Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə51/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55

7

Çanlar çalmaya başladığında hepsi çevrelerine baktılar. Bazıları güldü, bazıları kaşlarını çattı, bir kısmı gözyaşlarına gömüldü. İki köpeğin bir yerlerde havladığı duyuldu. Bu garipti. Thayer bahçesine köpek girmesi yasaktı çünkü.

Çanların sesi bilgisayarla ayarlanmış tempoda değildi. Okul gazetesi de sonradan bunu onayladı. Bir işgüzarın bilgisayar programını değiştirdiğini yazdı. Çalan ezgi bir Noel sarkışıydı.

"Mutlu Günler Yine Geldi."


8

Jack Sawyer'in sevgili Wolf unun annesi gerçi kendisinin hamile kalamayacak kadar yaşlı olduğuna inanıyordu ama, oniki ay önceki Değişme sırasında âdet görmemişti. Üç ay önce de üçüz doğurmuştu. İkisi kız, biri erkek. Sancıları kötü olmuştu. Büyük çocuklarından birinin de ölmek üzere olduğunu hissediyordu. O çocuk öte tarafa gitmişti, biliyordu bunu. Bir sürüyü korumak için gitmişti. Orada ölecekti. Kendisi de onu bir daha hiç göremeyecekti. Zordu bu. Doğum sırasında canmın yanmasından çok bu acıdan ağlamıştı.

Ama şimdi, dolunay altında, yeni yavrularının yanında yatarken birden döndü, erkek yavruyu çekip yalamaya başladı. Hâlâ uyumakta olan yavru Wolf kollarını annesinin boynuna doladı, yanağını onun göğsüne yasladı, ikisi» de gülümsediler. Annenin içinde bulunduğu bu yabana uyku halinde, kafasında bir insan düşüncesi belirdi. Tanrı çivilerini iyi çakar. Bütün kokuların gazel olduğu o dünyaya dökülen mehtap, ikisini kız yavruların yanında uyurken aydınlattı.
9

Goslin, Ohio'da Buddy Parkins adlı bir adam ortalık karanrken kümesi temizliyor, pislikleri kürek kürek atıyordu. Ağzına ve burnuna bezden bir maske bağlamış, uçuşan gübre tozlarının ciğerine dolmamasım sağlamaya çalıştı. Ortalık amonyak kokuyordu. Başı ağrımaya başlamıştı bu kokudan. Sırtı da ağrıyordu zaten. Uzun boylu bir adamdı. Kümesin tavını ise hiç yüksek değildi. Zor işti yaptığı. Üç oğlu vardı. Kümes temizleneceği zaman hepsi ortadan yok olurdu. Neyse, neredeyse bitiyordu ve...

Çocuk! Büyük İsa! O Çocuk!

Birden kendini Lewis Farren diye tanıtan o çocuğu hatırlamıştf. Net olarak ve sevgiyle. Helen Faughan adlı teyzesine gitmekte olduğunu iddia eden çocuğu. Buddy ona, kaçıyor musun diye sorduğunda, dönüp baktığı zaman yüzünde büyük bir iyilik ve inanılmaz bir güzellik yansıtan çocuğu. Buddy'nin gözlerinde gökkuşakları uçurtan, fırtınaların sonunu simgeleyen bir güzellik.

Soluyarak doğruldu, kafasını kümesin kirişlerine çarptı, gözlerine yaşlar doldu... ama yine de deliler gibi sırıtıyordu. Ah, Tanrım, çocuk orada, ORADA! diye düşündü Buddy Parkins. Orasının neresi olduğunu hiç bildiği yoktu oysa. Yine de içine tatlı, güçlü bir serüven duygusu dolmuştu. Oniki yaşında ilk defa Define Adası kitabını okurken, ondört yaşında bir kızın memesini ilk defa avuçlarken duyduğu o duygu. Heyecanından sendeledi, gülmeye başladı. Kürek elinden düştü, tavuklar ona şaşkın ve budala bakışlarla bakarken Buddy Parkins tavuk tersleri arasında dansetmeye koyuldu. Maskesinin gerisinden gülüyor, parmaklarını şıkırdatıyordu.

"Oraya vardı!" diye bağırdı tavuklara gülerek. "Sonunda başardı... oraya vardı ve aldı."

Sonradan, herhalde kokudan sarhoş olmuşum diye kendini inandırmaya çalışacaktı. Ama hepsi o kadar değildi. Bir ilham, bir vahiy gelmişti sanki Buddy'ye. Ne olduğunu hatırlayamıyordu. Hani okuldayken Edebiyat öğretmeni anlatmıştı. Bir büyük şair bol miktarda aiyon almış ve şiir yazmaya başlamış. Ama ayıldıktan sonra şiirini biterememiş...

Onun gibi, diye düşündü. Ama bir bakıma öyle olmadığını biliyordu. O sevincine neyin yol açtığını hatırlayamamakla birlikte, tıpkı Donny Keegan gibi, sevincin gelişini asla unutamadı. Büyük bir serüvene değme duygusunu da unutamadı. Sanki bir an için harikulade güzel, beyaz bir ışığa bakmıştı. İçinde gökkuşağının her rengi olan bir beyazlığa.


10

Bobby Darin'in eski bir şarkısı vardı: 'Topraktan kökler fışkırdı... blucin ve çizme giyen kökler... at onları uzağa... at onları uzağa..." Indiana'nın Cayuga kenti dolaylarında çocuklar bu şarkıyı çok sevebilirlerdi eğer o kadar eski bir şarkı olmasa. Onların çağından öncesinin sarkışıydı. Sunlight Yurdu bir haftadan fazladır boştu. Daha şimdiden perili ev diye adı çıkmaya başlamıştı. Uzak tarlanın çitine yakın yerde bulunan cesetlere bakılırsa, pek de saçma değildi bu inanç. Emlâkçinin diktiği satılık levhası orada sanki dokuz gündür değil de bir yıldır duruyormuş gibiydi. Binanın fiyatında bir kere indirim yapılmış, ikinci bir indirim düşünülüyordu.

Ama gerek kalmadı. İlk karlar Cayuga'ya düşerken (ve Jack Saw-yer'in parmaklan Tılsım'a değerken) mutfağın arkasındaki gaz tüpleri patladı. Eyaletten bir görevli gelmiş, bir hafta önce tüplerdeki bütün gazı boşaltmıştı. Adam o tüplerin içine girip sigara yaksanız bir şey olmaz diye yeminler ediyordu. Ama işte patlamıştı yine. Tam Oatley Barının patladığı anda hem de.

Sunlight Yurdu göz açıp kapayana kadar bir kül yığını haline geldi.

Haleluya diyebilir misiniz?
11

Bütün dünyalarda bir şeyler kıpırdadı, biraz değişik bir yere oturdu... ama Point Venuti'de o kadarla kalmadı. Orada yerin altındaki hayvan uyanmıştı, kükrüyordu. Yetmiş dokuz saniye boyunca da uyumadı sismograf raporlarına göre.

Deprem başlamıştı.

Bölüm: 44

DEPREM
1

Jack, Agincourt'un da sarsılıp parçalanmaya başladığım ancak bir süre sonra anladı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. İçine yine garip bir duygu doldu. Bir bakıma kendisi Agincourt'da değildi. Point Venuti'de, Men-docine bölgesinde, California'da da değildi. Amerika'da, Diyar'da falan da değildi. Ama sayısız dünyalann içindeydi. Aynı anda hepsinde. O dünyalann belli bir yerinde de değildi. Her yerindeydi. Kendisiydi çünkü o dünya-' 1ar. Tılsım herhalde babası Phil Sawyer'in sandığından da çok daha büyük bir şeydi. Yalnız mümkün olan tüm dünyalann ekseni değil, dünyalann kendisiydi... dünyalar ve dünyalann arasındaki boşluklar.

Buradaki transandantalizm, mağarada yaşayan Tibet'li bir ermişi bile delirtmeye yeterdi. Jack Sawyer her yerdeydi. Jack Sawyer her şeydi. Elli bin dünya aşağıda, Afrika'ya karşılık gelen bir çölde bir ot susuzluktan oluverdi. Bir başka dünyada ejderhalar gezegenin üzerindeki bir bulutta çift-leşiyorlardı. Alevli soluklan buz gibi havaya kanşıyordu. Jack erkek ejderdi... Jack dişi ejderdi... Jack spermdi... Jack yumurtaydı. Bir milyon evren ilerde üç toz taneciği yıldızlar arası boşlukta uçtu. Jack o tozlardı. Jack aradaki boşlukta. Galaksiler başının çevresinde upuzun kâğıt şeritleri gibi dönüyordu. Kader rastgele delikler açıyordu onların üzerinde. Onları mak-rokozmik bir piyanistin ezgisini çalan âlet gibi kullanıyordu. Jack'in mutlu dişleri bir portakalı ısırdı. Jack'in mutsuz teni, başka dişler kendisini ısırırken acıyla bağırdı. Bir milyar çiçek tarhında bir trilyon tozdu. Annesinin rahminde bir önceki hayatını düşünen bir yavruydu. Peru'da bir yumurta, Ohio'daki Buddy Parkins'in kümesinde bir samandı. Buddy Parkins'in burnundaki tozdu. Onu hapşırtan tüylerdi. Gemilerdeki atomlardı, yaratıksın kokuşuydu.

Yüreği vurdu, bin güneş ışık saçtı.

Uçan kırlangıçlar olup dünyalardan havalandı.

Diyar cehenneminin cevher kuyularında öldü.

Etheridge'in kravatında bir nezle virüsü oldu.

Uzak yerlerde rüzgâr olup esti.

Jack şimdi...

şimdi...


Tanrıydı, Tanıt... ya da ona o kadar yakın bir şeydi ki, farkı önemsizdi.

Hayır! diye bağırdı Jack korkuyla. Hayır, ben Tanrı olmak istemiyorum? Lütfen! Lütfen! Tann olmak istemiyorum, yalnızca annemin hayatını kurtarmak istiyorum!

Birden sonsuzluk iskambil gibi kapanıyordu. Daraldı, bir tek beyaz ışın oldu, Jack o ışını izleyip Balo Salonuna döndü. Aradan yalnızca birkaç saniye geçmişti. Tılsım'ı hâlâ ellerinde tutuyordu.
2

Dışarda toprak sanki çılgınca bir dansa başlamıştı. Gelgit hareketi kararını değiştirmiş, sular çekilmeye koyulmuştu. Kumlar ıslak ıslak ortadaydı. Garip balıklar sıçrıyordu ıslak kumlarda.

Kasabanın gerisindeki tepeler aslında kayalıktı ama şu anda çamur birikintilerinden farksız görünmekteydiler. Çatlıyor, yanlıyor, bin tarafa uçuşuyorlardı. Bir an ağız gibi açılıyor, sonra tekrar yıkılarak kapanıyorlardı. Aşağıya topraklar kaymaktaydı. Topraklann arasında fabrika kadar kocaman kayalar da vardı.

Morgan'ın Wolf tugayı, Jack'la Richard'ın Hazırlık Kampına habersiz saldırısında büyük kayıp vermişti. Şimdi çoğu bâtıl bir korkuyla bağırarak kaçarken sayıları daha da azaldı. Bir kısmı tekrar kendi dünyasına döndü, bazılan sağ salim ulaştı, çoğu da oradaki karmaşada yokoldu.

Dünyaların hepsinde buna^benzer şeyler olmaktaydı. Üç Wolf dan oluşan bir grup, siyah deri ceketler giymiş, motosiklete binmiş olarak, radyolarında müzik çalsL.çala ilerlerken bir binaya çarptılar.

Bir kısmı haykırarak sokaklarda koşuyordu. Değişim leri başlamaktaydı. Çıplak memeli deli kadın ağır ağır onların önüne çıktı. Elleri başındaki saçlan yoluyordu. Görünüşü sakindi. Saç tutamlarından birini Wolflara uzattı. Saçlann kanlı kökleri, otlar gibi sallandı.

'Alın," diye gülümsedi kadın onlara. "Bir buket! Size!"

Wolflar hiç sakin değillerdi. Bir tanesi bir kol darbesiyle kadının kafasını kopardı, koşmaya devam etti.


3

Jack ele geçirdiği şeyi, utangaç bir çocuk avucundan yem yiyen orman yaratığını seyrediyormuş gibi, soluk soluğa seyrediyordu.

Avuçlannın arasında pırıl pırıldı. Parlayıp sönüyor, parlayıp sönüyordu.

Kalbimin atışına göre, diye düşündü.

Cama benziyordu. Ama avuçlannda bir yumuşaklığı vardı. Belli belirsiz. Jack bastırdığı zaman sanki biraz çöküyordu. Bastırılan yerlerden ışıklar dışan saçılıyordu. Sol elinden koyu mavi, sağından al kırmızı. Gülümsedi... sonra gülümsemesi soldu.

Böyle yapmakla belki milyarlarca insanı öldürüyorum... yangınlar, seller, Tanrı bilir daha neler. Angola'da çöken kuleyi unuttun mu?

Hayır, Jack, diye fısıldadı Tılsım. O zaman Jack onun bastırdığında neden yumuşak olduğunu anladı. Canlıydı. Tabii canlıydı. Hayır, Jack; Her şey iyi olacak... her şey iyi olacak... ve her türlü şey de iyi olarak. Yalnız inan; doğru ol; ayağa kalk, sendeleme şimdi.

Zihninde sükûn... derin bir sükûn.

Gökkuşağı, gökkuşağı, gökkuşağı, diye düşündü Jack. Acaba bu harikulade balondan ayrılabilecek miyim, diye merak etti.
4

Aşağıdaki kumsalda, tahta kaldırımda Gardener korku içinde yüzü koyun yere kapanmıştı. Parmaklan kumlara gömülüyordu. Miyavlar gibi bağırmaktaydı.

Morgan sarhoş gibi ona seyirtti, omzundaki telsizi yırtarcasına çekip aldı.

"Dışarda kalın!" diye bağırdı telsize. Birden düğmeyi açmadığını far-ketti. Bastı, tekrar bağırdı: "DIŞARDA KALIN! KASABADAN KAÇMAYA KALKARSANIZ KAHROLASI TEPELER BAŞINIZA YIKILIR! BURAYA GELİN! BANA GELİN! BU GÖRDÜĞÜNÜZ BASİT BİR TİYATRO EFEKTİ! BURAYA GELİN! KUMSALIN ÇEVRESİNDE HALKA OLUN! GELENLERİNİZ ÖDÜLLENDİRİLECEK! GELMEYENLERİNİZ LANETLİ TOPRAKLARDAKİ MADEN KUYULARINDA ÖLECEK! GELİN BURAYA! BURASI AÇIK! ÜZERİNİZE BİR ŞEY DÜŞMEYECEK YERE GELİN! BURAYA GELİN, ALLAH KAHRETSİN!"

Telsizi yana fırlattı, telsiz kırıldı. İçinden düzinelerle uzun antenli böcek çıkmaya başladı.

Morgan eğildi, haykırıp duran Gardener'i yakalayıp kaldırdı. "Kalk bakalım, dünya güzeli," dedi.


5

Masa sallanıp onu yere attığında Richard baygın olduğu halde bağırdı. Jack bu sesi duydu, Tılsım'ın getirdiği hayalden kurtuldu.

Agincourt'un fırtınaya tutulmuş gemi gibi gıcırdayıp sallanmakta olduğunu farketti. Çevresine baktığında tahtalar yerinden fırlıyor, tozlar uçuşuyordu. Kirişler ileri geri sallanmakta, albino böcekler Tılsım'ın ışığından kaçmaya çalışmaktaydı.

"Geliyorum, Richard!" diye bağırdı, dönüp yürümeye başladı. Bir kere tökezledi, elindeki kürenin kırılabileceğini bildiğinden onu havada tutarak devrildi. Çarparsa kırılırdı. O zaman neler olurdu. Tann bilir. Tek diz üstüne çöktü, kıçüstü oturdu, sonra yine ayağa kalktı.

Aşağıdan Richard tekrar bağırdı.

"Richard! Geliyorum!"

Yukardan kızak çıngırakları gibi bir ses duyuldu. Jack başım kaldırdı. Avize sarkaç gibi sallanıyor, giderek de hızlanıyordu. Kristalleri birbirine vurup çıkarıyordu o sesi. Jack bakarken zincir koptu, avize yere bir bomba gibi çarptı, cam parçalan uçuştu.

Jack dönüp koca adımlarla odadan çıktı... komedi filmlerinde danse-den bahriyelilere benziyordu.

Koridorda ileriye doğru! Yerler sallandıkça bir bir duvara, bir öbürüne çarpıyordu. Döşeme tahtaları ikide bir aralanıp birleşmekteydi. Duvara her çarpışında Tılsıma ileri doğru uzatıyor, o da akkor gibi parıldıyordu. Merdivenlerden asla inemezsin. Mecburum. Mecburum.

Az önce siyah şövalyeyle karşılaştığı sahanlığa vardı. Dünya başka bir türlü eğilip bükülüyordu. Jack sendeledi, yerdeki miğferin deli gibi yuvarlanışına baktı.

Aşağıya bakıp duruyordu. Basamaklar durmadan dalgalanıyor, içini bulandınyordu. Bir tanesi yukarı büküldü, arada kapkara boşluk gözüktü. ■■Jack!"

"Geliyorum, Richard!"

O merdivenlerden dünyada inemezsin. İnemezsin, evlât. Mecburum. Mecburum. Değerli, kolay kırılabilir Tılsım'ı elinde tutarak ilk basamağa adımım attı. Merdiven binbir gece masallarından fırlama bir uçan halının kasırgaya tutulmuş hâli gibiydi.

Basamaklar yine yükseldi, Jack kara şövalyenin miğferinin peşinden arada beliren kara deliğe doğru fırladı. Bağırdı, geriye sendeledi, Tılsım'ı bağrına bastı, sağıyla kavradı, solunu arkasına uzatıp düşüşünü desteklemeye çalıştı. Eli hiçbir yere dokunmadı. Topukları çukurun kenarına çarptı, geriye, yokluğa devrildi.


6

Deprem başlayalı elli saniye olmuştu.' Yalnızca elli saniye. Ama deprem görmüş herkesin de size söyleyebileceği gibi, objektif saat o sıra tüm anlamını kaybediyordu. Los Angeles 1964 depreminden üç yıl sonra televizyon röportajcılan depremden kurtulan birine olayın ne kadar sürdüğünü sorduklannda, o sakin bir selle, "Hâlâ devam ediyor," demişti.

Deprem başladığından altmış iki saniye sonra Point Venuti tepelerinin hepsi yayla olmaya karar vermişti. Çamurlu bir ses çıkararak kasabanın üzerine yıkıldılar, geriye bir tek sivri kaya çıkıntısı kaldı. Agincourt'u gösteren bir parmak gibi. Suçlayan bir parmak.
7

Kumsalda Morgan Sloat'la Sunlight Gardener birbirine tutunarak durmaktaydılar. Sanki hula hop çeviriyorlarmış gibi kıvrılıp duruyorlardı. Gözleri bir korkuyla yuvalarından fırlayan, alevler kusan birkaç Wolf da onların yanına gelmişti. Başkaları da geliyordu. Hepsi ya değişiyor, ya da değişmişti. Giysileri üstlerinden lime lime sarkıyordu. Morgan bir tanesinin kendini yere atıp toprağı ısırmaya başladığını gördü. Sanki toprak öldürülebilecek bir düşmanmış gibi. Bir kamyonet, yanlarındaki VAHŞİ ÇOCUK yazılarım parıldatarak Point Venuti meydanında yıldırım gibi ilerledi. O meydanda vaktiyle çocuklar, anneleri kendilerine dondurma alsın diye, ya da üzerinde Agincourt'un resmi bulunan bisküviler alsın diye sızla-nırlardı. Kamyonet meydanın ucuna vardı, kaldırıma çıktı, kumsala geçti, tozlar uçuşarak yaklaştı. Kumlarda yer son bir kere yarıldı, Tommy Wood-bine'ı çiğneyen VAHŞİ ÇOCUK burun üstü daldı, ebediyen yok oldu. Deposu patlarken alevler yükseldi. Morgan oraya baktığında babasının cehennemi tarif edişini hatırladı. O sırada yer yine kapandı.

"Dengeni koru!" diye seslendi Morgan, Gardener'e. "Bence bina yıkılacak, onu da altında ezecek. Ama çıkarsa, sen vuracaksın onu. Deprem olsun veya olmasın."

Gardener, "Kınlırsa bilecek miyiz?" diye tiz bir çığlık attı.

Morgan Sloat sırıttı.

"Bileceğiz," dedi "Güneş simsiyah olacak."

Yetmiş ikinci saniye doldu.
8

Jack'in sol eli trabzamn kalanını tuttu, Tılsım göğsünde alev alev parladı, üzerindeki paralel ve meridyen daireleri bir ampulün içindeki teller gibi göründü. Jack'in topukları kıvrıldı, tabanları kaymaya başladı.

Düşüyorum! Speedy! Düşü...

Yetmiş dokuz saniye.

Durdu.

Öylece, birdenbire kesildi.



Ama Jack için, tıpkı 1964 olayından kurtulan adam gibi, hâlâ devam ediyordu. En azından, beyninin bir kısmında.

Çukurdan kendini tekrar yukarı çekti, kıvrık basamağın orta yerinde durdu. Soluk soluğaydı. Yüzü terden parlıyordu, Tılsımı bağrına basıyordu. Durdu ve sessizliği dinledi.

Bir. yerlerde ağır bir şey, -belki bir gardrop, dengesini kaybedip devrildi.

"Jack! LütfenL Galiba ölüyorum!" Richard'ın kısık, çaresiz sesi gerçekten de çocuğun son gücünü harcadığını gösteriyordu.

"Richard! Geliyoıum!"

Merdivenden inmeye başladı. Basamaklar eğri büğrüydü. Birkaçı eksikti. Boşlukların üzerinden atlaması gerekiyordu. Bir yerinde dört basamağın peşpeşe eksik olduğunu gördü. Bir eliyle Tılsım'ı göğsüne bastırdı, ötekini kırık trabzana dayayıp kaydırarak sıçradı.

Eşyalar hâlâ devriliyordu. Cam kırılma sesleri çınlamaktaydı. Bir yerlerde bir tuvaletin sifonu kendi kendine peşpeşe çekiliyordu.

Lobideki kızılağaçtan kayıt masası, ortasından yarılmıştı. Çifte kapılar ardına kadar açık, içeriye güneş doluyordu. Küflü halı o ışığın altında buhar tüttürmekteydi.

Bulutlar açılmış, diye düşündü. Jack. Güneş patiıyor dışa/da. Sonra ardından, bu kapılardan çıkacağız, Richie, yavrum, diye geçirdi içinden. Sen ve ben. Koskocaman ve gunııiu.

Heron barının önünden geçip yemek salonuna giden koridor, esrarengiz filmlerdeki setleri hatırlatıyordu. Her şey altüsttü orada. Taban sola doğru meyillenmiş, iki yerde deve hörgücü gibi kamburlaşmıştı. Tıl-sım'ın aydınlığında oranın karanlığını inceledi. Sonra adımlarını atmaya başladı.

Yemek salonuna daldı ve Richard'ı yerde, masa örtüsüne dolanmış yatar buldu. Burnundan kanlar akıyordu. Jack yaklaştığı zaman, yüzündeki kırmızı şişkinliklerden bazılarının patlamış olduğunu, içlerinden böcekler çıkıp yanağında yüremeye başladığım gördü. Bir tanesi de Richard'm burnundan çıktı.

Richard bağırdı. Zayıf, köpüklü, sefil bir çığlık attı, elini burnuna götürdü. Bir ölüm çığlığıydı bu çığlık.

Gömleği yükselip alçalıyor, altında bir şeylerin kımıldadığı belli oluyordu.

Jack salonun çarpık tabanında sendeleyerek ilerledi... örümcek karanlıklardan sarktı, zehirini havaya kör gibi fışkırttı.

"Fis hırfız!" diye sızlandı o böcek sesiyle "Seni fis hırfız, koy onu yerine, koy onu yerine!"

Jack hiç düşünmeden Tılsım'ı havaya kaldırdı. Işığı tertemiz, beyaz... bir gökkuşağı alevi saçtı... örümcek titredi, arkasını döndü. Bir saniye sonra ağın ucunda sallanan, dumanlar çıkaran bir kömür parçasıydı artık. Bu mucizeye ayıracak zaman yoktu. Richard ölüyordu. Jack onun yanına vardı, diz çöktü, masa örtüsünü çarşaf gibi kaldırdı.

"Sonunda oldu, ahbap," diye fısıldadı, arkadaşının etinden çıkan böcekleri görmemeye çalıştı. Tılsım'ı kaldırdı, düşündü, sonra Richard'ın alnına dayadı. Richard sefil bir çığlık attı, ondan uzaklaşmaya çalıştı. Jack elini onun sıska göğsüne dayayıp arkadaşını tuttu. Zor değildi Richard'ı kıpırdamadan tutmak. Böcekler Tılsım'ın altında pişerken pis bir koku çıktı.

Ya şimdi? Bir şey daha yapmalıyım... ama ne?

Gözlerini kaldırdığında, biraz ilerde, giderken Richard'a verdiği yeşil bilyeyi gördü. Öteki tarafta ayna olan bilyeyi. Jack bakarken bilye biraz yuvarlandı, sonra durdu. Yuvarlandı, evet... çünkü bilyeydi o. Bilyenin işiydi yuvarlanmak. Bilyeler yuvarlak olurdu. Bilyeler yuvarlaktı ve Tılsım da yuvarlaktı.

Zihninde bir ışık yandı.

Jack bir eliyle Richard'ı tutarak Tılsım'ı onun vücudu üzerinde yavaşça yuvarlamaya başladı. Göğsüne vardığı zaman Richard debelenmeyi kesti. Jack onun herhalde bayılmış olduğunu düşündü ama bir bakışta yanıldığını anladı. Richard gözlerini açmış, büyük bir şaşkınlıkla ona bakıyordu... ...yüzündeki sivilceler ve yaralar da gitmişti! Sertleşmiş kırmızı şişik-ler soluyordu.

"Richard!" diye bağırdı deliler gibi gülerek. "Hey, Richard, şu işe bak! Bwana juju yapıyor!"

Tılsım'ı yavaşça Richard'ın karnı üzerinde yuvarladı. Avucuyla itiyordu. Tılsım pırıl pırıl parladı, net, sözsüz bir armoniyi şarkı olarak söyledi. Bir sağlık ve tedavi şarkısı. Sonra Richard'ın kasıklarına. Jack çocuğun iki sıska bacağını birleştirdi, Tılsım'ı birleşme çizgisi üzerinden ayak bileklerine kadar da yuvarladı. Tılsım parlak mavi oluyor, derin kırmızı oluyor... sarı oluyor. Haziran çayırları gibi yeşil oluyordu. Sonra tekrar beyaz oldu.

"Jack," diye fısıldadı Richard. "Bunun için mi gelmiştik"

"Evet."

"Çok güzel," dedi Richard. Bir kararsızlık geçirdi. 'Tutabilir miyim?"



Jack içinde bir hasislik hissetti Bir an Tılsım'ı bağrma bastı. Hayır! Kırarsın belki! Hem zaten, o benim! Ben onun uğrunda koca ülkeyi aştım! Şövalyelerle savaştım! Sana vermem! Benim! Benim! Be...

Elinde Tılsım birden buz gibi bir soğukluk yaydı. Bir an... Jack için dünyanın bütün depremlerinden daha korkunç olan bir an için kapkara kesildi. Beyaz ışığı sönmüştü. Jack onun karanlığı içinde kara oteli gördü. Dehlizleri, koridorları, mahzenleriyle. Kuleleri, rüzgar gülleriyle.

Sen de yeni Agincouıt mu olacaksın şimdi? diye fısıldadı Tılsım. Çocuklar da otel olabilir... isterse.

Annesinin sesi kafasında net biçimde yankılanda: Onu paylaşmak istemiyorsan, Jacky aıkadaşın için onu tehlikeye atamıyorsan, o zaman olduğun yerde kal, daha iyi. Ödülü paylaşmaya, ödülü tehlikeye atmaya razı olamıyorsan... eve gelmeye zahmet bile etme. Çocuklar ömürleri boyunca hep bu sözleri duyariar ama, iş gerçeğe binince pek kolay olmuyor, değil mi? Eğer onu paylaşamıyorsan, bırak öleyim ahbap. Çünkü o fiyata yaşamak istemem.

Tılsım'ın ağırlığı birden çok fazlalaşmıştı. Ama Jack yine de onu kaldırdı, Richard'ın ellerine koydu. Eller bembeyaz, iskelet gibiydi... yine de Richard tutabildi, taşıyabildi Tılsım'ı. Jack o ağırlaşma duygusunun kendi hayalinden geldiğini anladı. O hasta bencilliğinden. Tılsım yeni baştan o harikulade ışığıyla aydınlandı, Jack içindeki karanlığın yok olduğunu hissetti. Kendi kendine, insan bir şeyin sahibi olduğunu, onu ne kadar kolaylıkla verebileceğinden anlar... diye düşündü, sonra o düşünce de geçti.

Richard gülümsedi, yüzü o gülümsemeyle çok güzelleşti. Jack onun gülümsediğini defalarca görmüştü ama bu seferkinde daha önce hiç görmediği bir huzur vardı. Anlayışını aşan bir huzur. Tılsım'ın beyaz, iyileştirici ışığında Jack, Richard'ın yüzünü gördü. Hâlâ hasta ve yorgundu ama iyileşiyordu. Tılsım'ı bebekmiş gibi göğsüne bastırdı, pırıl pırıl gözleriyle Jack'e gülümsedi.

"Eğer Seabrook Adası ekspresi buysa, ben mevsimlik abonman almaya hazırım," dedi. "Bu işten kurtulursak tabii."

"Daha iyi misin?"

Richard'ın gülümsemesi Tılsım'ın ışığı gibi parladı. "Dünyalar kadar daha iyiyim," dedi. "Şimdi bana yardım et, Jack."

Jack onun omzunu tutmak üzere harekete geçti, Richard Tılsım'ı uzattı.

"Önce bunu alsan iyi olur," dedi. "Ben hâlâ biraz dermansızım. Hem seninle gitmek istiyor. Hissediyorum."

Jack onu aldı, Richard'ın kalkmasına yardım etti. Richard kolunu Jack'in boynuna sardı.

"Hazır mısın... ahpap?"

"Evet," dedi Richard. "Hazırım. Ama her nedense deniz yolumuz kapandı gibi geliyor, Jack. Deminki patırtıda o terasın çöktüğünü duydum."

"Biz ön kapıdan çıkıyoruz. Tanrı o arka pencerelerden kumsala inen bir iskele bile kurmuş olsa, ben yine ön kapıdan çıkardım. Biz kaçmıyoruz buradan, Richie. Parasını ödeyen müşteriler gibi çıkacağız. Bence epey bir şeyler ödedim. Sen ne dersin?"

Richard incecik elini uzatıp avucunu açtı. Solmaya başlayan kızarıklıklar hâlâ belliydi.

"Bence bir denemeliyiz," dedi. "Tokalaşalım, Jacky."

Jack kendi avucunu Richard'ınkine şaklattı, sonra ikisi birlikte koridora çıktılar, yürümeye başladılar. Richard, Jack'in omzuna asılıyordu.

Koridorun yansında Richard yerdeki maden zırh parçalarına baktı. "Bu da ne?" dedi.
"Konserve kutuları," Jack gülümsüyordu.

"Jack, sen ne demeye ça..."

"Boşyer, Richard," Jack sırıttı. Kendini hâlâ iyi hissediyordu ama, vücuduna gerilimler dolmaya başlamıştı yine de. Deprem bitmişti... ama sorun bitmemişti. Morgan onları bekliyor olacaktı. Gardener de.

Bosver. Suyu akıntısına bırak.

Lobiye vardılar, Richard çevresine şaşkınlıkla baktı. Merdivenlere, kırık kayıt masasına, devrilmiş kupalara, bayraklara, eskiden duvara çakılmışken şimdi burnunu posta kutusuna sokmuş duran ayı kafasına... sanki oradan koku alıyordu hayvan. Bal kokusu belki.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə