı onu odadan dışarı doğru itmekteydi. Çocuğu yan çekip yan sürükleyerek koridora çıkardı. Koridorun bir duvan ahşap, Öteki duvan sert brandaydı.

"Bu yoldan gelmedikti," diye fısıldadı Jack.

Yüzbaşı da, "Gelirken gördüğümüz adamlann önünden tekrar geçmek istemiyorum," diye geri fısıldadı. "Morgan'ın adamlan. Uzun boylusunu gördün mü? Hani bir yanından bakıldığında öteki yanı gözükecek kadar sıska..."

"Evet." Jack dudaklardaki o incecik gülümsemeyi, aynı anda hiç gülümsemeyen gözleri hatırlıyordu. Öteki adamlar yumuşaktı. Ama zayıf adam katı görünüşlüydü. Deliliği hatırlatan bir hali vardı. Bir şey daha... Jack'e tanıdık gelmişti o adam.

"Osmond," dedi Yüzbaşı. Bir yandan Jack'i sağa doğru çekiyordu. Kızarmış et kokusu daha da güçlenmekteydi. Jack et kokusunun kendisini bu kadar acıktırdığını hatırlamıyordu. Korkuyordu. Zihnen ve ruhen uçurumun kenarındaydı. Belki deliliğin eşiğindeydi... ağzı sulanıp duruyordu.

"Osmond, Morgan'ın sağ koludur," diye homurdandı Yüzbaşı. "Çok fazla şey görür. Seni de iki kere görmemesini tercih ederim, evlât." "Ne demek istiyorsunuz?"

"Hsssst!" Jack'in kolunu daha da sıkı kavradı. Bir kapıya asılı kocaman kumaş perdeye doğru yaklaşıyorlardı. Jack'e göre, duş perdesine benziyordu orası. Ama dokunuşu kaba ve seyrekti. File gibiydi hemen hemen. Yukardaki halkaları da kromdan değil, kemiklendi. "Şimdi ağla," diye fısıldadı Yüzbaşı Jack'in kulağına sıcacık bir sesle.

Perdeyi çekti, Jack'i kocaman bir mutfağa soktu. Ortalıkta yemek kokuları kol geziyordu. İçerisi çok buharlıydı. Jack ocakların, bacanın, beyaz başörtülü, rahibelere benzer kadınların görünümüne baktı. Bir kısmı upuzun bir oluğun başına dizilmiş, kırmızı suratlannda ter damlalanyla bulaşık yıkıyorlardı. Diğerleri mutfağın orta yerinde uzanan tezgâhın başında, bir şeyler dilimliyor, soyuyor, hazırlıyorlardı. Biri elinde bir tepsi dolusu pişmemiş turtayla yürümekteydi. Hepsi durup Yüzbaşı'nın Jack'i mutfağa itişine baktılar.

"Bir daha görmeyeyim!" diye bağırdı Yüzbaşı, Jack'e. Onu silkeleyip duruyordu. Bir yandan hızla mutfağın karşı tarafına doğru ilerlemekteydiler. Karşı duvarda çift kanatlı bir kapı vardı. "Duymayayım, anladın mı? Bir daha işini yapmamazlık edersen sırtının derisini yarar, seni haşlanmış patates gibi soyanm!"

Sonra alçak sesle tısladı. "Hepsi hatırlar, hepsi dedikodu eder. Ağla dedim sana!"

Yüzü yaralı Yüzbaşı onu buhar dolu mutfakta yürütürken Jack gözünde annesini cenazecinin salonunda canlandırdı. Tabutun içinde yatıyordu. Beyaz organza bir elbise giydirilmişti ona. Bir filminde giydiği gelinlik. Yüzü giderek netleşti. Kulaklannda minik altın küpeler vardı. Jack'in ona iki yıl önce yılbaşında aldığı küpeler. Sonra yüzü değişti, çenesi daha yuvarlak oldu,'burnu düzleşti, soylulaştı, saçlan bir ton açıldı, telleri sertleşti. Karşısındaki Laure Deloessian'dı artık. İçinde yattığı tabut da değişmiş, ağaçtan oyulma bir-§ey olmuştu. Viking'lerin kullanacağı türden bir şey. Toprağa gömülmekten çok, ateşe atılmaya uygun. Evet, bu kadın kraliçe Laura Deloessian'dı. Ama Jack'in hayalinde, annesinin o filmde giydiği gelinliği giyiyordu. Kulaklarında Tommy Amca'yla birlikte seçtikleri küpeler vardı. Birden Jack'in gözlerine yakıcı gözyaşlan doldu. Sahte değildi bu yaşlar... gerçekti. Yalnız annesi için değil, bu umutsuz kadınların her ikisi için de ağlıyordu. Birbirinden ayn evrenlerde ölmekte olan, ama ikisi de ölmeden önce kopmayacak bir bağla bağlı bulunan bu iki kadın için.

Göz yaşlannın arasında, beyazlar giyinmiş çok iri yan bir adamın kendilerine doğru koşmakta olduğunu gördü. Başında aşçı külahı yerine kırmızı bir bant vardı. Jack yine de onun aşçıbaşı olduğunu anladı. Mutfağın patronuydu bu adam. Elinde de üç dişli, pek tehlikeli bir tahta çatal vardı.

"DEFOLUN!" diye bağırdı onlara. Fıçı gibi göğsünden çıkan ses incecikti. Ayakkabıcı çırağını azarlayan homoseksüel müşteri sesine benziyordu. Ama tahta çatalda gülünecek bir şey yoktu. Tehlikeliydi o.

Kadınlar onun saldınsı önünden kuşlar gibi kaçıştılar. Turtalan taşıyan kadının tepsisinden bir turta yere düşüp parçalandı, kadın umutsuz bir çığlık attı. Yerlere çilek sulan yayılmaktaydı. Kan gibi kıpkırmızı.

"DEFOLUN MUTFAĞIMDAN, SERSERİLER! BURASI KESTİRME YOL DEĞİL! BURASI YOL GEÇEN HANI DEĞİL! BENİM MUTFAĞIM BURASI! KENDİLİĞİNİZDEN HATIRLAMAZSANIZ MARANGOZ TANRI ADINA ŞİŞLERİM SİZİ!"

Çatalını onlara doğru savururken başını biraz yana çevirdi, gözlerini kıstı. Sanki tüm sert tehditlerine rağmen kan görmeye dayanamayacakmış gibiydi. Yüzbaşı elini Jack'in ensesinden çekti, rahat gibi gözüken bir hareketle uzandı. Bir an sonra aşçıbaşı yerdeydi. Sırtüstü serilmiş, kalmıştı. Tahta çatal, çilek sularının pişmemiş hamur parçalannın arasında yatıyordu. Koca adam yerde debeleniyor, kınlan sağ bileğini ovalayıp o incecik sesiyle avazı çıktığı kadar bağınyordu. Öldüm, diye haykırıyor, Yüzbaşının onu öldürdüğünü söylüyordu. En azından sakatlandığı doğruydu ama. Dış

Muhafızların gaddar, kalpsiz Yüzbaşısı sağ elini kırmıştı onun. Hayatının geri kalanmı çaresiz bir dilenci olarak yaşamak zorunda bırakmıştı onu. Canını dayanılmayacak kadar yakmıştı...

"Kes sesini!" diye kükredi Yüzbaşı. Adam sesini kesti. Hem de hemen. Yerde koca bir bebek gibi yatıyordu. Sağ elini göğsüne doğru kıvırmıştı. Kırmızı alın bandı çarpılmış, tek kulağı, minik siyah küpesiyle birlikte ortaya çıkmıştı. Tombul yanakları titriyordu. Yüzbaşı mutfağın dev efendisinin üzerine eğilirken, kadınlar günlerini ve gecelerini geçirdikleri bu yerin tartışılmaz patronunun düştüğü durum ka/şısında titreştiler. Jack hâlâ ağlıyordu. Bir kenara çekilmişti. Ağzı açık, yüz ifadesi komikti.

Yüzbaşı, "Dinle de sana İyi Çiftçilik Kitabında bulunmayan bir öğüt vereyim," dedi. Burunları birbirine değecek kadar eğilmişti adamın üzerine. Ama Jack'in kolunu tutan pençesi de hiç gevşememişti bu arada. Ağrısı bereket versin uyuşmaya başlıyordu artık. "Asla ama asla insanın üzerine bıçakla, ya da çatalla, ya da mızrakla yürüme... bunu ancak onu öldürmek niyetindeysen yap. Aşçıların sinirli olması doğaldır ama, bir muhafız yüzbaşısına saldıracak kadar azmamalıdır. Anladın mı dediğimi?"

Aşçı gözyaşları içinde, meydan okur havada bir şeyler mırıldandı. Jack anlayamadı. Galiba Yüzbaşının annesini ve arka avludaki köpekleri ilgilendiren bir şeydi.

"Olabilir," dedi Yüzbaşı. "O bayanı hiç tanımadım. Ama yine de soruma cevap vermedin." Aşçıyı tozlu çizmesiyle dürttü. Yavaş dürttü ama aşçı tekme yemiş gibi çığlık attı. Kadınlar tekrar kıpırdandılar.

"Aşçılar, silâhlar ve Yüzbaşılar konusunda anlaştık mı, anlaşmadık mı? Anlaşmadıksa biraz daha ders vermem gerek sana."

"Anlaştık!" diye soludu adam. "Anlaştık! Anlaştık! Ani..."

"İyi. Çünkü bugün daha başka dersler de vermek zorundayım." Jack'i tekrar ensesinden yakalayıp sarstı, Jack bir çığlık attı. Yapmacık değildi bu çığlık. "Eh, herhalde tek söyleyebileceği bu! Aptal bu çocuk! Geri zekâlı! Anası gibi."

Yüzbaşı kapkaranlık bakışlarıyla mutfağı süzdü.

"İyi günler, Bayanlar. Kraliçe kutsasın sizi."

"Size de iyi günler," dedi kadınların en yaşlısı. Eğilip reverans yaptı. Ötekiler de onu taklit ettiler.

Yüzbaşı, Jack'i tekrar sürüklemeye başladı. Jack'in kalçası bulaşık oluğuna çarptı, çocuk tekrar bağırdı. Sıcak sular sıçradı. Damlaları yerin tahta döşemelerine düşüp aktı. Tıslıyordu sular. O kadar kaynar suydu.

Bu kadınların eli bu suyun içindeydi, diye düşündü Jack. Nasıl dayanıyorlar? Derken Yüzbaşı Jack'i ensesinden neredeyse taşır durumda, ikinci bir perdeden geçirip'bir hole çıkardı.'

"Püff!" diye soludu Yüzbaşı alçak sesle. "Hoşlanmadım bu işten. İyi olmadı."

Sola, sağa, sonra tekrar sola baktı. Jack artık pavyonun dış duvarına yaklaşmakta olduklarını hissediyordu. Bu yerin dışardan o kadar küçük göründüğü halde, içine girince nasıl bu kadar büyük olabildiğine şaşmaktaydı. Yüzbaşı onu bir kapıdan dışan itti, kendilerini tekrar gün ışığında buldular. Öğleden sonraydı. Güneş öyle parlaktı ki, Jack içerinin karanlığından sonra gözlerini yanmasın diye kapamak zorunda kaldı.

Yüzbaşı hiç kararsızlık göstermedi. Bastığı yerde çamurlar vıcık vıcık-tı. Ortalık saman ve at tersi kokuyordu. Jack gözlerini tekrar açtı, bir ahır veya ambar önünden geçmekte olduklarını gördü. Bir branda perde yarı açıktı. İçerden tavuk gıdaklamaları da geliyordu. Sıska bir adam, ayağında sandaletler, üzerinde yalnızca kirli bir pantolon, tırmıkla saman savuruyordu. Ahırın içinde midilli boyunda bir at onlara baktı. Önünden geçtikten sonra Jack'in aklı başına geldi, ne gördüğünü anlayabildi. Atın iki kafası vardı.

"Hey," dedi. "O ahıra bir bakabilir miyim, o..."

"Vakit yok."

"Ama o atın..."

"Vakit yok dedim." Yüzbaşı sesini yükseltip bağırdı. "Bir daha işini ihmal ettiğini yakalarsam seni iki misli döverim!"

"Bir daha yapmam!" diye haykırdı Jack. İçinden bu numaranın artık biraz eskidiğini düşünüyordu.

Tam karşılarında kocaman tahta kapılar dışarıya açılmaktaydı. Aralık duruyordu kapı. Jack'in yön duygusu, pavyonun içinden geçip arka kapısına geldiklerini fısıldıyordu.

'Tanrıya şükür," dedi Yüzbaşı daha normal bir sesle. "Şimdi..."

"Yüzbaşı!" diye seslendi bir ses arkalanndan. Bağıran bir ses değildi ama, sinsi, ağırlığı olan bir sesti. Yüzbaşı olduğu yerde durdu. Tam elini kapıya uzatırken duymuştu sesi. Sanki seslenen adam da tam o ânı bekliyordu.

"Belki de beni... III. oğlunuza tanıştırmakta bir sakınca görmezsiniz..."

Yüzbaşı, Jack'i de çekerek döndü. Avlunun orta yerinde. Yüzbaşının o kadar korktuğu adam duruyordu... Osmond. Koyu gri, melankolik gözlerle bakmaktaydı onlara. Jack o gözlerde bir şeyin kıpırdadığını gördü. Derinlerde. Korkusu birden daha da keskinleşti, batıcı oldu. Deli bu adam... Aklına ilk gelen düşünce buydu. Zır deli hem de.

Osmond onlara doğru iki adım attı. Sol elinde sapına deri sarılmış bir kırbaç tutuyordu. Sapı hafif incelerek, omzuna üç kere doladığı tendon-la birleşmekteydi. Çıngıraklı yılan kadar kalın bir kırbaçtı. Ucuna yakın yerde bir düzine kola ayrılıyordu. Her biri örülmüş deriydi. Her birinin ucunda kaba yapılmış, parlak madeni mahmuzlar vardı.

Osmond kırbacın sapını çekti, kangal omzundan tırsanarak sarktı. Adam sapı kımıldattı, mâdeni uçlar yerdeki çamurlarda yavaşça kıpırdandı.

"Oğlunuz mu?" diye tekrarladı Osmond. Bir adam daha yaklaştı. Jack birden bu adamın neden tanıdık geldiğini anladı. Kendisini kaçırmaya çalıştıkları gün... beyazlar giymiş adam bu değil miydi?

Belki de buydu, diye düşünüyordu Jack.


3

Yüzbaşı tek yumruğunu sıktı, alnına götürdü, öne doğru eğildi. Bir anlık kararsızlıktan sonra Jack de aynı şeyi yaptı.

"Oğlum Lewis," dedi Yüzbaşı kazık gibi bir sesle. Jack onun hâlâ eğik durumda konuştuğunu görüyordu. Gözlerini sola doğru devirmişti. Jack de eğik bekledi. Kalbi gümbür gümbür atıyordu.

'Teşekkür ederim, Yüzbaşı. Teşekkür ederim, Lewis. Kraliçe sizi kut-sasın." Adam kırbacın sapıyla ona dokunduğunda Jack neredeyse bağıracaktı. Bir anda doğruldu, çığlığı güç engelledi.

Osmond iki adım uzaklarındaydı, Jack'e o deli, melankolik bakışlarıyla bakıyordu. Deri bir ceket giymişti. Parlak çivilerle süslüydü üzeri. Galiba elmastı o çiviler. Gömleği pek fırfırlıydı. Sağ bileğinde zincir bir bilezik şıngırdıyordu. Sesin çıkması, durmadan kırbacını kıpırdattığı içindi. Saçları geriye doğru çekilip beyaz saten bir kurdeyle bağlanmıştı. İki koku çıkarıyordu adam. İnsana ilk ulaşan, Liry'nin "erkek parfümleri" dediği kokulardandı. Yani traş losyonu, kolonya falan gibi bir şey. Osmond'un kullandığı koku koyu ve pudra gibiydi. Jack'ın aklına, eskiden çevrilmiş renksiz İngi-

Liz filmlerinde, yoksul birinin Old Bailey'de yargılanmasına benzer sahneler geldi. Yargıçlar ve avukatlar hep peruka giyerlerdi o filmlerde. Jack'e göre, o perukaların saklandığı sandık ve kutular herhalde Osmond gibi kokardı. Kuru, tâllı... çörek gibi bir koRfı. Bunun altında, daha önemli ve daha tatsız bir koku daha vardı. O da geliyordu çocuğun burnuna. Kat kat terlerin, kirlerin kokusu. Seyrek yıkanan, ya da hiç yıkanmayan bir insanın kokusu.

Evet. Bu adam o gün kendisini kaçırmaya çalışan iki yaratıktan biriydi.

Jack'in midesi düğüm oldu, sancıdı.

"Bir oğlunuz olduğunu bilmiyordum, Yüzbaşı Farren," dedi Osmond. Bu sözleri Yüzbaşıya söylüyordu ama, gözleri Jack'in üzerindeydi hâlâ, Lewis, diye düşündü çocuk. Adım Lewis, unutmayayım.

Yüzbaşı, "Keşke olmasaydı," diye homurdandı. Jack'e öfke ve nefretle baktı. "Onu büyük pavyona getirerek onurlandırıyorum, kalkıp köpek gibi davranıyor. Onu nerede oynarken buldum, biliyor musunuz..."

"Evet, evet." dedi Osmond dalgın bir gülümsemeyle. Jack heyecanla, "tek kelimesine bile inanmadı, diye düşündü. Tek kelimesine bile!" Çocuklar kötüdür. Tüm erkek çocuklar kötüdür. Değişmez bir kuraldır bu. Aksiyondur."

Kırbacın sapıyla Jack'in bileğine yavaşça dokundu. Sinirleri çok gergin olan Jack bir çığlık attı... sonra utanarak kıpkırmızı kesildi.

Osmond kıkır kıkır güldü. "Kötü, evet, kuraldır... tüm erkek çocuklar kötüdür. Ben de kötüydüm. Bahse girerim ki siz de kötüydünüz, Farren Ha? Kötü müydünüz?"

"Evet, Osmond," dedi Yüzbaşı.

"Çok mu kötüydünüz?" diye sordu Osmond. İnanması zordu ama, adam çamurların içinde danseder gibi hareketler yapmaya başlamıştı. Eşelenip duruyordu. Ama bu hareketlerde kuşku verecek bir yan yoktu. Osmond çok ince, çok narin olduğu halde, Jack ona bakınca bir homoseksüellik titreşimi almıyordu. Konuşma tonu kıvrak bile olsa, dayanağı yoktu bunun. Yo, adamdan gelen titreşimler yalnızca kötülük... ve delilikti. "Çok mu kötü? Pek çok mu kötü?"

"Evet, Osmond," dedi Yüzbaşı Farren tahta gibi bir sesle. Yanağında-ki yara izi öğleden sonra güneşinde parıldadı. Pembeden çok kırmızı oldu rengi.

Osmond irticali dansını başladığı gibi apansız yarıda kesti. Yüzba-şı'ya buz gibi gözlerle baktı.

"Kimse bilmiyordu bir oğlunuz olduğunu, Yüzbaşı."

"Piç o," dedi Yüzbaşı. "Aptal da. Üstelik tembel de olduğu ortaya çıktı." Birden dönüp Jack'in suratına bir tokat aşketti. Fazla hızlı vurmamaya çalışmıştı ama, eli sanki bir odundu adamın. Jack uluyarak çamurlara devrildi, eli kulağına doğru uçtu.

"Çok kötü, pek çok kötü," diye mırıldandı Osmond. Yüzü bu sefer bomboş, ipince, sinsi bir ifadeye bürünmüştü. "Kalk ayağa, kötü çocuk. Babalarının sözünü dinlemeyen kötü çocukların cezalandırılması gerekir. Kötü çocuklar sorguya çekilmelidir." Kırbacı bir yana doğru savurdu, kuru bir ses çıktı. Jack'in zihni bir ilişki daha kurdu, Osmond'un kırbacının çıkardığı bu ses, sekiz yaşındayken oynadığı oyuncak tüfeğin sesinin tıpkı-sıydı. Jack'in de, Richard Sloat'un da böyle tüfekleri vardı.

Osmond uzanıp Jack'in çamurlu kolunu beyaz, örümcek gibi eliyle kavradı, çocuğu kendine, o kokulara doğru çekti. Tatlı pudra ve bayat kir kokusuna. Manyak gri gözleri Jack'in mavi gözlerine ciddi ciddi baktı. Jack çişinin geldiğini hissetti, pantolonunu ıslatmamak için kendini sıktı.

"Kimsin sen?" diye sordu Osmond.


4

Bu iki kelime sanki havada, üçünün başları üzerinde asılı kaldı.

Jack, Yüzbaşının kendisine ciddi, ama üzüntüsünü saklayamayan bir bakışla bakmakta olduğunu farketti. Tavuklar gıdaklıyor, bir köpek havlıyor, bir yerlerden yaklaşan bir arabanın sesi duyuluyordu.

Bana gerçeği söyle, yalanı hemen tanının, diyordu o gözler. Sen bir zamanlar Califomia'da karşılaştığım bir kötü çocuğa benziyorsun... o çocuk musun ?

Bir an için Jack'in dudaklarında her cevap bir arada titreşti.

Jack... Ben Jack Sawyer'im, evet, Califoınia'lı çocuğum. Bu dünyanın kraliçesi benim annemdi, sonra öldüm. Patronunu, Morgan'ı da tanıyorum... Morgan Amca... sana her şeyi anlatırım, yeter ki o manyak gözlerini gözümden çek, çünkü ben çocuğum daha... çocuklar öyle yapar... her şeyi anlatır.

O sırada annesinin sesi geldi kulağına. Sertti annesinin sesi. Alay eder gibiydi.

"Ne var ne yoksa anlatacak mısın bu adama, Jacky? Bu adama, ha? Bayat erkek losyonlarının satış yeri gibi kokuyor, Charles Manson'un ortaçağ kopyası gibi görünüyor... ama sen bilirsin. İstersen onu kandırabilirsin... dert değil... ama sen bilirsin. "Kimsin sen?" diye sordu Osmond tekrar. Daha bile yaklaşmıştı. Jack.onun yüzünde biivük bir güven gördü... insanlardan istediği cevaplan almaya alışkındı... hem yalnız on iki yaşındaki çocuklardan da değil.

Jack derin, titrek bir soluk aldı. (insan sesinin gür çıkmasını üst balkonun en arka sıralarına kadar ulaşmasını isterse, sesi diyaframının dibinden çıkarmalıdır. Jacky. O zaman ses yukan çıkaıken daha da büyür.) Avazı çıktığı kadar haykırdı.

"BEN HEMEN GERİ DÖNECEKTİM! VALLA DÖNECEKTİM!"

Osmond beklediği titrek sesi, fısıltıyı duyabilmek için iyice eğilmiş beklerken bu türlü bir sesi duyunca, sanki Jack ona tokat atmış gibi yerinden sıçradı. Gerilerken kırbacının üzerine bastı, neredeyse düşüyordu.

"Seni lanet olası bücür..."

"DÖNECEKTİM! NE OLURSUN DÖVME BENİ OSMOND, BEN GERİ DÖNECEKTİM! BURAYA GELMEYİ HİÇ İSTEMEMİŞTİM HİÇ İSTEMEMİŞTİM HİÇ İSTEMEMİŞTİM..."

Yüzbaşı Farren uzanıp onun sırtına bir şaplak attı. Jack hâlâ haykıra-rak yüzükoyun yere çamurlara yapışıverdi.

"Geri zekâlıdır demiştim size." diyordu Yüzbaşı. "Özür dilerim, Osmond. Onu canını çıkarana kadar döveceğimden emin ol. Bu çocuk..."

"Bumda ne işi var öyleyse?" diye bağırdı Osmond. Sesi bu sefer kadın sesi gibi cırtlak çıktı. "Ne işi var senin yassı burunlu piçinin burada? Bana çocuğun izin kâğıdını göstermeye kalkma! Kâğıdı olmadığını biliyorum! Onu kraliçenin cebinden bir yemek yesin diye kaçak soktun içeri... belki de kraliçenin gümüş çatal bıçağını çalsın diye... kötü o. Bir bakmak yeter anlamak için. Çok kötü, dayanılmayacak kadar kötü!"

Kırbaç bir daha sakladı. Bu sefer oyuncak tabanca gibi değil, gerçek bir 22 gibi ses çıkardı. Jack içinden, ucunun nereye gideceğini biliyorum, diye düşünmeye vakit buldu. Aynı anda kocaman, alev gibi bir pençe sırtına indi. Acısı etine battı, batarken eksileceği yerde daha arttı. Sımsıcak, delirtici bir acıydı. Jack çamurlar arasmda bağırıp kıvrandı.

"Kötü! Çok kötü! Dayanılmayacak kadar kötü!"

Her "kötü" deyişinde Jack'in sırtında yeni bir pençe izi açılıyor, çığlığı yeni baştan yükseliyordu. Teni alev alev yanmaktaydı. Bunun böyle ne kadar süreceğini bilemiyordu. Osmond her vuruştan sonra iyice manyaklaşmaya başlamıştı. Tam o sırada bir ses duyuldu. "Osmond! Osmond! Hah, buradaymış, çok şükür!"

Koşuşan ayak sesleri duyuldu.

Osmond'un sesi öfkeli ve soluk soluğa çıktı. "Ne var? Ne var? Ne oluyor?"

Bir el Jack'in kolunu kavrayıp onu ayağa kaldırdı. Çocuk sendeleyince o elin kolu beline sarılıp destek oldu. Pavyondan geçerken o kadar katı ve kendinden emin davranan Yüzbaşının şimdi bu kadar şefkatli olması şaşılacak şeydi.


Jack tekrar sendeledi. Dünya gözlerinin önünde yüzüyordu. Her şey bulanıktı. Sırtından ılık kanlar süzülüyordu. Çabuk kabaran bir nefretle Osmond'a baktı. Öfke ve sersemliğe iyi bir merhem oldu bu.

Bunu sen yaptın... canımı yaktın, tenimi kestin. Bana bak, Manyak, eğer elime senden öç alma fırsatı geçerse...

"İyi misin?" diye fısıldadı Yüzbaşı.

"Evet."


"Ne var?" diye haykırdı Osmond demin dayağı yarıda kesen iki adama.

Birinci adam, Jack'la Yüzbaşı'nın gizli odaya giderken koridorda gördükleri züppelerden biriydi. Ötekiyse, Jack'in Diyar'a ilk gelişinde karşısına çıkan o arabacıya benziyordu. Çok korkmuş bir hali vardı. Yaralıydı da galiba. Başının sol tarafındaki bir yaradan kanlar akıyor, yüzünün sol yanını hemen hemen tümüyle kaplıyordu. Sol kolu yırtılmış, derisi de sıyrılmıştı. "Ne diyorsun, eşek herif?"

Arabacı anlattı. "Tüm İşçiler Köyünün öte yanında virajı dönerken arabam devrildi." Ağır konuşuyordu. Şok içinde biri gibiydi. "Oğlum öldü, Efendim! Fıçıların altında ezildi kaldı. Son Mayıs Çiftliği gününde onaltı yaşını doldurmuştu. Annesi..."

"Ne?" diye bağırdı Osmond tekrar. "Fıçılar mı? İçki mi? Kingsland'-larmı yoksa? Yani bana bir araba dolusu Kingsland'ı paıçaladığını mı söylüyorsun, keçi burunlu herip Onu mu demek istiyorsun yoksaaaa?"

Osmond'un sesi o son hecede, opera söylüyormuş gibi yükseliverdi, titredi, gıcırdadı. Aynı anda tekrar dansetmeye de başladı... ama bu sefer öfke dansıydı yaptığı. Şarkıyla dansın bileşimi öyle garip oldu ki, Jack istemeden dudaklarına yükselen bir gülmeyi örtmek için iki elini birden ağzına götürmek zorunda kaldı. Bu hareket, gömleğinin yarık sırtında gerilmesine yol açtı, daha Yüzbaşı onu bir mırıltıyla uyarmadan, hemen kendine geldi.

Arabacı sabırla, sanki Osmond hikâyenin tek önemli noktasını kaçırmış gibi (ona öyle geliyordu herhalde) söze devam etti. "Onaltı yaşındaydı, Efendim. Annesi bugün benimle gelmesini istememişti. Nasıl oldu da..."

Osmond kırbacı havaya kaldırdı, beklenmedik, kör edici bir hızla indiriverdi. Kırbacın sapını sol eliyle gevşek biçimde tutuyordu. Uç kısımdaki kuyruklar çamurlara yayılmıştı. Şaklama sesi. 22 gibi değil de, oyuncak tüfek gibi çıktı. Arabacı bağırarak geriye doğru sendeledi, elleri yüzüne doğru uçtu, kirli parmaklarının arasından yeni fışkıran kanlar sızmaya başladı. Adam bağırarak devrildi. "Efendim! Efendim! Efendim!" diye hay-kırıp duruyordu o boğuk, gargara gibi sesiyle.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə