Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə54/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55

"Siz burada polis gibi bir şeysiniz, değil mi?"

Parkus başını evet anlamında salladı. "Sizin Baş Yargıç ve Baş cellât dediğiniz şeylerin bileşimi. Burada yani." Güçlü, sıcak elini Jack'in basma dayadı. "Sizin tarafta, yalnızca oradan oraya dolaşan adamın biriyim. Bulduğum işte çalışır, bazen bir iki şarkı çalarım. İnan bana, zaman zaman o hayatı çok daha fazla seviyorum."

Yine gülümsedi. Bu sefer Speedy oldu.

"Ve sen o adamı arasıra göreceksin, Jacky. Öyle. Zaman zaman, şurada burada. Bir alışveriş merkezinde, belki bir parkta."

Jack'e göz kırptı.

"Ama Speedy... pek iyi değil," dedi Jack. "Nesi varsa... Tılsım'ın dokunamadığı bir şey."

"Speedy yaşlı," dedi Parkus. "Benim yaşımda ama sizin dünyanız onu benden fazla yaşlandırdı. Yine de daha birkaç yılı var. Belki biraz daha fazla hattâ. Kaygılanma, Jack."

"Söz mü?" diye sordu Jack.

Parkus sırıttı. "Öyle," dedi.

Jack de yorgun yorgun ona sırıttı.

"Arkadaşınla ikiniz doğuya doğru gidin. Beş mil kadar yürüyün. Şu alçak tepeleri aşın. Ağır ağır gidin. Büyük ağacı arayın. Ömrünüzde gördüğünüz en ulu ağacı. O ağaca vannca, Jack, Richard'm elini tut ve geçişini yap. Kendini California'da dev bir kızıl ağacın yanmda bulacaksın. İçinden tünel oyulmuş bir ağaç. Yol geçiyor tünelden. O yol, Onyedi numaralı yoldur. Storeyville adlı bir kuzey California kasabasınm dışında olacaksınız.

Kasabaya girin. Trafik ışığının orada bir Mobil benzincisi var." "Ya sonra?"

Parkus omuz silkti. "Pek kesin bilmiyorum. Belki tanıyacağın birine

rastlarsın^Jack."

"Ama biz nasıl..."

"Şşş," dedi Parkus. Elini Jack'in alnına dayadı. Tıpkı annesinin yaptığı gibi. Bebekken.

"Bu kadar soru yeter. Sizin için her şey iyi gidecek sanıyorum." Jack uzandı, karanlık küreyi koluyla kucakladı. Göz kapaklarına sanki kurşunlar asılmıştı.

"Cesur ve dürüst davrandın, Jack," dedi Parkus ciddi bir sükûnetle. "Keşke benim oğlum olsaydın... çok isterdim... Cesaretin için seni selâmlıyorum. İnancın için de. Bir çok dünyalarda sana çok şey borçlu olan insanlar var. Bir çoğunun şu ya da bu şekilde bunun farkında olduğunu da sanıyorum."

Jack gülümsemeyi başardı. "Biraz daha kalın," dedi.

"Peki. Sen uyuyana kadar. Kaygılanma, Jack. Burada sana hiç bir şey zarar vermez."

"Annem hep derdi ki..."

Kafasındaki düşünceyi bitiremeden uyku onu esir aldı.


4

Derin uyku onu bir türlü bırakmadı. Ertesi gün Jack teknik olarak, esrarengiz biçimde uyanıktı. Uyku değil de, zihni uyuşturucu bir etki, günün büyük kısmı boyunca devam etti. Rüyada gibiydi. Richard da tıpkı Jack gibi, yavaşlatılmış film temposunda hareket ediyordu. Sonunda iki çocuk kendilerini dünyanın en ulu ağacının altında buldular. Çevrelerinde ormanın tabanı ışıklıydı. On koca adam elele verse o ağacın çevresini sarmaya yetmezdi. Boyu tâ göklere yükseliyordu. Diyar iddiasının tipik örne-

Kaygılanma, demişti Parkus. Jack başını kaldırıp ağacın tepesine doğru baktı. Farkında olmamasına rağmen aslında duygusal olarak çok yorgundu. Ağacın ululuğu içinde ancak bir zerre heyecan doğurabildi. Jack elini o şaşılacak kadar düzgün kabuklara dayadı. Babamı öldüren adamı öldürdüm, dedi kendi kendine. Tılsım'ın karanlık, görünüşte ölü gövdesini kucakladı. Richard da yukarı bakıyordu. Tepelerinde bir gökdelenin yüksekliği vardı. Morgan ölmüştü. Gardener de öyle. Plajdaki kar da şimdiye kadar erimiş olmalıydı. Ama her şey geçip bitmemişti. Jack bir plaj dolusu karın kafasını doldurduğunu hissediyordu. Bir zamanlar, ona bin yıl geride kalmış gibi gelen günlerde, Tılsım'a parmaklarını değdirdiği anda içine dolan zafer ve heyecandan delireceğini düşünmüştü. Oysa şimdi hiç öyle bir şey yoktu yüreğinde. Kafasının içine kar yağıyordu. Parkus'un talimatından ilerisini de göremiyordu. Koca ağacın kendisini ayakta tutmakta olduğunu farketti.

"Elimi tut," dedi Richard'a.

"Ama eve nasıl döneceğiz?"

"Kaygılanma." Richard'ın elini avucuna aldı. Jack Sawyer'in kendisini ayakta tutabilmek için bir ağaca ihtiyacı yoktu. Jack Sawyer Lânetli Top-raklar'dan geçmiş, kara oteli yenmişti. Jack Sawyer cesur ve dürüsttü. Jack Sawyer beynine kar yağan, oniki yaşında, yorgun bir çocuktu. Kolayca kendi dünyasına geçiş yaptı. Richarda da onunla birlikte kaydı.


5

Orman küçülmüştü. Bir Amerika ormanıydı şimdi. Ağaçlann üst dallan farkedilebilecek kadar daha aşağıdaydı. Jack çevresindeki her şeyin değişikliğini ancak sezgileriyle farketti, sonra önünde çift şeritli asfalt yolu gördü. Yirminci yüzyıl, tekmesini hemen savurdu. Yola iniş yaptığı anda, bir motor sesi duydu, Richard'ı çekerek yana kaçtı, tam o sırada beyaz, küçük bir Renault hızla geldi, yoldan geçti. Araba, ağacın gövdesine oyulmuş tünele girdi. Bu ağaç diyardakinin yansı kadar büyüktü ancak. Arabadaki bir yetişkinle iki çocuk, ona yine de bir harikaya bakar gibi bakıyorlardı. New Hampshire'dan buraya onu görmeye gelmişlerdi. Arka kanepedeki kadınla iki çocuk ağızlan açık Jack'le Richard'a da baktılar. Çocukla-nn yol üstünde hiç yoktan beliriverdiğini gözleriyle görmüşlerdi. Kaptan Kirk'le Mister Spock gibi.

"Biraz yürüyebilir misin?"

'Tabii," dedi Richard.

Jack Onyedi numaralı yola adımını attı, ağacın gövdesindeki koca tünele yürüdü.

Butun bunları rüyamda görüyorum belki de, diye düşündü. Hâlâ Diyar m plajınd da olabilirdi. Richard yanında baygın, her ikisi Parkus'un ıy yurekl, koruması altında. Annem hep derdi ki... Annem hep derdi ki

Hava güneşli olmasına rağmen bir sis içindeymiş gibi ilerleyen Jak Sawyer'le Richard Sloat sonunda kızılağaç ormanında çıktılar, yokuş aşağı inen yolda yürümeyi sürdürdüler.
...derdi ki, her filmin en önemli kişisi kameramandır...

Vücudunun daha çok uykuya ihtiyacı vardı. Zihninin bir tatile ihtiyacı vardı.

...vermut dediğin, iyi bir martiniyi mahveder...

Richard onu sessizce izliyordu. Düşünceler içindeydi. Adımlan o kadar yavaştı ki, Jack yol kenarında durup onun yetişmesini beklemek zorunda kaldı. Storeyville olması gereken küçük bir kasaba, yarım mil kadar ilerde belirdi. Yolun iki yanında alçak beyaz binalar göze çarpıyordu. Birinin üzerinde, "ANTİKACI" diye bir levha vardı. Binalardan sonra trafik ışığını gördüler. Boş bir kavşaktaydı. Jack yan tarafta MOBİL benzincisinin adını da okuyabiliyordu. Richard başını eğmiş, çenesi göğsünde, yürüyordu. O yaklaşınca, Jack arkadaşının ağladığını nihayet farkedebildi. Kolunu Richard'ın omzuna attı. "Bir şeyi bilmeni istiyorum," dedi.

"Nedir?" Richard'ın yüzü gözyaşı lekelerine rağmen meydan okur gibiydi.

"Seni seviyorum," dedi Jack.

Richard'ın gözleri tekrar yolun asfaltına döndü. Jack kolunu onun omzundan çekmedi. Az sonra Richard başını kaldırdı, dosdoğru Jack'in gözlerinin içine baktı, başını salladı. İşte bu, Lily Cavanaugh'un oğluna bir iki kere söylediği bir şeye benziyordu: Jacky, bazen içini sesli olarak dökmek zonında değildir insan.

"Yola çıkıyoruz, Richie," dedi Jack. Richard'ın gözlerini silmesini bekledi. "Sanırım biri bizi Mobil benzincisinde bulacak."

"Hitler'dir belki!" Richard avuçlannı gözlerine bastırdı. Biraz sonra hazırdı. İki çocuk Storeyville'e doğru yürüdüler.
7

Bir Cadillac. Mobil pistinde gölge bir yere parketmişti. Eldorado. Arkasında koca bir TV anteniyle. Treyler ev kadar kocamandı. Ölüm kadar karanlıktı.

"Ah, Jack, eyvaaah," diye inledi Richard. Jack'in omzuna sarıldı. Gözleri açılmış, dudakları titriyordu.

Jack vücuduna yeni baştan adrenalin dolduğunu hissetti. Ama artık onu diriltmiyor, yalnızca yorgunluğunu daha fazla hissettirmeye yarıyordu. Çok fazla şey geçmişti başından, çok fazla, çok fazla. Jack kristal küreyi kavrayıp benzinciye doğruldu. "Jack!" diye zayıf bir çığlık attı Richard arkasından. "Ne haltediyor-sun? Onlardan biri o! Thayer'deki arabalardan! Point Venuti'deki arabalardan!"

"Parkus buraya gelmemizi söyledi," dedi Jack. "Delisin sen, ahbap," diye fısıldadı Richard.

"Biliyorum. Ama bu iş iyi gidecek. Göreceksin." Hem bana ahbap deme."

Cadillac'ın kapısı açıldı, soluk blucinli, güçlü bir bacak dışarı uzandı. Çizmenin burnunun kesik, kıllı parmakların dışarda olduğunu görmek içini yepyeni bir korkuyla doldurdu.

Richard yanıbaşında tarla sıçanı gibi bir çığlık attı. Bir Wolftu tabii... Jack bunu daha adam onlara dönmeden biliyordu. Boyu iki metre vardı. Saçlan uzun, biraz da pisti. Dolaşık halde yakasına kadar iniyordu. Adam döndü, Jack turuncu gözlerin parladığını gördü... korkusu birden bir sevince dönüştü.

Fırladığı gibi ona doğru koşmaya başladı. Kendisine şaşkın gözlerle bakan benzinciye hiç aldırış etmedi. Dükkâncılara da. Saçları uçuyordu alnından. Yırtık lastik pabuçları şlap şlap sesler çıkarıyordu. Yüzünde başı dönüyormuş gibi bir sırıtma ifadesi vardı. Gözleri Tılsım'm kendisi gibi parlıyordu.

Mavi tulum: Göğsünde aynı yazı. Yuvarlak, çerçevesiz gözlükler: John Lennon gözlükleri. Ve kocaman, hoşgeldin diyen bir gülümseme. "Wolf!" diye bağırdı Jack Sawyer. "Wolf, sen sağsın! Sen hayattasın!" Sıçradığında aralarında iki metre vardı. Wolf onu rahatça yakaladı, sevinçle sırıttı.

"Jack Sawyer! Wolf! Şu işe bak! Tam Parkus'un dediği gibi! Bataklık gibi kokan bu yere geliyorum, bir de bakıyorum, sen de geliyorsun! Jack'le arkadaşı! Wolf! Güzel! Harika! Wolf!"

Jack onun kendi Wolf ummadığını ancak kokusundan anlayabildi. Ama aynı koku ona bu Wolf un bir akraba olduğunu da anlattı. Çok yakın bir akraba. ^

"Kardeşini tanıyordum," dedi Jack. Hâlâ onun güçlü kollarındaydı. Yüzüne baktığında, daha yaşlı, daha güçlü olduğunu gördü. Ama yine de çok iyi bir yüzdü.

Wolf, Jack'i yere indirirken, "Kardeşim Wolf," dedi. Bir elini uzatıp parmağının ucuyla Tılsım'a dokundu. Yüzünde dehşet dolu bir saygı ifadesi vardı. Dokunduğunda kürenin derinliklerinden bir parlak kıvılcım doğdu, yine derinliklerinde kayboldu. Kuyruklu yıldız gibi.

Wolf soluğunu çekti, Jack'e baktı, sırıttı, Jack da ona sırıttı.

Richard da yanlarına varmıştı. Onlara bakıyordu. Şaşkın ve tedbirli bakışlar. Jack sözlerine, "Diyar'da kötü Wolf lar kadar iyi Wolf lar da vardır," diye başladı.

Wolf, "Pek de çoktur," diye söze karıştı.

Richard'a elini uzattı. Richard bir an elini çekti, sonra uzatıp tokalaş-tı. O anda dişlerini sıkışı Jack'e, çocuğun vaktiyle Heck Bast'a yapılan muamele gibi bir şey beklediğini anlattı.

"Bu benim Wolfumun kardeşi," dedi Jack gururla. Hafif öksürüp boğazını temizledi. Bu kardeşe duygularını nasıl ifade edebileceğini bilemiyordu. Wolf lar taziyeden anlar mıydı? Onların törelerinde var mıydı?

"Kardeşini çok severdim," dedi. "Benim hayatımı kurtardı. Richard hariç, ömrümde en iyi arkadaşımdı sanırım. Öldüğüne çok üzüldüm."

"Şimdi o ayda," dedi Wolf un kardeşi. "Geri dönecek. Her şey gider, Jack Sawyer. Ay gibi. Ve her şey gelir... ay gibi. Haydi, yürü. Bu kokulu yerden uzaklaşalım."

Richard şaşırmış gibiydi ama Jack hem anladı, hem duygulandı. Mobil benzincisinde sıcak ve yağlı hidrokarbon kokulan dolaşıyordu. Kızarmış hidrokarbon kokulan. İçini gösteren kahverengi bir tül perde gibi.

Wolf, Cadillac'a yürüdü, tıpkı bir şoför gibi onlara arka kapıyı açtı. Jack içinden, herhalde şoför zaten, diye düşündü. "Jack?" Richard korkmuş gibiydi.

"Bir şey yok," dedi Jack. "Ama nereye..."

"Anneme, sanıyorum. Ülkenin bir başından bir başına, Arcadia plajına... New Hampshire'e. Birinci sımf yolculuk. Gel, Richie."

Arabaya yürüdüler. Arka kanepenin yan tarafında eski bir gitar kılıfı duruyordu. Jack yüreğinin tekrar takla attığını hissetti.

"Speedy!" Wolf un kardeşine döndü. "Speedy bizimle mi geliyor?" "Ben pek speedy diye bir kimseyi tanımıyorum," dedi Wolf. "Bir amcam vardı, o biraz hızlıydı. Sonra topal oldu... Wolf! Artık sürü bile güdemiyordu."

Jack parmağıyla gitar kılıfını gösterdi. "Bu nereden geldi?"

Wolf sırıttı, bol sayıdaki dişlerini gösterdi. "Parkus," dedi. "Bunu size bıraktı. Neredeyse unutuyordum."

Arka cebinden eski bir kartpostal çıkardı. Ön tarafında tanıdık atlarla dolu bir atlı karıncanın resmi vardı. Resimdeki insanlar eski zaman kılı-ğındaydı. Kart eskiliğinden ipek gibi yumuşaktı.

Jack onu elinde çevirdi, önce basılı minik yazıları okudu: ARCADIA PLAJI ATLI KARINCASI, 4 Temmuz 1894.

Speedy'ydi... Parkus değildi... bu satırları o yazmıştı. El yazısı düzensiz, yanlışlarla doluydu. Yumuşak mor kalemle yazmıştı.

Harikalar yarattın, Jack. Gitar kılıfındakilerden neye ihtiyacın varsa kullan, kalanını ya sakla, ya da at.

Jack kartı arka cebine soktu, Cadillac'a bindi, pufla kanepeye kuruldu. Gitar kılıfının kapatma bantlarından biri kopmuştu. Öteki üçünü açtı. Richard da Jack'in arkasından binmişti arabaya. "Vay canına!" diye fısıldadı.

Kılıfın içi yirmi dolarlık kâğıt paralarla doluydu.
8

Wolf onları eve götürdü. Jack gerçi o sonbahann olaylarını pek çabuk unutmaya başlamıştı ama, bazı olaylar ebediyen beynine dağlanmış gibiydi. Richard'la ikisi Eldorado'nun arka kanepesinde oturuyorlar, Wolf onları doğuya, doğuya, doğuya doğuya götürüyordu. Yolları iyi biliyordu Wolf. Onlara arasıra kaset çalıyordu. En sevdiği, "Ormanda koş" şarkısıydi. Kulakları sağır edecek kadar bağırtıyordu. Sonra uzun bir süre, solundaki camı açan düğmenin çalışırken çıkardığı sesi dinliyordu. Bu ses meste-diyordu onu görünüşe göre.

Doğuya, doğuya, doğuya... her sabah, doğan güneşe, her akşam, esrarengiz karanlığa. Kulaklarında John Fogerty'nin şarkısı, sonra rüzgâr... yine John Fogerty, yine rüzgâr, cam mekanizmasının sesi.

Güzel yemekler yediler. Kocaman hamburgerler yediler. Kentucky usulü kızarmış piliçler yediler. Richard'la Jack kızarmış piliç butlarını alıp arabaya geldiklerinde Wolf (sese bakılırsa) kemikleriyle yiyordu butlan. Yirmi bir parça falan. Jack birden Wolf un mısır patlağı olayını hatırladı. Nerede olmuştu o? Nuncie'de. Sunlight Yurduna kapatılmadan hemen önce. Sırıttı. Yüreğine bir ok saplanır gibi oldu. Pencereden baktı, gözlerindeki yaşlan Richard'a göstermemeye çalıştı.

ikinci gece Julesburg'da durdular. Colorado eyaletinde. Wolf onlara taşınan bir mangalda piknik ızgarası pişirdi. Izgarayı arabamn bagajından çıkarmıştı. Yemek mükellefti.

"Bayılıyorum bu adama," dedi Richard düşünceli bir sesle.

"Yaa, ben de. Kardeşini bir tanısaydın!"

"Keşke tamsaydım." Richard artıkları toplamaya başladı. Bundan sonra söylediği söz Jack'i büsbütün şaşırttı. "Ben birçok şeyi unutmaya başlıyorum, Jack."

"Ne demek istiyorsun?"

"Ne söylüyorsam onu. Aştığımız her kilometreyle, olup bitenleri biraz daha az hatırlıyorum. Hepsi sisleniyor. Galiba... kendim de böyle istiyorum. Bak, annenin iyi olduğundan emin misin?"

Jack üç kere annesine telefon etmeye çalışmıştı. Cevap çıkmıyordu. Buna pek kaygılanmıyordu Jack. İşler yolundaydı. Öyle umuyordu. Oraya vardığında bulacaktı annesini. Hasta... ama sağ. Öyle umuyordu.

"Evet."


"O halde neden telefona cevap vermiyor?"

"Sloat telefona bir numara yapmıştır," dedi Jack. "Alhambra kadrosunun hizmeti konusunda da yapmıştır... bahse girerim. Annem hâlâ iyi. Hasta ama... yine de iyi. Hâlâ orada. Onu hissedebiliyorum."

"Eğer bu tedavi edici şey çalışırsa..." Richard hafifçe yüzünü buruşturdu, sonra cesaretini toplayıp konuya daldı. "Sence hâlâ... yani annen acaba hâlâ benim... anlıyorsun... sizinle kalmama izin verir mi?"

"Hayır," dedi Jack arkadaşının artıkları toplamasına yardım ederken. "Seni herhalde bir öksüzler yurduna falan kapatır. Belki hapse attırır. Saçmalama, Richard, elbette kalabilirsin bizimle."

"Ama... babamın yaptıklarından sonra..."

"O babandı, Richie," dedi Jack apaçık. "Sen değildin."

"Sen de bana habire hatırlatmazsın, değil mi? Yani... belleğimi diriltip?"

"Unutmak istiyorsan hayır."

"İstiyorum, Jack. Gerçekten istiyorum."

Wolf yanlanna geliyordu.

"Hazır mısınız? Wolf!"

"Hazırız," dedi Jack. "Dinle. Wolf... Şu Scoot Hamilton kasetini çalsa-na, ha?"

'Tabii, Jack. Sonra da benimkini çalalım mı?"

"Ormanda koş, değil mi?"

"Güzel şarkı, Jack! Ağır! Wolf! Tannsal bir ağırlığı var!"

"Öyle Wolf," Gözlerini devirip Richard'a baktı, Richard da gözlerini devirdi, sırıttı.

Ertesi gün Nebraska ve Iowa'yi geçtiler. Bir gün sonra Sunlight Yurdunun enkazı önünden geçiyorlardı. Jack, Wolfun kendilerini mahsus buradan geçirdiğini düşünmekteydi. Belki de kardeşinin öldüğü yeri görmek istemişti. Sevdiği kaseti çalıyordu. Sesi sonuna kadar açmıştı. Ama Jack yine de onun hıçkırmakta olduğunu duyabiliyordu.

Zaman... havada asılı kalmış gibi bir zaman. Jack uçuyordu sanki. İçinde boşluk, zafer, doyum duyguları vardı. Görevini başarıyla bitirmişti. Ve terhis olmuştu.

Beşinci gün, gurup vaktine doğru, New England'a girdiler.

Bölüm: 47

YOLCULUĞUN SONU
1

California'dan New England'a kadar olan o upuzun yolculuk sanki bir tek günde bitmiş gibi gelmeye başladı onlara. Günler süren bir tek gün. Hayat boyu süren bir akşam. Guruplarla, avaz avaz müziklerle dolu. Tanrım, alıştım buna enikonu, diye düşündü Jack. Gözü ikinci kere paneldeki saate gittiğinde, aradan üç saat geçmiş olduğunu gördü.

New England'a girdikleri an Tılsım tekrar parıldamaya başlamıştı. Normal zamanların geri döndüğünü haber veriyordu. Belki de zamanın Jack Sawyer'e geri döndüğünü haber veriyordu. İnsanlar koca Eldorado'-nun camlarından içeri bakıyor, acaba Mick Jagger, ya da Frank Sinatra mı geliyor, diye merak ediyorlardı. Yo, biziz, dostlar. Durmadan uyukluyordu Jack. Bir ara uyandı. Colorado muydu burası? Illinois muydu? Müzik yine kulakları deliyor, Wolf parmaklarını tempolu olarak şıklatıyor, araba sarsılmadan, kayarak ilerliyordu. Richard bir yerlerden bir kitap bulmuş, onu okumaktaydı. Broca'mn Beyni diye bir kitap. Richard saatin kaç olduğunu her an bilmişti. Jack gözlerini tavana devirdi, müziğin ve akşamın renklerinin kendisim esir almasına izin verdi.

Yapmışlardı! Başarmışlardı her şeyi... bir tek New Hampshire'ın o bomboş plaj kasabasında yapacakları şey kalmıştı geriye.

Beş gün, upuzun bir gurup vaktiydi. Ormanda Koş! Richard onun kardeşiydi! Kardeşiydi!

Zaman geri döndüğünde Tılsım da geri döndü. Hayata döndü. Beşinci akşam güneş batarken. Oatley, diye düşündü Jack. Richard'a o tüneli ve bardan geriye kalanları gösterebilirdim. Wolf a yolu söyleyebilirdim... ama Oatley'i tekrar görmek istemiyordu. Bunda ne bir zevk, ne de bir doyum vardı. Kendisi rüyalardayken ne kadar hızlı yol aldıklarını anladı. Wolf onları 1-95 yoluna sokmuştu. Connecticut'daydılar. Arcadia Plajına birkaç eyalet kalmıştı. Jack artık kilometreleri saymaya başladı. Dakikaları da.


2

21 Aralık akşamı, Jack Sawyer'm yola çıkışından yaklaşık üç ay sonra, Eldorado nihayet Alhambra otelinin çakıllı bahçe yoluna saptı. Batmakta olan güneş solan bir sarıydı... maviydi... şahane bir mordu. Bahçede çıplak dallar birbirine vuruyordu kış rüzgârında. Bir hafta öncesine kadar o ağaçlann arasında minik böcekleri yakalayıp yiyen bir ağaç da vardı. Küçük hayvanları da. Sincapları, kuşları, otelin resepsiyoncusunun kedisini bile. Bu küçük ağaç birdenbire ölmüştü. Bahçenin diğer canlıları şimdi çıplak olsalar bile, uyku halinde, arfıa sağlıklıydılar.

Eldorado'nun çelik kuşaklı radyalleri çakıllarda ses çıkarıyordu. Müzik sesi çınlıyordu arabanın içinde. John Fogerty söylüyordu. "Herkes benim sihirimi biliyor!"

Cadillac çifte kapıların önünde durdu. İçerde yalnızca karanlık vardı. Farlar söndü, araba gölgede kaldı. Egzozundan hafif hafif duman çıkarıyordu. Park lambaları yanmaktaydı.

Günün sonunda gurup, renk yelpazesini açmıştı batı ufkunda.

Burada:


Hemen, şu anda.
3

Cadillac'ın arkasında hafif, kararsız bir ışık vardı. Tılsım ışıldar gibi oldu. Ama ışığı zayıftı. Sönen bir ateşin parıltısı gibiydi.

Richard yavaşça Jack'e döndü. Yüzü korku içindeydi. Elindeki kita-

680


ba iki eliyle sarılmış, çarşaf sıkan çamaşırcı kadınlar gibi büküyordu.

Richard'ın Tılsım'ı, diye düşündü Jack. Gülümsedi.

"Jack, istersen..."

"Hayır," dedi Jack. "Ben 'sesleninceye kadar bekle."

Arabanın arka kapısını açtı, inmek üzereyken Richard'a baktı. Richard kanepede büzülmüş, oturuyordu. Kitabı kıvırıp durmaktaydı. Sefil bir hali vardı.

Jack düşünmeden gerisin geri içeri kaydı, onu yanağından öptü, Richard kolunu bir an Jack'in boynuna sardı, onu sımsıkı kucakladı, sonra bıraktı. İkisi de bir şey söylemediler.


4

Jack lobiye çıkan ön merdivenlere baktı, sonra dönüp geriye, bahçe yolunun ucuna yürüdü. Orada demir bir parmaklık vardı. Aşağısında kayalar kumsala iniyordu. Sağ tarafta, rengi koyulan gökyüzüne karşı, Arcadia Lunaparkının atlı karıncası görünüyordu.

Jack yüzünü doğuya çevirdi. Esen rüzgâr saçlarını alnından kaldırıp geriye yatırdı.

Küreyi elinde havaya kaldırdı Jack. Sanki onu okyanusa sunuyordu.


5

21 Aralık 1981 günü Jack Sawyer adlı bir çocuk suyla karanın birleştiği yerde durdu, ellerinde değerli bir nesne, Atlas okyanusunun gece durgunluğuna baktı. O gün on üç yaşını bitirmişti ama farkında değildi. Olağanüstü güzeldi. Kumral saçlan uzundu. Belki gereğinden biraz daha uzundu. Ama denizden esen rüzgâr saçlarını uçuruyor, geniş, güzel alnını ortaya çıkarıyordu. Orada dump annesini düşündü. Burada, birlikte kaldıkları odaları düşündü. Annesi bir ışık yakacak mıydı o pencerede? Jack'e yakacak gibi geliyordu.

* * *

Jack, Tılsım'm ışığında gözleri vahşice parlayarak döndü.


6

Lily titreyen eliyle duvarı yokluyor, ışığın düğmesini bulmaya uğraşıyordu. Buldu ve yaktı. Onu o an kim görse gözlerini kaçırırdı. Son bir hafta içinde kanser çok yayılmıştı içine. Keyfini kaçıracak bir şeyin yaklaşmakta olduğunu biliyordu sanki hastalık. Lily Cavanaugh otuz yedi kilo geliyordu. Cildi çökmüş, kemiklerinin üzerinde parşömen gibiydi. Gözlerinin altındaki mor halkalar siyahlaşmıştı artık. Gözler çukurlardan ateşli, yorgun bir zekâyla bakıyordu. Göğsü erimiş, gitmişti. Kollarındaki etler gitmişti. Kalçalarında ve oyluklarının arkalarında yatak yaralan açılmaya başlamıştı.

Hepsi bu kadarla da kalmıyordu. Geçen hafta bir de zatürree'ye tutulmuştu.

Bu bitkin durumunda tabii her solunum hastalığına adaydı. En iyi koşullarda bile olabilirdi öyle şeyler. Bu durum da iyi koşul falan sayılmazdı. Alhambra'nın kaloriferleri geceleri çıtırdamayı çok uzun zamandan beri kesmişti. Ne zaman kestiğinden kendisi pek emin değildi. Zaman onun için de, tıpkı El dorado'nun içindeki Jack için olduğu kadar muğlak-laşmıştı. Yalnızca kaloriferin, yumruk vurup camı kırdığı gece söndüğünü biliyordu. Sloat'a benzeyen martıyı uçurmak için.

O geceden beri Alhambra boş bir karton kutuya dönmüştü. İçinde öleceği bir tabuttu.

Alhambra'da olanlardan Sloat sorumluysa, doğrusu iyi başarmıştı. Kimse yoktu ortalıkta. Kimse! Ne hizmetkârlar, ne bakım elemanları, ne küstah ağızlı resepsiyoncu. Sloat hepsini cebine koymuş, götürmüştü.

Dört gün önce, kuş kadar iştahını doyuracak yiyeceği bulamayınca, yatağından kalkmış, koridorda asansöre kadar yürümüştü. Yanında bir sandalye sürüklüyor, arasıra koyup üstüne oturuyordu. Yürürken de baston gibi dayanıyordu ona. Kırk adımlık yolu kırk dakikada alabilmişti.

Düğmeye basmış basmış, ama asansöz gelmemişti. Düğmenin ışığı bile yanmamıştı.

"Lanet olsun!" diye mınldanmıştı Lily boğuk bir sesle. Sonra yirmi adım daha atıp merdivenlerin başına gelmişti.

"Hey!" diye seslenmişti aşağıya. Arkasından hemen bir öksürük nöbeti tutmuştu. Sandalyenin üzerinde iki büklüm olmuştu öksürürken.

Seslendiğimi duymayabilirler ama, öksürüğümü duymamalarına imkân yok, diye geçirmişti aklından. Ama kimse gelmemişti.

İki kere daha bağırmıştı. Yine bir öksürük nöbeti. Sonra koridorda geri yürümeye koyulmuştu. Merdivenlerden inmeye cesareti yoktu. İnse bir daha asla çıkamazdı. Aşağıda da kimse yoktu zaten. Ne lobide, ne salonlarda. Telefonlar da kesikti. En azından, kendi odasındaki kesikti. Başka taraftan da zil sesi falan gelmiyordu. İnmeye değmezdi. Lobide donar kalırdı sonra.

"Jacky!" diye mınldanmıştı. "Hangi cehennemd..."

Yine öksürmeye başlamıştı. Yan yolda baygınlık geçirip yıkıldı, sandalye üzerine devrildi. Bir saat kadar o buz gibi yerde yattı. Belki zatürre-si o zaman azmıştı. Hey, Büyük harf K! Ben bu mahalleyi yeni taşındı. Bana Büyük Harf Z diyebilirsin! Bitiş çizgisine kadar yarışalım mı?


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə