Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə50/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55

Kılıç bir daha indi. Islık çalarak indi ve bu sefer çapraz indi. Jack o kızıl bakıştan tam vaktinde ayırıp eğilmeyi başardı. Kılıcın uzun saçlarının ucundan geçtiğini hissetti. Sonra kılıç trabzanın bir metrelik bir kısmını koparıp boşluğa uçurdu.

Şövalyenin sürtünen madenler gibi sesi Jack'in üzerine yaklaştı. Miğferi iğrenç, alaya ve yapayalnızdı. Kılıç bir güçlü vuruş daha yapmak üzere tekrar havaya kalktı.

Jack, geçiş için sihirli iksire aslında ihtiyacın yoktu... şimdi de bu teneke kutuyu devirmek için o mızraba ihtiyacın yok!

Kılıç havayı yırtarak bir daha indi. Huşşş, diye bir ses çıkardı. Jack karnını içine çekip kendini geriye attı, tüm kasları kasıldı, omzunda ilk zırhtan kalan tırnak delikleri sızladı.

Kılıç göğsünün bir santim uzağından geçip trabzanın kalın parmaklıklarını kürdan gibi doğradı. Jack boşluğa doğru devrilirken kendini Buster Keaton'umsu bir fars oynuyor sandı. Solundaki yaralı trabzana sarıldığında iki tırnağının altına kıymıklar saplandı. Canı öyle yandı ki, gözlerinin patlayacağından korktu. Sonra sağ eliyle tutunup kendini dengelemeyi başardı, düşmekten kurtuldu.

Sihir senin kendinde, Jack! Bunu anlayamadın mı bu âna kadar? Bir an orada soluk soluğa durdu, sonra tekrar merdivenleri çıkmaya başladı. Gözleri yukardaki boş madenî surattaydı. "Sizi yoketme zamanı, Sir Gawain!"

Şövalye miğferini tekrar yana eğdi. İnce bir hareketti bu... Pardon, evlât? Bana mı söylüyorsun yoksa? Sonra kılıcı indirdi.

Jack belki korkudan körleşmişti. Her nedense o kılıç savurma hareketlerinin ne kadar yavaş tempolu olduğunu daha önce farkedememişti. Hareketin her evresi belliydi, zorlamalıydı. Belki eklemleri paslanmıştır, diye düşündü. Ne olursa olsun, kafasını toparlayınca, savrulan kılıcın iç tarafına geçmesi kolay oldu.

Parmak uçlannda yükselip yukarı uzandı, kara miğferi iki eliyle kavradı. Metal iç bulandıracak kadar ılıktı. Ateşi olan birinin teni gibi.

Jack peşten ve sakin bir sesle, "Dünyayı senden arındırmak için," dedi. "Onun adına emrediyorum sana."

Miğferin içindeki kızıl ışık, oyulmuş bir balkabağının içindeki mum gibi bir anda söndü, miğferin en az sekiz kiloluk ağırlığı Jack'in ellerine bindi. Altta onu taşıyacak bir şey yoktu artık çünkü. Zırhın vücut kısmı yere yıkılmıştı.

"Ellis kardeşlerin ikisini de öldürmeliydiniz!" dedi Jack. Boş miğferi fırlatıp aşağıya attı. Miğfer alt katta yere çarptı, oyunca gibi yuvarlandı. Otel titrer gibi oldu.

Jack ikinci katın geniş koridoruna saptı. Burada, nihayet, ışık görebiliyordu. Temiz, net bir ışık. Gökte uçan adamları gördüğü günkü gibi. Koridorun sonunda yine çift kapılar vardı. Kapalıydı ama üstlerinden ve altlarından yeterince ışık sızıyordu. Kilidin bulunduğu düşey aralıktan da giriyordu. Jack buradan, öte taraftaki ışığın çok parlak olduğunu anladı.

O ışığı görmeyi çok istiyordu. Kaynağını görmek istiyordu. Onu görmeye gelmişti. Nice karanlıklardan geçmişti o ışığı bulabilmek için.

Kapılar ağırdı. Üstlerinde altın yapraklarla yazılmış, şimdi soyulmuş bir yazı vardı ama hâlâ okunabiliyordu. DİYAR BALO SALONU.

"Hey, Anne," dedi Jack Sawyer alçak, şaşkınlık dolu bir sesle. O ışığa doğru yürüyordu. Yüreği mutluluk doluydu, içindeki duygu gökkuşağıydı. Gökkuşağı! "Hey, Anne galiba geldim... gerçekten geldim."

Yavaşça, içi dehşet dolu, iki kapının kulplarını iki eliyle tuttu, bastırdı. Kapıları açarken o temiz beyaz ışık daha da genişledi. Jack'in yukarıya kalkık hayret dolu yüzüne düştü.


6

Sunlight Gardener o anda, yani Jack son şövalyeyi devirirken kumsalda durmuş kara otele doğru bakıyordu. Boğuk bir gümleme sesi duydu. Sanki otelin içinde bir yerde dinamit patlamıştı. Aynı anda Agincourt'un ikinci kat pencerelerinde parlak bir ışık parıldadı. Tepedeki pirinç heykelcikler bir anda hep birlikte durdular.

Gardener o gün Los Angeles özel polisleri gibi bir kılıktaydı. Beyaz gömleğinin üzerine siyah bol bir yelek giymiş, omzuna telsizini asmıştı. Yürürken telsizin anteni sağa sola titreyip duruyordu. Öteki omzunda Weatherby, 360'ını taşımaktaydı. Uçaksavar kadar kocaman bir av tüfeği. Kim olsa injrenirdi buna. Gardener onu altı yıl önce satın almıştı. Eski av tüfeğini atması gerektiği zaman. Weatherby'nin gerçek zebra derisinden kılıfı Cadillac'ın bağandaydı. Oğlunun cesediyle yanyana yatıyordu.

"Morgan!"

Morgan o yana dönmedi. Kumlardan diş gibi fırlamış gri kayaların ardında, hafif solunda duruyordu. Bu kayanın sekiz metre ötesinde, suyun ıslattığı kum çizgisinin bir buçuk metre yukarısında ise Speedy Parker, yani Parkus yatmaktaydı. Bir zamanlar Parkus olarak Orris'li Morgan'ın mimlenmesini ve damgalanmasını emretmişti. Morgan'ın iri beyaz oyluklarının iç taraflarında, vatan haini damgaları vardı. Diyar'da vatan hainleri bu işaretten tanınırdı. Damganın yanaklarına değil de oyluklarına basılması, Kraliçe Laura'nın müdahalesi sayesinde olmuştu. Bacaklarında olunca, giysileri saklıyordu onları. Morgan... yani her iki Morgan da... bu müdahalesinden ötürü kraliçeyi daha çok seviyor değildi. Ama Parkus'a olan nefreti, o seferki hainlik komplosunun kokusunu aldı diye, giderek artıyor, büyüyordu.

Şu anda Parkus/Parker kumlarda yüzükoyun yatmaktaydı. Kafası yaralarla doluydu. Kulaklarından kumlara kanlar damlıyordu.

Morgan onun hâlâ sağ olduğuna inanmak istiyordu. Sağ olduğuna ve acı çektiğine. Ama beş dakika önce Gardener adamlarıyla kumsala indiğinden beri Parker'in soluk alıp verdiği gözükmez olmuştu.

Gardener seslendiğinde Morgan o yana dönmedi. O şimdi düşmüş olan eski düşmanını incelemekle meşguldü. İntikamın tadı yoktur diyenler ne kadar da yanılmışlardı!

"Morgan!" diye tısladı Gardener tekrar.

Morgan bu sefer kaşlarını çatıp döndü. "Eee? Ne var?"

"Bak! Otelin damı!"

Morgan tüm rüzgâr güllerinin ve dam süslerinin hareketsiz durmakta olduğunu gördü. Rüzgâr hızlı olsun, hiç olmasın, hep aynı hızla dönen o manivelalar durgundu. Aynı anda ayaklarının altındaki toprak biraz titre- . di, sanki omuz silkti, yine hareketsiz kaldı. Dev boyda bir yeraltı hayvanı, kış uykusunda mı silkinmişti? Morgan kendisine öyle geldiğini düşünecekti ama, Gardener'in iri iri açılmış kanlı gözlerine ne demeliydi? İçinden, herhalde keşke Indiana'dan hiç kaçmasaydım diye düşünüyorsundur. Gard, dedi. Orada hiç deprem olmaz, öyle değil mi?

Agincourt'un pencerelerinde o sessiz ışık tekrar panldadı.

"Ne demek bu, Morgan?" diye sordu Gardener boğuk bir sesle. Oğlunun ölümü için duyduğu çılgın öfke ilk defa olarak can korkusuyla biraz sinmişti. Morgan bunu anladı. Bu kötüydü. Ama Gardener'i gerektiğinde tekrar çıldırtmak kolaydı. Ne var ki Morgan şu anda esas sorunun dışında hiçbir şeye enerji harcamak istemiyordu. O sorun da dünyayı, daha doğrusu tüm dünyaları Jack Sawyer'den temizlemekti. Çocuk can sıkmakla başlamış, sonradan Sloat'un hayatının en korkunç sorunu haline gelmişti.

Gardener'in telsizi hayata döndü.

"Dördüncü kızıl mangadan Sunligh'a! Konuş Sunlight!"

"Ben Sunlight, dördüncü manga. Ne oldu?"

Gardener'e birbirinin eşi olan dört heyecanlı, kekelemelerle dolu rapor peşpeşe geldi. Kendilerinin de görüp hissetmediği hiçbir yeni bilgi yoktu bu raporlarda. Işık parlamaları, rüzgâr güllerinin durması, deprem ön habercisi olabilecek bir hareket... ama Gardener yine de her raporu gözleri parlayarak, dikkatle dinledi, zekice sorular sordu, her mesajın sonunda 'Tamam!" dedi, araya da 'Tekrarla!" "Aldım!" gibi sözler kattı. Sloat onu bir felâket filminde rol yapıyormuş gibi gördü.

Eğer bu davranış Gardener'i rahatlatıyorsa, Sloat'a göre hava hoştu. Hiç değilse Gardener'in sorularına cevap vermekten kurtulmuştu... Şimdi düşünüyordu da... belki de Gardener zaten sorusunun cevaplandığını istemiyordu. Bu radyo numaralarını böyle sürdürmesi belki ondandı.

Koruyucular ya ölmüş, ya da iletişim kuramaz hale gelmişlerdi. Rüzgâr gülleri bu yüzden durmuştu. Işık parlamaları da aynı anlama geliyordu. Jack henüz Tılsımı alamamıştı. Onu almış olsa, Point Venuti gerçekten titrer ve sarsılırdı. Sloat artık Jack'in onu alacağına inanıyordu. Yazgıcıydı bu çocuğun. Ama böyle olması onu korkutmuyordu.

Eli boynundaki anahtarı kavradı.

Gardener'in telsize söyleyebileceği her şey bitmişti artık. Telsizi tekrar omuzladı, Morgan'a iri iri açılmış şaşkın gözlerle baktı. O tek kelime söylemeden Morgan ellerini onun omuzlanna dayadı. Ölen oğlundan başka kimseye biraz sevgi duyuyorsa... çarpık bir sevgi tabii... o da bu adamaydı. Orris'li Morgan'ın Osmond'la ilişkisi de, Morgan Sloat'un Robert "Sunlight" Gardener'la ilişkisi de çok gerilere dayanmaktaydı.

Utah'ta Phil Sawyer'i da şu omuzundakine benzer bir tüfekle vurmuştu Gardener.

"Dinle, Gard," dedi sakin bir sesle. "Kazanacağız."

"Buğdan emin misin?" diyç_fısıldadı Gardener. "Sanırım koruyucuları öldürdü. Morgan, biliyorum, kulağa çılgınlık gibi geliyor ama, bence gerçekten..." Sustu. Dudakları titriyor, aralarında salyalar görünüyordu.

"Kazanacağız," diye tekrarladı Morgan aynı sakin sesle. Bunu inanarak söylüyordu. İçinde kader sezgileri vardı. Çok uzun yıllar beklemişti bunun için. Kararları ciddiydi. Hâlâ geçerliydi. Jack elinde Tılsım'la dışarıya çıkacaktı. Çok güçlü bir varlıktı Tılsım... ama kırılabilecek bir şeydi.

Gözleri arkadaşının omzundaki tüfeğe, sonra kendi boynundaki anahtara döndü.

"Çıktığında onun çaresine bakmak için her şeyimiz hazır," dedi. "İki dünyada da. Sen cesaretini koruduğun sürece, Gard. Benim yanımda olduğun sürece."

Titreyen dudaklar biraz sabitleşti. "Morgan, elbette ben..."

"Oğlunu kimin öldürdüğünü hatırla," dedi Morgan yavaşça.

Jack Sawyer elindeki yanan parayı Diyar'da Reuel Gardener'in alnına bastırdığı anda, altı yaşından beri sara nöbetleri geçirip duran dünyalı Reuel Gardener de İllinois'den yolculuk yapmaktayken bindiği Cadillac'ta fena halde sarsılmıştı. Zaten Diyar'ın Reuel'i de altı yaşından beri Lânetli Topraklar hastalığına yakalanmış biriydi.

Dünya Reuel'i de ölmüştü aynı anda. Morarmış, boğulur gibi olmuş, Sunlight Gardener'in kollarında can vermişti.

Gardener'in gözleri yuvalarından uğruyordu.
"Unutma," diye tekrarladı Morgan.

"Kötü," diye fısıldadı Gardener. "Bütün çocuklar. Aksiyomatik. Hele de o çocuk."

'Tamam," diye onayladı Morgan, "O düşünceye sarıl! Onu durdurabiliriz. Ama ben mutlaka yola açılan taraftan, kuru yere çıkmasını sağlamak istiyorum."

Gardener'i demin Parker'i seyretmek çin duraladığı kayanın oraya götürdü. Ölü zencinin kafasına şiş beyaz sinekler konmaya başlamıştı. Morgan baktı. Eh, iyiydi. Sinekler için çıkan bir dergi olsa, Morgan o dergiye yazar, Parker'in yerini bildirirdi. Gelin, görün, derdi her sineğe. Hepsi gelirler, çürümekte olan etlere yumurtalarım bırakırlardı. İkizlisinin oyluklarını damgalayan adam da, kurtlar doğururdu, iyiydi tabii.

Parmağını rıhtıma doğru uzattı.

"Raft oranın altında," dedi. "Ata benziyor... nedendir bilemem. Gölgeler arasında saklı, biliyorum. Ama sen her zaman iyi nişancı olageldin, Gard. Ona birkaç kurşun sık. Batır lanet olası şeyi."

Gardener tüfeğini doğrulttu, dürbününden baktı. Bir süre iri namlu ileri geri, hafif hafif kıpırdadı.

"Gördüm," diye mırıldandı Gardener sevinçle. Tetiği çekti. Yankı sularda yayıldı, sonunda duyulmaz oldu. Tüfeğin namlusu yükselip tekrar alçaldı. Gardener bir daha ateş etti. Sonra bir daha.

"Vurdum," dedi ve tüfeği indirdi. Cesareti yerine gelmişti. Utah görevinden döndüğü zamanki gibi gururla gülümsüyordu. "Artık suyun içinde boş bir deri parçası oldu. Dürbünden bakmak ister misin?" Tüfeği Sloat'a uzattı.

"Hayır. Vurdum diyorsan vurmuşsundur. Artık kara yoluyla çıkmak zorunda. Hangi yönden buraya doğrulacağım da biliyorum. Elinde yıllardır bizde olan bir şey bulunacak."

Gardener parlayan gözlerle baktı.

"Şu tarafa çıkalım derim." Tahta kaldırımı gösteriyordu. Çitin hemen içindeydi. Oradaki kanapede nice saatler oturup kara otele bakmış, balo salonundaki varlığı düşünmüştü.

"Peki..."

İşte tam o sırada toprak inlemeye, sarsılmaya başladı ayaklarının altında. Yeraltı yaratığı uyanmıştı. Silkiniyor, kükrüyordu.

Aynı anda Agincourt'un her penceresini göz kamaştıran bir ışık doldurdu. Bin güneşin ışığı. Pencereler bir anda patladı, cam kırıkları bir elmas yağmuru gibi uçuştu.

"OĞLUNU HATIRLA VE BENİ TAKİP ET!" diye kükredi Sloat. İçindeki yazgı sezgileri daha netti şimdi. Reddedilmez bir şeydi. Her şeye rağmen kazanmak yazgısıydı onun!

İkisi birlikte yükselip alçalan arazinin üzerinden kaldırıma doğru koş- • maya başladılar.
7

Jack yavaş hareket ediyordu. İçi yoğun duygularla doluydu. Büyük balo salonunda yürümekteydi. Yukarıya bakıyor, gözleri parlıyordu. Yüzünde harikulade beyaz bir ışık vardı. Her rengin karışımı olan bir beyaz ışık. Şafak renkleri, grup renkleri, gökkuşağı renkleri.

Tılsım^başmın üzerinde, havadaydı. Yavaş yavaş dönüyordu.

Kristal bir küreydi. Çevresi bir metreye yakındı. Parıltısı öyle müthişti ki, aslında boyunun'Ue kadar olduğunu bilmeye pek imkân yoktu. Yüzeyinde zarif biçimde kıvrılan ışık çizgileri vardı. Paralel ve meridyenler gibi. Neden olmasın? diye düşündü Jack. O dehşet ve şaşkınlık duygusuyla doluydu hâlâ içi. Dünya o... TÜM dünyalar... mikrokosm halinde. Ayrıca mümkün olan tüm dünyaların da ekseni.

Şarkı söylüyor, dönüyor, parlıyordu Tılsım.

Jack onun altında durdu, kendini ılık bir kuvvetin kucağında hissetti. Rüyada gibiydi. O kuvvetin kendi içine doğru, milyonlarca tohumu uyandıran kuvvet gibi aktığını hissetti. Zihninin bilinç kesiminde bir sevincin roket gibi yükseldiğini duydu. O sevince cevap olarak, onun yükselişini taklit ederek sesi de yükseldi.

"Gel bana o halde!" diye bağırdı.

ve yavaşça kayarak

Jason oldu.

"Gel bana o halde!" diye tekrar bağırdı Diyar'ın o tatlı dilinde. Gülerek bağırdı. Ama yanaklanndan yaşlar boşalıyordu. Bu yolun öteki çocukla başladığını, kendisiyle son bulmak zorunda olduğunu anladı, kendini bıraktı ve

tekrar geriye kaydı

Jack Sawyer oldu.

Yukarda Tılsım havada titredi, yavaşça döndü, ışık ve ısı saçtı, iyilik beyazlık saçtı. "Gel bana!" Tılsım aşağıya doğru inmeye başladı.
8

Böylece, nice haftalardan, zorlu serüvenlerden, karanlıklardan, umutsuzluklardan, bulunan ve kaybedilen dostluklardan sonra, nice emeklerden, ıslak samanlar arasında geçirilen gecelerden, şeytanlarla karşılaşmalardan sonra (ki onlardan biri de kendi ruhunda yaşıyordu)... bunların hepsinden sonra, Tılsım'ın Jack Sawyer'e gelmesi işte böyle oldu.

* * *

Jack onun inişini seyretti. İçinde kaçma isteği yoktu ama, dünyalann riskini, o nazik dengesini hissediyordu. İçindeki Jason benliği gerçek miydi? Kraliçe Laura'nm oğlu ölmüştü. Artık Diyar halkının adını yemin ederken kullandığı bir hayaletti o yalnızca. Ama Jack o benliğin gerçek olduğuna karar verdi. Jack'in Tılsım yolculuğu, Jason'un gerçekleştirmesi gereken bir yolculuktu. Bu yüzden Jason bir süre daha yaşamıştı. Jack'in gerçekten bir ikizlisi vardı. Bir bakıma yani, Jason eğer hayaletse, o şövalyeler kadar hayaletse, bu pırıl pırıl küre parmaklarına değdiği anda yok olabilirdi. Jack onu bir kere daha öldürmüş olurdu.



Kaygılanma, Jack, diye fısıldadı bir ses. Sıcak ve net bir sesti.

Tılsım iniyordu. Bir küre, bir dünya, bütün dünyalar... bir ışık, bir sıcaktı. İyiliği yine beyazlığında yansıyordu. Beyaz şeylerin hep olduğu, ya da olması gerektiği gibi, çok kolay kınlabilecek bir şeydi.

O inerken Jack'in kafasında dünyalar döndü. Artık gerçeğin katları arasında geçiş yapmıyordu. Tüm bir gerçekler evrenini görebiliyordu. Hepsi birbirinin üzerine çakışmıştı.

Bir dünyalar evrenini, bir iyilikler kozmosunu tutmak üzere uzanıyorsun, Jack Bu ses babasının sesiydi. Düşürme sakın, oğlum. Jason askına, düşürme sakın.

Dünya üstüne dünya üstüne dünya... kimi harikulade, kimi bir cehennem... hepsi de bu yıldızın, bu kristal kürenin sıcak beyaz ışığıyla aydınlandı. Küre yavaşça havanın içinden kayarak indi, Jack Sawyer'in titreyen parmaklarına doğru yaklaştı.

"Gel bana!" diye seslendi Jack onun şarkısına karşı, "Gel bana şimdi!"

Uzattığı ellerden bir metre kadar yukardaydı. Ellere yumuşacık tedavi edici ışığım yolluyordu... bir birine, bir ikisine... Yavaşça dönüyordu. Ekseni hafif eğikti. Jack onun yüzeyinde kıtaların, okyanusların, buz kütlelerinin kıpırdayan, değişen parlak çizgilerini görebiliyordu. Tılsım bir an kararsızlık gösterir gibi oldu, sonra çocuğun uzattığı ellerin içine kaydı.

Hiç sebepsiz sırıtmakta olduğunu farketti.

Bölüm: 43

HER YERDEN HABERLER


1

Lily Cavanaugh az önce Jack'in sesini duyduğunu hayal ettikten sonra rahatsız, kâbuslu bir uykuya dalmıştı. Bir anda yatağında doğrulup oturdu. Haftalardan beri ilk defa olarak yanaklarının o mum gibi solgunluğuna parlak bir renk yayıldı. Gözleri vahşi bir umutla parlıyordu.

"Jason?" diye soludu, sonra kaşları çatıldı. Oğlunun adı bu değildi ki! Oysa demin gördüğü rüyada, bu isimde bir oğlu vardı. Kendisi de başka biriydi zaten. İlaçtan olmalıydı elbette. İlaç rüyalarını da çarpıtmaya başlamıştı artık.

"Jack?" diye seslendi tekrar. "Jack, neredesin?"

Cevap gelmedi... ama Lily onun varlığını hissetti. Sağ olduğundan emin oldu. Uzun zamandan beri, belki altı aydan beri ilk defa kendini iyi hissediyordu.

"Jacky," dedi, sigara paketine sarıldı. Sigaralara bir an baktı, sonra fırlattı, karşı duvardaki şömineye attı. O gün yakılacak başka çerçöpün üstüne. "Galiba sigarayı hayatımda ikinci kere bıraktım, Jacky," dedi. "Dayan, evlâdım. Annen seviyor seni."


2

Wolf Kücreden kaçtığında Stjnlight Yurdunun mutfağında bulunan Donny Keegan o korkunç geceden sağ çıkmayı başarmıştı. Onunla birlikte mutfak nöbetinde olarT George Irwmson adlı çocuk o kadar şanslı çıkmamıştı. Şimdi Donny geleneğe daha uygun bir öksüzler yurdundaydı. Mun-cie, Indiana'da. Sunlight Yurdundaki bazı çocukların tersine, gerçekten öksüzdü Donny. Gardener eyaletin hoşuna gitsin diye birkaç da gerçek öksüzü kabul etmek zorundaydı.

O anda loş bir üst kat koridorunun yerlerini silmekte olan Donny birden başını kaldırdı, çamurlu gözleri iri iri açıldı. Sürekli olarak kar yağdırmakta olan bulutlar batıya doğru birden açılmıştı. Bir tek güneş işim geliyordu. O yalnızlığı içinde korkunç ve harikulade güzeldi.

"Haklısın, ONU SEVİYORUM!" diye bağırdı Donny zafer dolu bir sesle. Ferd Janklow'a sesleniyordu aslında. Ama kafası beyine yer bırakmayacak biçimde oyuncaklarla dolu olan Donny, onun adını çoktan unutmuştu. "O çok güzel ve ben de onu SEVİYORUM!"

Donny'nin ağzından o budala gülüşü kurtuldu. Ama bu sefer o gülüş bile güzeldi. Başka çocuklardan bazıları odalarının kapısına yürüyüp Donny'ye şaşkın şaşkın baktılar. Yüzüne o tek güneş ışını düşmüştü. Çocuklardan biri yanındakine Donny'nin bir an için İsa'ya benzediği yolunda bir şeyler fısıldadı.

O an geçti, bulutlar tekrar ilerledi, gökyüzünün açık yerini örttüler. Akşam olduğunda kar yine hızlanmış, kışın ilk büyük fırtınası başlamıştı. Donny kısacık bir an için sevgi ve zaferin ne demek olduğunu hissetmiş bulunuyordu. Ama çabuk geçti. Rüyaların hep geçtiği gibi... geçtikten sonra bile Donny o duyguyu unutmadı. Vaadedip inkâr edenin yerine, söz verip yerine getiren duyguyu. O tatlı, açık, harikulade sevgiyi, beyazlıktan gelen o sevinci.


3

Jack'la Wolf u Sunlight Yurduna yollayan Yargıç Fairchild artık yargıç falan değildi. Yüksek Mahkemeye son itirazları reddedilince hapse girecekti. Gireceği konusunda hiç kuşku yoktu. Ağır hapis. Belki hiç çıkamazdı. Yaşlıydı, pek sağlıklı sayılmazdı. O lanet olası cesetleri bulamamış olsalardı...

Koşullara göre elinden geldiği kadar neşeli kalmayı başarmıştı. Ama şu anda evindeki çalışma odasında, oturmuş çakısıyla tırnaklarını temizlerken içine büyük bir depresyon dalgası çöktü. Çakıyı birden tırnaklarından uzaklaştırdı, ucuna düşünceli gözlerle bir an baktı, sonra getirip sağ burun deliğine soktu. Bir an orada tuttu, "Lanet olsun, neden yapmayacakmı-şım?" diye fısıldadı, elim yukarrya doğru hızla itti. Çakının upuzun ucu önce sinüslerini yardı, sonra beynini deldi.
4

Smokey Updike, Oatley Barında bir masaya oturmuş, günlük faturaları inceliyordu. Önünde hesap makinesi vardı. Tıpkı Jack onu ilk gördüğü zaman ne pozdaysa, yine o pozyadı. Ama şimdi vakit akşama doğruydu. Lori akşamın ilk müşterilerine servis yapmaya başlamıştı. Plak makinesinde "Önümde Bir Şişe Olsa" şarkısı çalıyordu. (Göbek olacağına!)

Bir an her şey normaldi. Bir an sonra Smokey Updike birden dikleş-ti, kâğıt külahı kafasından arkaya doğru devrildi. Elleri beyaz tişörtünün sol göğsüne doğru uçtu. Oraya gümüş dikenli bir çekiç inmişti sanki. Wolf olsa, Tanrt çivilerini çakar, derdi.

Aynı anda ızgara ocağı büyük bir gürültüyle patladı, duvardaki ilâna çarpan parçalar onu da yerinden düşürdü, ortalık birbirine girdi. Dükkânı ağır bir gaz kokusu sarmıştı. Ocaktan geliyordu. Lori bağırdı.

Plak makinesi hızlandı; 45 rpm, sonra 78, 150, 400! Kadının sesi çılgın maymunların haykırışlarına döndü. Derken plak makinesinin tepesi havaya uçtu, renkli camlar her yana saçıldı.

Smokey başını hesap makinesine eğdiğinde, makinenin kızıl camında bir tek kelimenin parlayıp söndüğünü gördü.

TILSIM-TILSIM-TILSIM-TILSIM-TILSIM

O anda gözleri patladı.

"Lori, gazı kapa!" diye bağırdı müşterilerden biri. Oturduğu tabureden inip Smokey'e döndü. "Smokey, söyle ona..." Ama Smokey'nin iki gözünden fışkıran kanlan görünce avazı çıktığı kadar bağırdı.

Bir an sonra Oatley Barının tamamı göklere uçtu. İtfaiye arabaları

Dogtown'dan ve Elmira'dan gelene kadar kentin çoğu alevler içindeydi. Büyük bir kayıp sayılmaz, çocuklar... amin diyebilir misiniz?
5

Thayer okulunda normal hayat geri dönmüştü. O kısa dönem içinde okulda olanlar, gariptir rüya olarak hatırlanmaktaydı. Günün son dersi yeni başlamıştı henüz. Indiana'daki kar yağışı, Illinois'de sulu sepken bir serpintiydi. Çocuklar derste uyukluyorlardı.

Birden kilisenin çanları çanlamaya başladı. Başlar kalktı, gözler açıldı. Thayer bahçesinin her yanında solmakta olan rüyalar yeniden canlanır gibi oldular.

6

Etheridge yüksek matematik dersindeydi. Bay Hunkins'in tahtaya yazdığı logaritmalara dalgan dalgın bakarken eli kasığında yukarı aşağı kayıp duruyordu. Dersten çıkınca buluşacağı o şirin garson kızı düşünmekteydi. Kız külot çorap giymiyor, jartiyerli çorap giyiyordu. Siyah jartiyer. Yatakta da çıkarmıyordu onu. Etheridge pencereye doğru baktı, ereksiyonunu unuttu, garson kızı unuttu, hiç nedensiz, Sloat geldi aklma. Miskin Richard Sloat. Onu mızmızlar arasında saymak çok doğalken, çocuk nedense pek öyle sayılmıyordu. Sloat'u düşünürken, acaba iyi mi, diye merak etti. Dört gün önce okuldan sessizce ayrılmış olan, kendisinden haber de alınamayan Sloat'un pek de iyi olmamasını umuyordu için için.



Müdür odasında Bay Dufrey, George Hatfield diye bir çocuğun sınavda kopya çektiği için okuldan uzaklaştırılmasını görüşüyordu. Çocuğun babası çok öfkeliydi. Zengin bir adamdı. Tam o sırada çanlar o düzensiz ezgiye başladı. Çan sesi bittiğinde Bay Dufrey kendini elleri ve dizleri üzerinde yerde buldu. Kır saçları gözlerine dökülmüş, dili dışarı sarkıyordu. Baba Elder kapıdaydı. Sırtını kapıya dayamış, gözleri fal taşı gibi açılmış, bakıyordu. Öfkesini unutmuş, şaşkınlık ve korku içindeydi. Bay Dufrey yerde dört ayak yürümekte, havlamaktaydı.

Göbek Albert tam çan sesleri başladığında bir şeyler yemek üzereydi. Bir an pencereye doğru baktı, dilinin ucundaki bir şeyi hatırlamaya çalışan bir insan gibi göründü. Sonra omuz silkti, cips paketini açmaya devam etti. Annesi bunlardan bir koca kutu yollamıştı ona. Çocuğun gözleri açıldı. Bir an için... ama uzun bir an için... torbanın içini tombul, kıpır kıpır beyaz kurtlarla kaynaşır gördü.

Derhal bayıldı.

Kendine geldiğinde torbaya tekrar bakacak cesareti topladı, demin gördüğünün hayal olduğunu anladı. Elbette! Başka ne olabilirdi? Ama yine de bu hayal onun üzerinde güçlü ve garip bir etki bıraktı. Ne zaman bir cips paketi açsa, ya da bir gofret, bir şeker paketi açsa, aynı sahne canlanıyordu gözünün önünde. İlkbahar geldiğinde Albert on yedi kilo vermiş olarak Thayer tenis takımında oynuyordu. Ömründe ilk defa bir kadınla yatmıştı. Sevinçten kendinden geçiyordu. Annesinin sevgisinden sağ kurtulacağına ilk defa güvenmekteydi.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   47   48   49   50   51   52   53   54   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə