Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə53/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55

Sloat hırlayarak anahtarı ona doğru uzattı. Çenesinden kanlar damlıyordu. Bir an şaşkın göründü. Ahıra kapatılmış bir boğa gibi çaresiz ve öfkeliydi. Jack ona gülümsedi bile hattâ. Sonra Jack'in gözleri yan tarafa, Richard'in kumlarda yatmakta olduğu yere döndü, gülümsemesi yüzünde soldu. Richard'in yüzü tümüyle kana bulanmıştı. Kumral saçları da kandan vıcık vıcıktı.

"Seni it..." diye başlayacak oldu ama gözlerini başka tarafa çevirmesi hatâ olmuştu. Yakıcı ve sesli bir ışık tam yanmdaki kumlara saplandı.

Jack, Sloat'a döndü. O da tam yeni bir yıldırım daha atmaktaydı. Jack'in ayaklarına. Jack danseden adımlarla geri gitti, yıldırım kumlan san bir bulamaç gibi eritti, sonra âmnda dondular, dümdüz bir buz kesildiler. "Oğlun ölecek," dedi Jack. "Annen ölecek," dedi Sloat da. "Ben kafanı uçurmadan at o lanet olası şeyi elinden. Hemen. Bırak dedim!"

"Sen git de sansarlarla yat!" diye karşılık verdi Jack.

Morgan Sloat ağzını açtı, bağırdı, bir dizi kanlı diş gösterdi. "Senin cesedinle yatarım!" Anahtarı Jack'in kafasına nişanlayıp hazırlandı. Gözleri parlıyordu. Sonra elini kaldırdı, anahtar göğe doğru döndü. Sloat'un yumruğundan upuzun bir yıldırım fırladı, gökyüzü karardı. Bu karanlıkta Tılsım da, Morgan Sloat'un yüzü de pırıl pırıl parlıyordu. Sloat'un yüzündeki parlaklık, Tılsım'ın ışığının oraya düşmesinden ötürüydü. Jack içinden, herhalde benim yüzüm de parlıyordur, diye düşündü. Tılsım'ı birden Sloat'a doğru uzattı. Bunu ne amaçla yaptığını Tanrı bilirdi. Anahtar düşürttürmek için mi, onu kızdırmak için mi, güçsüz olduğunu ona kabul ettirmek için mi? Ama Jack o anda, Morgan Sloat'un yeteneklerinin tümünü henüz bilmediğini anladı. Kara gökten kocaman kar taneleri dökülmeye başlamıştı. Sloat giderek yoğunlaşan kar perdesi ardında görünmez oldu. Jack onun ıslak kahkahasını duydu.
4

Lily hasta yatağından bin zorlukla kalkıp pencereye kadar yürüdü. Aralık ayının ölü plajına baktı. Plajı kaldırımdaki bir tek sokak ışığı aydınlatıyordu. Birden pencerenin dışında bir martı belirdi. Gagasının bir yanından bir solucan sallanıyordu. Lily o anda Sloat'u hatırladı. Martı ona benziyordu.

Önce sarsıldı, sonra toparlandı. Gülünç bir öfke hissetti. Martı Sloat'a nasıl benzerdi? Martı onu nasıl rahatsız ederdi? Doğru olamazdı bu. Soğuk camı parmağıyla tıkırdattı. Kuş kanatlarını biraz kımıldattı ama uçmadı. Lily onun zihninden buz gibi bir düşüncenin kendisine doğru aktığını radyo sesi kadar net biçimde algıladı.

Jack ölüyor, Lily... Jack ölüyor...

Hayvan başını öne uzattı, gagasıyla camı tıkırdattı.

Olüyooooooo.

"HAYIR!" diye haykırdı Lily. "CEHENNEM OL, SLOAT!" Bu sefer parmağıyla vurmadı, cama yumruğunu savurdu, cam kırıldı, yumruk uzandı, martı bağırarak, düşercesine kaçtı. Buz gibi hava penceredeki delikten içeriye doldu.

Lily'nin elinden kanlar damlıyordu. Yo, yalnızca damlamıyor, akıyordu, iki yerinden fena kesmişti elini. Kırık camlan topladı, sonra elini geceliğinin bedenine sildi.

"BUNU BEKLEMİYORDUN, DEĞİL Mİ, SERSEM?" diye bağırdı kuşa. Hayvan bahçenin üzerinde tedirgin tedirgin uçuyordu. Lily gözyaşlarına gömüldü. "Rahat bırak artık Jack'i! Rahat bırak! OĞLUMU RAHAT BIRAK!" ^

Her yanı kan içindeydi. Soğuk hava içeriye doluyor, pencere zangırdı-yordu. Dışarda ilk karların gökten dökülmekte olduğunu sokak ışığından gördü.


5

"Dikkat et, Jacky."

Hafif bir ses. Solundan.

Jack oraya döndü, Tılsım'ı fener gibi havaya kaldırdı. Işığı yalnızca düşen karları gösterdi.

Başka bir şey yoktu. Karanlık... kar... okyanusun sesi.

'Ters taraf, Jacky."

Sağa döndü. Ayaklan buzlaşan karlarda kayıyordu. Ses yaklaşmıştı. Jack de bu sefer daha hızlı dönmüştü.

Tılsım'ı kaldırdı. "Gel de al, Sloat!"

"Şansın hiç yok, Jack. Seni istediğin an avlayabilirim."

Arkasından... daha da yakın. Ama Jack Tılsım'ı kaldırdığında Sloat görünürlerde yoktu. Yüzüne karlar çarpıyordu. Soluk alınca soğuktan öksürmeye başladı.

Sloat onun tam önünde kıkırdadı.

Jack çekildi, Speedy'ye takılıp düşecek gibi oldu.

"Huu-huuu, Jacky!"

Sol taraftaki karanlıktan bir el uzandı, Jack'in kulağını çekti. Jack o yana dönerken kalbi gümbür gümbür atıyordu. Gözleri fincan gibi açılmıştı. Ayağı kaydı, tek dizini yere dayadı.

Richard boğuk, iniltiyle horultu arası bir ses çıkardı.

Yukardan gökgürültüsü duyuldu. Sloat'un yarattığı karanlıktan.

"At bana onu!" diye takıldı Sloat. O karlı karanlığın içinden danse-den adımlarla ilerleyip ortaya çıktı. Sağ eliyle parmak şıklatıyor, soluyla anahtarı Jack'e doğru tutuyordu. Hareketlerinde sıçrar gibi, elektrikli bir tempo vardı. Jack'e eski zaman orkestra şefleri gibi göründü. Xavier Cugat belki. "Atsana bana! Paslaşma talimi, Jack! Morgan Amcanla! Ne dersin, Jack? Haydi, dene! Topu at, bir bebek kazan!"

Jack Tılsım'ı geriye, kendi sağ omzuna çekmiş olduğunu farketti. Niyeti de oydu zaten. Beni sinirtendinneye çalışıyor. Paniğe uğratmaya çalışıyor. Bıraktırmaya çalışıyor beni.

Sloat yine kayboldu. Karlar uçuştu.

Jack sinirli sinirli dönendi durdu ama Sloat yoktu. Belki de kaçtı... belki...

"Ne oldu, Jacky?"

Yo, hâlâ buradaydı. Bir yerlerde Solda.

"Baban ölürken gülmüştüm, Jacky. Yüzüne gülmüştüm. Motoru sonunda durduğu zaman..."

Sesi bulanıktı. Bir an silindi, sonra gerisin geri duyuldu. Sağdan. Jack o yana döndü. Neler olduğunu anlayamıyor, sinirleri bozuluyordu.

"Yüreğim kuş gibi kanatlanmıştı. Böyle uçmuştu, Jacky!"

Karanlıktan bir taş geldi. Jack'e değil, cam küreye doğru atılmıştı. Jack eğildi. Sloat'u bulanık şekilde gördü, sonra yine göremez oldu.

Bir sessizlik... Sloat yine belirdi. Yepyeni bir plak çalmaya başlamıştı.

"Annenle yattım, Jacky," diye arkadan geldi ses. Tombul, sıcak bir el pantolonunun kıçını yakaladı.

Jack bu sefer dönerken Richard'ın üzerine düşüyordu. Gözyaşları... sımsıcak, acı dolu, öfkeli... gözlerinden taşıyordu. Nefret ediyordu onlardan. Ama yine de taşıyorlardı. İnkâr etmeye olanak yoktu. Rüzgâr canavar gibi uğulduyor, sanki devler tünelde bağırıyordu. Sihir senin kendinde, demişti Speedy. Ama şimdi neredeydi o sihir? Nerede, ah, nerede?

"Annemin adını pis ağzına alma!"

"Çok yattım onunla," diye ekledi Sloat gururlu bir neşeyle.

Ses sağdan gelmişti. Karanlıkta şişko bir gölge.

"Davet üzerine, Jacky!"

Arka taraftan. Yakından.

Jack dönüp Tılsım'ı kaldırdı. Tılsım beyaz bir ışık çıkardı. Sloat geriledi ama o arada Jack onun yüzünde bir acı ve öfke ifadesi görebilmişti. O ışık dokunuyordu Sloat'a. Canını yakıyordu.

Söylediklerine aldırış etme... hepsi yalan ve bunu sen de biliyorsun.

Ama bu işi nasıl yapıyor? Adam Edgar Bergen gibi. Yo... karanlıkta tren soyan kızı/derililer gibi. Nasıl yapıyor?

"Bu sefer bıyıklarımı biraz alazladın, Jacky," dedi Sloat. Sulu sulu güldü. Soluk^soluğa gibiydi ama, fazla da değildi. Hem de hiç fazla değildi. Jack sıcakta kalmış köpek gibi soluyordu onun karşısında. Gözleri telâşla karanlıklarda Sloat'^ arıyordu. "Ama sana bu yüzden kin tutacak değilim, Jacky. Dur bakalım şimdi... neden söz ediyorduk biz? Ha, evet, annen..."

Bir sessizlik, bir soluma, sonra karanlıktan bir taş ıslık çalarak geldi. Jack'in şakağına çarptı. Jack döndüğünde Sloat yine yokolmuştu. Yine kar perdesinin ardına kaçmıştı.

"Bacaklarını bana öyle sarardı ki bağırırdım acısından!" dedi Sloat, Jack'in tam arkasından. "OOOOH-OOOOH!"

Eline düşme, seni deli etmesine fırsat verme...

Ama elinde değildi. Bu pis herif annesinden söz ediyordu onun.

"Kes sesini! Sus artık!"

Sloat karşısındaydı. Öyle yakındı ki, Jack onu karlara rağmen görebildi. Ama bir titreşim gibi gördü. Sanki su altındaymış gibi. Karanlıktan bir taş daha geldi. Jack'in başının arkasına çarptı. Jack öne sendeledi, Richard'ın üzerine bir daha düşecek gibi oldu. Richard kar örtüsünün altında yakında görünmez olacaktı.

Yıldızlan gördü... birden ne olduğunu anladı.

Sloat geçiş yapıyordu! Geçiş yapıyordu! Gidiyor... sonra geliyordu!

Jack olduğu yerde döndü. Karşısında bir değil de yüz düşman varmış gibi davranıyordu. Yıldırım karanlıktan dar, yeşilimsi mavi bir ışın gibi geldi. Jack Tılsım'la uzandı ona. Tekrar Sloat'a yansıtmayı umuyordu. Geç kalmıştı ama. Yıldırım söndü.

O halde onu neden orada göremiyorum? Diyarda?

Cevap kafasında şimşek gibi çaktı... Tılsım da bu arada şahane bir beyaz ışık saçtı. Karlar lokomotif projektörü görmüş gibi aydınlandı.

Onu orada göremiyorum, çünkü ben omda değilim! Jason gitti... ben tek tabiatlıyım! Sloat oradaki bir plaja geçiş yapıyor. Orada Orris 'li Mor-gan'dan başka kimse yok. Bir de, Parkus adlı, can çekişen bir adam. Richard orada değil, çünkü Orris'li Morgan'ın oğlu Rushton uzun zaman önce öldü ve Richard da tek tabiatlı! Dalıa önce geçiş yaptığımda Tılsım oradaydı... ama Richard yoktu! Morgan geçiş yapıyor... kıpı/diyor... geri geliyor... beni deli etmeye uğraşıyor...

"Huu-huuu! Jaaaa-ckyyy!"

Soldan.


"Buradayım!"

Sağdan.


Ama Jack artık sesin nereden geldiğini dinlemiyordu. Tılsım'a bakıyordu. İşareti bekliyordu. Ömrünün en önemli işaretini.

Arkasından. Bu sefer arkasından gelecekti.

Tılsım ışık yaydı. Karlara doğru güçlü...

Jack döndü... ve dönerken Diyar'a geçiş yaptı... pırıl pırıl güneşin altına! Orris'li Morgan vardı karşısında. Koskocaman. Jack'in hileyi anladığını bir an farkedemedi. O anda Jack'in arkasına geçmek üzere topal topal, hızla ilerlemekteydi. Suratında arsız çocuk sırıtışı vardı. Pelerini arkasında dalgalanıyordu. Sol ayağını sürüyüp duruyordu. Çizmesini kumlar kaplamıştı. Jack'in çevresinde kumlar çizik çizik, iz doluydu. Morgan onun etrafında dönüp durmakta, annesi hakkında pis yalanlar söylemekte, taş atmakta, onu tedirgin etmekteydi durmadan geçiş yaparak.

Jack avazı çıktığı kadar bağırdı:

"SENİ GÖRÜYORUM!"

Morgan büyük bir şok ve şaşkınlık içinde ona döndü, bir eli yıldırım âletinin çevresinde kıvrıldı.

"GÖRÜYORUM!" diye bağırdı Jack tekrar. "Bir tur daha atalım mı, Sloat?"

Orrisli Morgan elindeki âletin ucunu ona doğrultup salladı. Suratına o aptalca şaşkınlığın yerine hemen kurnaz bir ifade gelmişti. Zeki bir adam olduğundan, durumun tüm olanaklarını bir anda görebiliyordu. Gözleri daraldı. Jack tam o anda, Orris gözlerini kısıp yıldırımını yolladığı anda neredeyse tekrar geçiş yapacaktı. Bu arada ölebilirdi ama, düşmanını iyi tanıması kurtardı onu. Yerinde durdu, yine işareti bekledi. Sihirli işareti. Bir an soluğunu tuttu Jack Sawyer. Morgan kurnazlığıyla biraz daha az gurur duyan biri olsa, Jack Sawyer'i belki de öldürebilirdi. Ne de çok istiyordu o anda bunu yapmayı!
Ama tam Jack'in beklediği gibi, Morgan'ın hayali Diyar'dan silindi. Jack soluk aldı. Speedy'nin gövdesi (Parkus'un, diye düzeltti Jack aklından) az ilerde hareketsiz yatıyordu. İşaret geldi. Jack soluğunu saldı ve geçişini yaptı.

Point Venuti plajını yeni bir buz tabakası kaplamış, Tılsım'ın ışığını yansıtıyordu.

"Bir eli kaybettin, değil mi?" diye fısıldadı Morgan Sloat karanlıktan. Karlar Jack'in yüzünü dövüyor, rüzgâr bacaklarını, boynunu, alnını donduruyordu. Jîir otomobil boyu uzajcta Sloat'un yüzünü gördü. Alnı yine kırış kırış, kanlı ağzı açıktı. Anahtarı fırtınanın içinden Jack'e doğru uzatıyordu. Kahverengi elbisesinin kolu kar tutmaya başlamıştı. Jack sol burun deliğinden kara bir kan sızmakta olduğunu gördü. Sloat'un gözleri ıstırap dolu karanlığın içinde parlıyordu.
6

Richard Sloat, kafası karmakarışık, gözlerini açtı. Her yanı donuyordu. Önce hiçbir duygu hissetmeksizin, ölmüşüm herhalde, diye düşündü. Bir yere düşmüştü. Belki Thayer bahçesinde bir yere. Donmuştu. Ölmüştü. Artık bir şey olamazdı ona. Bir anlık başdöndürücü bir rahatlama hissetti.

Başı yine fena halde acıdı. Soğuk elinden akan kanları hissetti. Bu duyguların ikisi de bir tek şeye işaret ediyordu. Richard Llewellyn Sloat şu anda nerede olursa olsun, henüz ölmüş değildi. Yaralıydı yalnızca. Kafasından bir dilim kesilmiş gibi hissediyordu. Nerede olduğunu pek bilemiyordu. Soğuktu. Gözleri uzun süre baktı, sonunda karların içinde yatmakta olduğu mesajını beynine ulaştırdı. Kış gelmişti demek. Gökten üzerine yeni karlar düştü. O sırada babasının sesini duydu ve her şeyi hatırladı.

Richard elini kafasının tepesinde tutuyor, çekmiyordu. Ama çenesini hafifçe kaldırdı, babasının sesinin geldiği tarafa baktı.

Jack Sawyer, Tılsım'ı tutuyordu. Richard'ın ikinci algıladığı şey bu oldu. Tılsım kırılmamıştı. Richard öldüğünü sandığı sırada tattığı rahatlamanın bir eşini daha duydu. Gözlüğü olmadığı halde, Jack'in yenilmemiş bir hali olduğunu farketti, bu onu çok duygulandırdı. Jack tıpkı bir... bir kahraman gibiydi. Öyleydi! Pislik içinde, saçları dağınık, şaşılacak kadar genç bir kahraman. Her açıdan yanlış bir rol. Ama yine de kahramandı.

Jack'in yine Jack olduğunu gördü. Richard. O inanılmaz yabana nitelik gitmişti. Oniki yaşında gibi görünmeye çalışan bir film yıldızı hali yoktu. Böyle olması onun kahramanlığını Richard'a daha bile değerli gösterdi.

Babası sırıtıyordu. Ama o onun babası değildi. Babasının içi çoktan boşaltmış, yok olmuştu. Phil Sawyer'e imrenmekle, ihtiraslarının yakması, kavurmasıyla...

"Sonsuza kadar böyle dönüp duramayız," dedi Jack. "Sana Tılsım'ı asla verecek değilim. Sen de onu elindeki âletle yok edemezsin. Vazgeç."

Babasının elindeki anahtarın ucu yavaşça alçaldı, dosdoğru Richard'a uzandı.

"Önce Richard'ı vururum," dedi babası. "Arkadaşın Richard'ın kömür olmasını gerçekten görmek istiyor musun? Hımmm? İstiyor musun? Tabii yanında yatan o iğrenç yaratığa da aynı şeyi yapmaktan geri duracak değilim."

Jack'le Sloat kısacık bakıştılar. Babası şaka etmiyordu. Richard biliyordu bunu. Eğer Jack, Tılsım'ı vermezse, gerçekten vuracaktı onu. Sonra da ihtiyar siyah adamı, Speedy'yi öldürecekti.

"Yapma," diye fısıldamayı başardı. "Aldırma ona, Jack. Söyle defolsun!"

Jack dönüp göz kırparak Richard'ı hemen hemen tedirgin etti.

"At Tılsım'ı," dedi babasının sesi.

Richard'ın korku ve dehşetle açılan gözleri önünde Jack avuçlarını eğdi ve Tılsım'ın düşmesine izin verdi.
7

"Jack, yooof"

Jack dönüp Richard'a bakmadı. Bir şeyi feda etmedikçe ona sahip olamazsın, diye hatırlatıyordu zihni ona. İnsan ne kazanır? Hiçbir şey kazanmaz. Sıfır. Bunu okulda öğretmezler. Yollarda öğrenir insan. Ferd Jank-low'dan öğrenir, Wolf dan öğrenir, burun üstü kendini yere atan Richard'-dan öğrenir.

İnsan ya bunları öğrenir, ya da dünyanın karanlık bir yerinde ölürdü.

"Artık öldürme yok," dedi California plajında, karlar altında. Kendini çok yorgun hissetmesi gerekiyordu. Dört günlük bir dehşeti yaşamıştı ne de olsa. Şimdi, en sonuna vardığında da, acemi sporcular gibi atıvermişti topu elinden. Ama kulağına gelen ses kesinlikle Anders'in sesiydi. Jack/Ja-son'un önünde diz çöken Anders'in sesi; Her şey iyi olacak, her şey iyi olacak ve her türlü şey de iyi olacak.

Tılsım kumlarda parladı, yanındaki karlar damla damla eridi... damlalardan biri gökkuşağı oldu, o anda Jack içinde bir şeyi feda etmenin o temiz duygusunu hissetti.

"Artık kan dökme yok. Git, kî? onu kırabiliyorsan," dedi. "Sana acıyorum."

Morgan Sloat'u Çok yıkan bu son söz oldu. Kafasında zerre kadar mantık kalmış olsa, karlann arasından bir taş bulur, fırlatır. Tılsım'ı parçalardı. Parçalanırdı da... o kolay kınlabilecek haliyle.

Ama Morgan bunu yapacağı yerde anahtarını Tılsım'a çevirdi.

Bunu yaparken kafasının içi Jerry Bledsoe'nun ve karısının sevgi ve nefret içeren hayalleriyle doluydu. Jerry Bledsoe'yu o öldürmüştü. Nita Bledsoe, Lili Cavanaugh olmalıydı aslında... bir tokat atıp burnunu kanatan Lily Cavanaugh... dokunmaya çalıştığında...

* * *

Alevler fışkırdı... yeşil-mavi alevler... Tılsım'a doğru uçtu, ona çarptı, üzerine yayıldı, onu yanan bir güneş haline getirdi. Bir an için bütün renkler oradaydı. Bir an için bütün dünyalar oradaydı. Sonra yokoldu.



Tılsım yutmuştu Morgan'ın anahtarından gelen ateşi.

Yalayıp yutmuştu.

Karanlık geri döndü. Jack'in ayaklan altından kaydı. Speedy Par-ker'm baldırları üzerine oturuverdi. Speedy bir homurtu sesi çıkardı, kıpırdadı.

Bir an her şey sessiz kaldı... sonra Tılsım'dan alevler bir sel gibi yayıldı. Jack'in gözleri ıstıraplı bir düşünceyle iri iri açıldı.

(kör edecek seni! Jack, kör ede...)

Birden Point Venuti'nin değişmiş coğrafyası, Tanrı fotoğraf makinesinin flaşını parlatmış gibi aydınlandı. Jack, Agincourt'u gördü. Yarı yarıya yıkılmıştı. Alçalmış tepeleri gördü. Richard'ı sırtüstü yatarken gördü. Speedy'yi yüzükoyun yatmış, başını yana çevirmiş gördü. Speedy gülümsüyor-du.

Morgan Sloat geri geri itildi, kendi anahtarının alevleri onu bir örtü gibi sardı. Tılsım'ın emdiği ateş, tıpkı Sunlight Gardener'in dürbününün ışığı olayında olduğu gibi, binle çarpılarak geri gelmişti.

Dünyalar arasında bir delik açıldı. Sonu Oatley'e varan koca bir tünel... Jack orada Sloat'u gördü. Şık kahverengi elbisesi yanıyordu, iskeleti kalmış bir eli hâlâ anahtarı tutmaktaydı. O tünelde gidiyordu. Gözleri kaynıyordu yuvalarında. Ama açıktılar... farkındaydılar.

Giderken onun değiştiğini gördü Jack. Pelerin, yarasanın kanatlan gibiydi ama alev alev yanıyordu. Çizmeler yanıyor, saçlar yanıyordu. Anahtar minik bir yıldırım mızrağı olmuştu.

Gün ışığı sardı çevreyi tekrar!


8

Sel gibi gelip boşaldı gün ışığı. Jack karlı kumlarda şaşırarak durdu. Kulaklarında ve beyninin içinde Morgan'ın uzaklaşan ölüm çığlığını hâlâ duyuyordu. Dünyalar arasındaki sonu gelmez tünelde, yokluğa doğru gidiyordu o.

"Jack?" Richard doğrulmuş, kafasını tutarak oturuyordu. "Jack, ne oldu? Merdivenden düştüm galiba."

Speedy karlarda kıpırdıyordu. Kollarıyla kendini itti, Jack'e baktı. Gözleri çok yorgundu... ama yüzünde yaralar kalmamıştı.

"Aferin, Jack," dedi, sırıttı. "İyi..." Soluk soluğa tekrar yıkıldı.

Gökkuşağı, diye düşündü Jack sarhoş gibi. Ayağa kalktı, yine düştü. Yüzünde donan karlar gözyaşı gibi eriyordu. Diz üstü doğruldu, ayağa kalktı. Gözlerinde benekler uçuşuyordu. Morgan'm az önce durmakta olduğu yerdeki kocaman yanık izini gördü. Onun da ucu gözyaşı damlası gibi uzuyordu.

"Gökkuşağı!" diye bağırdı Jack Sawyer. Ellerini göklere kaldırdı. Bir yandan gülüyor, bir yandan ağlıyordu. "Gökkuşağı! Gökkuşağı!"

Tılsım'a yürüdü, eğilip onu aldı. Hâlâ ağlıyordu.

Richard Sloat'a götürdü. Eskiden Rushton olan Richard Sloat'a. Sonra Speedy Parker olan Speedy Parker'a götürdü.

İkisini de iyileştirdi.

Gökkuşağı, gökkuşağı, gökkuşağı!

Bölüm: 46

BİR YOLCULUK DAHA
1

Onları iyileştirdi ama bunun nasıl olduğunu hiç hatırlamıyordu. Hiçbir ayrıntıyı hatırlamıyordu. Bir süre Tılsım elinde panldadı, şarkılar söyledi, Jack ateşin taşıp hastaların üzerine yayıldığını hisseder gibi oldu. Tek hatırlayabildiği de bu kadardı.

Sonunda Tılsım'ın o harikulade ışığı soldu... soldu... söndü.

Jack annesini düşününce ağzından boğuk bir çığlık kurtuldu.

Speedy eriyen karların arasında ona yaklaştı, kolunu onun omuzlarına attı.

"Yine dönecek ışığı, Gezgin Jack," dedi. Gülümsedi. Ama Jack'in iki katı kadar yorgun görünüyordu. Speedy iyileşmişti... iyileşmişti ama hâlâ pek iyi değildi. Bu dünya öldürüyor onu, diye düşündü Jack hayal meyal. En azından, Speedy Parker olan yanını öldürüyor. Tılsım onu iyileştirdi... ama yine de ölüyor.

"Sen ona iyilik ettin, o da sana etsin istiyorsun," dedi Speedy. "Kaygılanma. Gel buraya, Gezgin Jack. Gel arkadaşmm yattığı yere."

Jack geldi. Richard eriyen karların içinde yatıyordu. Kafasından kalkan o korkunç kapak artık yoktu. Saçlannın arasından uzun, beyaz bir yer saçsız olarak görünüyordu. Hiç saç çıkmayacaktı bir daha oradan.

"Elini tut onun."

"Neden? Niçin?"

"Geçiş yapacağız."

Jack, Speedy'ye soru soran gözlerle baktı ama Speedy bir açıklama yapmadı. Yalnızca başını salladı. Sanki Jack'e, evet, doğru duydun, demek istiyordu.

Eh, diye düşündü Jack. Şu ana kadar hep güvendim ona...

Uzanıp Richard'ın elini tuttu. Speedy de Jack'in öbür elini tuttu.

Bir sarsıntı bile duymadan üçü birlikte geçtiler.
2

Jack'in tahmin ettiği gibiydi. Orada, kara kumlarda, yanında duran adam her bakımdan sağlam ve sağlıklı bir adamdı.

Jack ona dehşet dolu gözlerle baktı. Biraz da tedirginlik duyuyordu. Bu yabancı adam, Speedy'ye biraz benzeyen küçük kardeşi olabilirdi ancak.

"Speedy... Bay Parkus... yani... siz nesiniz..."

"Sizlerin dinlenmeye ihtiyacınız var," dedi Parkus. "Senin kesinlikle var, öteki delikanlının daha da çok var. Ölüme ne kadar yaklaştığım ancak kendisi bilebilecek. O da bunu kimseye... kendine bile itiraf edecek tip değil."

"Evet," dedi Jack. "Orada haklısınız."

"Burada daha iyi dinlenir." Parkus bunu söyledikten sonra kumlarda, şatonun tersi yönde ilerlemeye koyuldu. Richard'ı kucağında taşıyordu. Jack elinden geldiği kadar onu izlemeye çalıştı ama giderek geride kaldı. Soluğu çabucak tıkanıyor, dizleri kesiliyordu. Kafası son çatışmanın etkisiyle zonklamaktaydı. Şok sarhoşluğu herhalde, diye düşündü.

"Neden... nereye..." Ancak bu kadan çıkabildi soluklarının arasından. Tılsım'ı göğsüne bastırmış, öyle taşıyordu. Mattı Tılsım. Dışı ışık geçirmiyor gibiydi. İlginç de değildi.

"Biraz ileriye," dedi Parkus. "Arkadaşınla sen daha demin onun bulunduğu yerde dinlenmek istemezsiniz herhalde, değil mi?"

Jack çok yorgun olmasma rağmen yine de başım iki yana salladı.

Parkus omzunun üzerinden geriye baktı, sonra hüzünlü gözlerini Jack'e çevirdi.

"Orası kötülük kokuyor," dedi. "Onun kötülüğü. Senin dünyan gibi kokuyor, Jack. Bence ikisı%t>irbirine insanı tedirgin edecek kadar benziyor."

Tekrar yola koyuldu. Richard hâlâ kollarındaydı.
3

Kırk metre kadar ilerde durdu. Burada kara kumlar biraz daha açık bir renge dönüşüyordu. Beyaz değildi ama, griydi en azından. Parkus, Richard'ı yavaşça yere yatırdı. Jack de onun yanına uzandı. Kumlar sıcaktı. Çok tatlı bir sıcak. Kar yoktu burada.

Parkus onun yanma bağdaş kurup oturdu.

"Şimdi uyumak zorundasınız," dedi. "Belki yarından önce uyanamazsı-nız. Sizi kimse rahatsız etmez. Bir bakın."

Kolunu öteki dünyada Point Venuti olan yere doğru salladı. Jack önce kara şatoyu gördü. Bir duvan boydan boya yıkılmıştı. Sanki içinde müthiş bir patlama yeralmış gibiydi. Sıradan bir şato görünümüne inmişti artık. Kötülüğü dağlanıp yokolmuş, yasa dışı hazinesi alınmıştı. Bir taş yığınıydı, o kadar.

Jack ötelere baktığında depremin burada pek de şiddetli olmadığını gördü. Zaten yıkılacak daha az şey vardı. Denizin sürüklediği tahtalarla kurulmuşa benzeyen birkaç kulübe yıkılmıştı. Birkaç patlamış at arabası gördü. Bunlar öteki dünyada Cadillac'tı belki. Belki de değillerdi. Bir de iki insan cesedi vardı.

"Sağ kalanlar gitti," dedi Parkus. "Ne olduğunu biliyorlar. Orris'in

öldüğünü de. Sizi artık rahatsız etmezler. Burada var olan kötülük bitti.

Bunu biliyor musunuz? Hissediyor musunuz?"

"Evet," diye fısıldadı Jack. "Ama... Bay Parkus... siz sakın... sakın..." "Gitmek, öyle mi? Evet. Pek yakında. Sen ve arkadaşın bir iyi uyku

çekeceksiniz ama daha önce biraz konuşmamız gerek. Uzun sürmez. Biraz

başını göğsünden kaldırmam rica edeceğim."

Jack çaba gösterip başını kaldırdı, gözlerini biraz daha açtı. Parkus başmı salladı.

"Uyanınca doğuya yürüyün... ama geçiş yapmayın! Bir süre burada kalın. Diyar'da. Sizin tarafta çok fazla olaylar oluyor. Kurtarma ekipleri, haber muhabirleri... Jason bilir daha neler! Bereket versin karlar kimse görmeden eriyecek. Birkaç kişi görmüş olacak, onları da deli diye bir kenara itecekler."

"Neden gitmeniz gerekiyor?"

"Artık işime dönmeliyim, Jack. Burada yapılacak çok şey var. Mor-gan'ın ölüm haberi doğuya doğru yola çıkmıştır bile. Hızla gidiyordur. Daha şimdiden haberin gerisinde kaldım. Önüne geçmeliyim becerebilir-sem. Dış Bölge'ye varmak istiyorum... sonra da doğuya... kötüler oralardan kaçmaya başlamadan." Okyanusa baktı. Gözleri soğuk, çakmak taşı gibi griydi. "Fatura geldi mi, insanlar ödemek zorundadır. Morgan gitti ama hâlâ borç var."


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə