Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə48/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   55

"Bir basamak daha, lütfen. Ondan sonra sana yardım edebilirim."

Richard ellerini yorgun yorgun kıpırdattı. Jack terasın altına doğru bakıyor, merdiven boyunun belki on metre olabileceğini düşünüyordu. "Şimdi ayaklarını kıpırdat. Lütfen, Richard!"

Richard önce bir, sonra öteki ayağım ikinci basamağa bastı.

Jack ellerini Richard'ın ayaklarının iki yanma dayayayıp basamağı kavradı, asıldı, kendini yukarı çekti. Raft altta yanm daire çizerek döndü ama Jack artık dizlerini ilk basamağa dayamayı başarmıştı. Raft Jack'in gergin gömleğine bağlı durumda, tasmalı köpek gibi ileri geri dolandı.

Merdivenin üçte birine geldiklerinde Jack bir kolunu Richard'ın beline doladı, kara sulara düşmesini engellemeye çalıştı.

Sonunda dikdörtgen kapak Jack'in başının üzerinde göründü. Jack, Richard'a sarıldı. Richard'ın başı baygın gibi Jack'in omzuna dayandı. Jack arkadaşının da, merdivenin de çevresinden kolunu uzatıp kapağı yokladı. Ya çivilerle kapatılmışsa? Ama kapak hemen açıldı, küt diye terasın üzerine devrildi. Jack sol kolunu Richard'ın koltuk altlarından geçirdi, onu karanlıktan yukarıya, terastaki deliğin üst tarafına çekti.

Ara Bölüm

SLOAT BU DÜNYADA


Kingsland Moteli yaklaşık altı yıldır boştu. Uzun süre boş kalan binaların çoğu gibi, küflenmiş ve sararmış gazete kâğıdı kokuyordu. Bu koku başlangıçta Sloat'u rahatsız etmişti. Çocukluğunda anneannesi evlerinde ölmüştü. Sloat'ların. Dört yıl hasta yatmış, sonunda ölmeyi başarmıştı. İşte onun ölüm kokusu da tıpkı böyleydi. Sloat bu kokuyu istemiyordu. Bu anıları da istemiyordu. Bu onun en büyük zafer dakikasıydı çünkü.

Ama artık önemi yoktu. Jack'in Hazırlık Kampına erken gelmesiyle ortaya çıkan o çileden çıkana kayıpların da önemi yoktu. Önceki telâş ve kaygıları artık sinirli bir heyecana dönüşmekteydi. Başı eğik, dudakları kıpırdanarak, gözleri pırıl pırıl, odada dolaşıyordu. Richard'la birlikte eskiden kaldıktan odaydı bu. Bazen ellerini arkasında kenetliyor, bazen bir yumruğunu öteki avucuna indiriyor, bazen kel kafasını okşuyordu. Çoğu zaman, üniversitedeyken yaptığı gibi geziniyordu odada. Yumrukları sıkılı, avuçlarına görünmez çiviler bata bata. Midesi bir ekşiyor, bir hafifliyordu.

Dananın kuyruğu kopacaktı.

Yo, hayır. Fikir doğru, cümle yanlıştı.

Kopma yok, birleşme, bütünleşme vardı. Her şey birleşiyordu.

Richard artık öldü. Oğlum öldü. Öyle olmak zoıunda. Lânetli Topraklardan canını ancak kurtardı ama Agincourt'tan dünyada sağ çıkamaz.

Öldü. Bu konuda kendini hayallere kaptırma. Onu Jack Sawyer öldürdü. Bunun için canlı canlı gözlerini oyacağım onun.

"Ama onu ben de öldürdüm," diye fısıldadı Morgan olduğu yerde bi ran durarak.

Birden babası geldi aklına. '

Gordon Sloat, Ohio'da Lutheran mezhebinden bir papazdı. Morgan tüm çocukluğunu o sert ve korku verici adamdan kaçarak geçirmişti. Sonunda da Yale'e kaçmıştı. Daha lisenin ikinci sınıfındayken kafasına takmıştı Yale'i. Bunun nedenleri arasında bir tane çok önemlisi vardı. Zihni bunu kabul etmiyordu ama, ruhunun derinliklerinde gömülüydü o neden. Orası kaba, taşralı babasının asla gelmeye cesaret edemeyeceği bir yerdi. Eğer babası Yale Üniversitesine adımını atmaya cesaret ederse, bir şey olacaktı ona. O şeyin ne olduğundan liseli Sloat pek emin değildi... ama Hain Sihirbazın üstüne Dorothy bir kova su attığında sihirbaza ne olduysa, ona benzer bir şeydi kesinlik. Ve bu sezgileri galiba doğru çıkmıştı. Babası hiç ayağını basmamıştı Yale'e. Morgan'ın o okuldaki ilk günlerinden itibaren, babanın oğul üzerindeki gücü zayıflamaya başlamıştı. Bu bile değerdi o çabalara.

Ama şimdi, yumruklan sıkılı, tırnakları yumuşak avuçlanna batarak dururken babasımn sesini duyuyordu İnsan kendi oğlunu kaybediyorsa, bu dünyada ne kazanır ki?

Bir an o boş motel kokusu, anneanne kokusu, ölüm kokusu doldu burun deliklerine. Boğulur gibi oldu. Morgan Sloat, Orris'li Morgan korkuyordu.

Ne kazanmış olur...

İyi çiftçilik kitabı diyor ki, insan kendi tohumunu hiçbir şey uğruna feda etmemeli...

İnsan ne kazanır...

O insan lanetlenir, lanetlenir, lanetlenir...

... eğer kendi oğlunu kaybederse...

Leş kokan badana. Kıyı köşede toz haline gelen fare pisliklerinin kokusu. Deliler. Deliler vardı sokaklarda.

insan ne kazanır...

Birden cevap zihninde belirdi.

"Dünyayı kazanır!" diye haykırdı Morgan çürümekte olan odanın içinde. Gülerek tekrar dolaşmaya başladı. "İnsan dünyayı kazanır... Jason aşkına, dünya da yeter zaten!"

Bir yandan gülüyor, bir yandan adımlarının hızım arttınyordu. Çok geçmeden sıkılı yumruklarının içinden kanlar damlamaya başladı.

* * *

On dakika kadar sonra kapıya bir araba gelip durdu. Morgan pencereye yürüdü, Sunlight Gardener'in Cadillac'tan fırladığını gördü.



Birkaç saniye sonra adam iki yumruğuyla kapıyı dövüyordu. Üç yaşında bir çocuğun öfkelenip yerleri yumruklaması gibi. Morgan adamın iyice fıttırmış olduğunu gördü, acaba bu iyi mi, yoksa kötü mü, diye düşündü.

"Morgan!" diye haykırdı Gardener. "Kapıyı açın, Efendim! Haberler! Haberlerim var!"

Senin haberlerinin hepsini ben dürbünümle gördüm. Biraz daha vur kapıya Gardener. Ben de bir karara varayım. Deli olman iyi mi, yoksa kötü mü?

İyi, diye karar verdi Morgan sonunda. Indiana'da Gardener en kritik anda paniğe kapılmış, Jack'in hakkından gelmeden kaçmıştı. Ama bu andaki yas onu tekrar güvenilir bir kimse yapıyordu. Eğer Morgan'ın bir kamikaze pilotuna ihtiyacı varsa, Sunlight Gardener uçağa ilk atlayan olurdu.

"Kapıyı açm, Efendim! Haberler! Haberler! Ha..."

Morgan kapıyı açtı. Kendi de çok heyecanlı olmasına rağmen Garde-ner'e gösterdiği surat son derece sakindi.

"Yavaş ol," dedi. "Yavaş, Gard. Bir damarın çatlayacak."

"Otele gittiler... kumsal... kumsaldayken ateş ettik onlara... sersemler ıskaladı... suda, diye düşündüm... suda avlarız dedim... o sıra derinlerin yaratıkları yükseldi... tüfeğin dürbününden gördüm... O kötü çocuk MER-CEĞİMDEYDİ... sonra... yaratıklar... tıpkı... tıpkı..."

"Sakin ol," diye avuttu onu Morgan. Kapıyı kapadı, iç cebinden şişeyi çıkardı, Gardener'e uzattı. O kapağını açıp iki koca yudum içti. Morgan bekledi. Yüzü iyilik dolu ve sakindi. Ama alnının ortasında bir damar atıyor, elleri bir açılıp bir sıkılıyordu.

' Otele gitmişlerdi demek. Morgan o boyalı, kafalı ata benzer gülünç raftı dürbünüyle görmüştü.

"Oğlum," dedi Gardener'e. "Jack onu rafta bindirirken sağ mı yoksa ölü mü olduğunu adamların görebilmişler mi?"

Gardener başını iki yana salladı... ama gözleri neye inandığını belli ediyordu. "Kimse kesin bilmiyor, Efendim. Bazıları kıpırdadığını gördük diyorlar, bazıları da kıpırdamadı diyorlar."

Önemi yok. O zaman ölmemiş olsa bile şimdi ölmüştür. O binada bir soluk aldı mı ciğerierLpatlar

Gardener'in yanakları viski rengine dönüşmüştü. Gözleri doluyordu. Şişeyi geri vermedi. Öylece tutup durdu. Sloat'a göre hava hoştu. O ne viski istiyordu ne de kokain. Bin dokuz yüz altmışlarda dendiği gibi, doğal sarhoştu o şu anda.

"Başından anlat," dedi Morgan, "Bu sefer sözlerin tutarlı olsun."

Gardener'in Morgan'a ilk söylediklerinde eksik olan tek şey yaşlı zencinin de kumsalda olduğuydu. Morgan onu da neredeyse tahmin edecekti. Ama Gardener'in sözlerine devam etmesine izin verdi. Gardener'in sesi avutuyordu onu. Öfkesi çok zindeleştiriciydi.

Gardener konuşurken Morgan elindeki seçenekleri son bir kere aklından geçirdi, oğlunu denklemin dışına attı, atarken ufacık bir pişmanlık zonklaması duydu.

İnsan ne kazanır? Dünyayı kazanır ve o da yeter... ya da bu durumda, dünyaları. Başlangıçta iki tane. Zamanla daha çok. İstersem hepsini yönetebilirim... Evrenin Tanrısı gibi bir şey olabilirim.

Tılsım. Bu Tılsım...

Anahtar mı?

Hayır. Yoo, hayır.

O bir anahtar değil, bir kapı. Kilitli bir kapı. Kendisiyle kaderi arasında. O kapıyı açmak değil, yok etmek istiyordu. Tümüyle, ebediyen yok etmek, bir daha asla kapanmamasım sağlamak istiyordu... kilitlenmesi ise hiç söz konusu olmayacaktı artık.

Tılsım kırılınca, bütün o dünyalar kendisinin olacaktı.

"Gard!" dedi, odada tekrar dolaşmaya koyuldu.

Gardener ona baktı. Gözleri soru sorar gibiydi.

"İNSAN NE KAZANIR?" deyiverdi Morgan şen bir sesle.

"efendim... anlayamadım..."

Morgan tam onun karşısında durdu. Gözleri çakmak çakmaktı. Yüzü kırışıklıklarla doluydu. Daha da kırıştı, Orris'li Morgan'ın yüzü oldu, sonra tekrar Morgan Sloat oldu.

"Dünyayı kazanır," dedi Morgan. Ellerini Osmond'un omuzlarına dayadı. "Dünyayı kazanır ve dünya da yeter."

"Efendim, anlamıyorsunuz," dedi Gardener, Morgan'a bir deliye bakar gibi bakıyordu. "Sanırım içeriye girdiler. ONUN olduğu yere. Onları vurmaya çalıştık ama yaratıklar... derinlerin yaratıkları., yükselip onlan korudu. Tıpkı İyi Çiftçilik Kitabında yazılı olduğu gibi... eğer içeriye girdi-lerse..." Gardener'in sesi giderek yükseliyordu. Nefret ve yeis doluydu.

"Anlıyorum," dedi Morgan onu avuturcasına. Sesi de, yüzü de sakinle-mişti. Ama elleri hâlâ sıkılıp açılıyor, sıkılıp açılıyordu. Avuçlannın kanı da yerdeki halıya damlamaya devam ediyordu. Küflenmiş halıya. "Evwet, anladım, hem de nasıl!" İçeriye girdiler ve benim oğlum bir daha asla çıkmayacak. Sen de oğlunu kaybettin, Gard. Şimdi de ben kaybettim."

"Sawyer!" diye uluda Gardener. "Jack Sawyer! Jason! O lanet..."

Peşinden bir yığın yakası açılmadık küfür sıraladı, bunu beş dakika kadar sürdürdü. Jack'e her iki dilde küfür etti. Sesi titriyor, üzüntü ve öfke tütüyordu. Morgan öylece durup onun boşalmasını bekledi.

Sonunda Gardener soluk soluğa susup şişeden bir yudum daha aldı. Morgan konuştu.

'Tamam! Benden de al bir o kadar! Şimdi dinle, Gard... dinliyor musun?"

"Dinliyorum, Efendim."

Gardener/Osmond'un gözleri dikkat dolu ve pırıl pınldı.

"Oğlum o otelden hiçbir zaman çıkmayacak ve sanırım Sawyer de çıkmayacak. Büyük ihtimalle, orada karşısına çıkanlarla başedecek kadar Jason'laşmamıştır daha. Tılsım onu belki de öldürür, veya delirtir, ya da yüz dünya öteye savurur. Ama çıkması da bir ihtimal, Gard. Evet, oradan belki de çıkabilir."

Gardener, "O soluk alıp vermiş en, en, en kötü orospu çocuğu", diye fısıldadı. Eli şişeyi daha sıkı tuttu. Parmaklan sıkıştı, sıkıştı, sonunda termosun çeliğinde çukurlaşmalar başladı.

"İhtiyar zenci kumsalda mı diyorsun sen?"

"Evet."

"Parker," dedi Morgan. Osmond da aynı anda "Parkus," dedi.



"Ölmüş mü?" Morgan bunu sorarken sesinde pek ilgi yoktu.

"Bilmiyorum. Sanırım. Adam yollayıp getirteyim mi?"

"Hayır!" dedi Morgan aksi bir sesle. "Hayır... ama biz oraya, onun yanına gidiyoruz, öyle değil mi, Gard?"

"Gidiyor muyuz?"

Morgan sıntmaya başladı.

"Evet, Sen... ben... hepimiz. Çünkü eğer Jack otelden çıkarsa ilk

önce oraya gidecektir. Eski silah'arkadaşını kumlarda öylece bırakamaz,

değil mi?" ^

Gardener de sıntmaya başladı. "Hayır," dedi. "Bırakamaz." Morgan ilk defa olarak avuçlanndaki o batıcı acıyı duydu. Yumrukla-nnı açtı, içlerindeki yarım ay biçiminde oyuklardan taşan kanlara baktı. Sırıtması bozulmadı. Hattâ daha da yayıldı.

Gardener ona ciddi bakışlarla bakıyordu. Morgan'ın içini bir güçlülük duygusu doldurdu. Eli gerdanına doğru uzandı, yıldırım saçan anahtarı bulup avuçladı.

"İnsan dünyayı kazanır," diye fısıldadı. "Bana Haleluya diyebilir misin?"

Ağzı kulaklarına doğru gidiyordu. Kuduz bir kurt gibi, hasta hasta gülüyordu. Ama ifadesinde sinsi, hain ve güçlü bir yan vardı. "Yürü, Gard," dedi. "Kumsala inelim."

Bölüm: 41

KARA OTEL


1

Richard Sloat ölmemişti ama, Jack dostunu kucağına alıp kaldırdığında kendinde değildi.

Sürü kim şimdi? diye Wolfun sesini duydu beyninde. Dikkatli ol, Jacky! Wolf! Dik...

GEL BANA! ŞİMDİ GEL! diye seslendi Tılsım o güçlü, sessiz sesiyle. GEL BANA, SÜRÜYÜ DE GETİR, HER ŞEY İYİ OLACAK HER ŞEY İYİ OLACAK HER...

"...türlü şey de iyi olacak," diye gıcırdadı Jack'in sesi.

Öne doğru bir adım atacak oldu, yerdeki kapaktan tekrar aşağıya düşmekten kıl payı kurtuldu. İdam sehpasının kapağıydı sanki. Manyakça bir çifte idam. Arkadaşınızla birlikte sallanın, diye çılgınca bir düşünce geçti Jack'in aklından. Kalbinin atışı kulaklarında gümbürdüyordu. Bir an başını eğip aşağıdaki karanlık sulara kusmak geldi içinden. Sonra kendini toparladı, kapağı ayağıyla kapadı. Artık bir tek dönen rüzgâr güllerinin sesi kalmıştı.

Jack yüzünü Agincourt'a doğru çevirdi.

Ayaklan geniş bir balkona basmaktaydı. Bin dokuzyüz yirmilerde ve otuzlarda burası moda bir yerken insanlar herhalde bu balkonda, şemsiyeler altına konmuş masalarda oturur, kokteyllerini yudumlardı. Ellerinde belki Edgar Wallace, belki Ellery Qoeen romanları bulunurdu. Ya da ilerde gölge halinde gözüken Los Cavernes adasını seyrederlerdi. Ufukta mavi... balina sırtı gibi. Erkekler beyaz, kadınlar pastel renkler giymiş olurlardı.

Bir zamanlar... belki.

Şimdi yer tahtaları çatlamış, kıvrılmış, yarılmıştı. Jack bu terasın eskiden ne renge boyanmış olduğunu anlayamıyordu. Şu anda artık siyahtı. Otelin diğer kısımları gibi. Annesinin ciğerlerindeki habis urları hangi renkte tahayyül ediyorsa, o renkteydi bu otel.

Yedi metre kadar ilerde Speedy'nin söylediği kapı-pencereler vardı. Eski günlerde konuklar oradan çıkıyorlardı balkona. Geniş şeritler halinde sabun sürülmüştü camlarına. Pencereler kör gözlere benziyordu.

Birinin üzerinde:

EVE DÖNMEK İÇİN SON ŞANSIN diye yazıyordu.

Dalgaların sesi. Damlarda dönen rüzgâr güllerinin sesi. Tuzlu denizin ve eskiden dökülmüş içkilerin kokusu. O zamanlar güzel olan, şimdi kırışmış ve ölmüş olan insanların döktüğü içkiler. Sonra, otelin kendi kokusu. Jack sabunlu pencereye tekrar baktı, yazının değişmiş olduğunu görünce pek de gerçek anlamda şaşmadı.

O ZATEN ÖLDÜ, NE UĞRAŞIYORSUN?

(sürü kim şimdi?)

"Sensin, Richie," dedi Jack. "Ama yalnız sen değilsin." Richard, Jack'in kollarında horlama sesiyle itiraz sesi arası bir şey çıkardı. "Haydi," dedi Jack. Yürümeye başladı.
2

Jack Agincourt'a doğru yaklaşırken sabunlu cam daha büyüyormuş gibi göründü. Sanki kara otel ona kör, ama nefret dolu bir şaşkınlıkla bakıyordu.

Buraya girebileceğine gerçekten inanıyor, sonra da çıkabileceğini gerçekten umuyor musun, küçük çocuk? içinde o kadar Jason'luk olduğundan gerçekten emin misin?

Demin havada gördüklerine benzer kızıl kıvılcımlar sabunlu camın üzerinde oynaşıyordu. Bir an şekillendiler. Jack merakla baktı. Kıvılcımlar ateş cinleri oldular. Hepsi kapının pirinç tokmağına kaydı, orada toplandı. Kapının kulpu tavda demir gibi kor halinde parıldadı.

Haydi küçük çocuk. Dokun kulplardan birine. Denesene!

Jack bir zamanlar, altı yaşında bir çocukken, elini elektrik ocağının borusuna uzatmış, sonra düğmesini "hızlı"ya çevirmişti. Ocağın ne kadar çabuk ısınacağını merak etmişti. Bir saniye sonra parmağını çekti. Kabarmıştı bile parmağın ucu. Bir de çığlık atmıştı Jack. Phil Sawyer koşarak gelmiş bir bakmış, sonra oğluna, bu kendini yakma konusundaki sapık tutkunun ne zamandan beri başladığım sormuştu.

Jack kucağında Richard'la durmuş, kor halindeki kapı kulplarına bakıyordu. Haydi, küçük çocuk. Ocak nasıl yaktı, unuttun mu? Parmağım çekmeye vaktin olacak sanmıştın. Kırmızılık bir dakikadan önce başlamıyor nasılsa, diye düşünmüştün. Ama canın hemen yanmıştı, değil mi? Bu seferki nasıl olacak dersin, Jack? Yeni yeni kıvılcımlar kayıyordu kulplara doğru. Madenler erimeye başlayacak gibi bir renge dönüşmüştü. Eğer dokunursa sıvı maden eline gömülecek, etini yakacak, kanını kaynatacaktı. Acısı daha önce duyduklarının hiçbirine benzemeyecekti.

Kollarında Richard'la bir süre durup bekledi, Tılsım'ın tekrar kendisine sesleneceğim umuyordu. Ya da içindeki Jason kişiliğinin su yüzüne çıkmasını bekliyordu. Ama beyninde beliren annesinin sesi oldu.

Durmadan seni bir şeyin dürtmesi mi gerek, Jacky? Haydi bakalım, koca çocuk... bu seferkini kendi kendine yap. İstersen yapabilirsin. Her işini öteki mi yapmalı ?

"Peki, anne," dedi Jack. Biraz gülümsüyordu ama sesi korkudan titriyordu. "Senin hatırın için. İnşallah yanımda yanık merhemi vardır."

Uzandı, alev tokmaklardan birini kavradı.

Ama sıcak değildi! Bu iş baştan sona bir hayaldi. Kulp ılıktı ama... o kadar. Jack bastırırken bütün kulplardaki kırmızılık silindi. Kapıyı içeriye doğru ittiğinde Tılsım tekrar seslendi, tüylerini diken diken etti.

AFERİN! JASON! BANA! BANA GEL! Kollarında Richard'la adımını kara otelin yemek salonuna attı.
3

Eşiği aşarken hareketsiz bir kuvvetin varlığını hissetti... ölü eli gibi bir şey. Bu er*onu dışarıya doğru itiyprdu. Jack bastırdı, bir iki saniye sonra itilme duygusu sona erdi.

Oda pek de kararmk değil mi ama sabunlu camlar buraya monokron bir ışık veriyordu. Jack bundan hiç hoşlanmadı. Siste kalmış gibi, kör gibi hissetti kendini. Duvarların içinde, sıvaların çürümeye başladığı yerlerde kötü kokular vardı. Boş çağların ve ekşi karanlığın kokuları. Ama daha başka şeyler de vardı burada. Jack bunu biliyor, korkuyordu. Çünkü burası boş değil!

Ne gibi şeylerin var olduğunu bilmiyordu. Ama Sloat'un buraya girmeye asla cesaret edemediğini, başkalarının da girmeye kalkışmadıklarını biliyordu. Hava ağır ve tatsızdı. Ciğerlerine ağır ağır zehir dolar gibi oldu. Çevresindeki çeşitli katların, dehlizlerin, geçitlerin, gizli odaların, çıkmazların baskısını hissetti. Girift bir mezar gibiydi burası. Bir delilik vardı çevrede. Yürüyen bir ölüm, saçmalayan bir mantıksızlık. Jack bu kavramları ifade edecek kelimeleri belki bulabilir, belki de bulamazdı ama, seziyordu hepsini yine de... Ne olduğunu biliyordu. Kozmosun tüm Tılsım'larının kendisini bu kötülüklerden koruyamayacağını da biliyordu. Garip bir tören dansına başlamış gibiydi. Koreografisi yapılmamış bir dans. Kendi başınaydı.

Ensesini bir şey gıdıkladı. Jack elini oradan geçirdi, yan döndü Richard kucağında inledi.

Ağının ipliğinde sallanan kocaman, siyah bir örümcekti. Jack başını kaldırdı, ağı tavandaki vantilatörün kanatları arasında gördü. Kirli bir leke gibi. Örümceğin vücudu şişti. Jack onun gözlerini de görebiliyordu. Daha önce ömründe örümcek gözü gördüğünü hatırlamıyordu. Jack sallanan örümceğin çevresinden dönüp masalara doğru kaydı. Örümcek ipinin ucunda dönüp onu izledi.

"FİS HIRFIZ!" diye haykırdı birden Jack'e.

Jack de haykırdı, panik içinde Richard'ı olanca gücüyle kendine yasladı. Çığlığı yüksek tavanlı yemek salonunda yankılandı. İlerdeki gölgelerde kof bir metalik ses oldu, sonra birisi güldü.

"FİS HIRFIZ! FİS HIRFIZ!" diye bağırdı örümcek. Sonra birden ağına tırmandı, tavana doğru yükseldi.

603


Jack kalbi çarparak ilerledi, Richard'ı yemek salonunun masalarından birinin üzerine yatırdı. Çocuk bir daha inledi, sesi pek hafif çıktı. Jack onun giysilerinin altında iki çıkıntı hissedebiliyordu.

"Seni bir süre bırakmak zorundayım, dostum," dedi Jack.

Yukardaki gölgelerden aynı çığlık duyuldu: "... ona iyi... bakarım... sana da... fis hırfız... fis hırfız..." Karanlık, vızlayan bir minik gülüş duyuldu.

Masanın altındaki rafta katlanmış keten örtüler duruyordu. En üstteki iki üç tanesi küf içindeydi ama ortalarda o kadar kötü durumda olmayan bir tane de vardı. Jack onu alıp Richard'ın üstüne örttü, boynuna kadar çekti, dönüp uzaklaşır gibi oldu.

Örümceğin sesi yine duyuldu. ..."ona iyi bakarım... fis hırfız..."

Jack başını kaldırdı, örümceği göremedi. O soğuk gözleri düşünebiliyordu ama hayaldi tabii. Hepsi hayaldi. Gözünün önünde iç bulandına bir sahne canlandı: örümcek Richard'ın yüzünde! Dudaklarının arasından giriyor, bir yandan da fis hırfız, fis hırfız diye bağırıyor.

Örtüyü Richard'ın tepesine kadar çekip ağzını da kapatmayı düşündü ama, onu cesede benzetmeyi içinin götürmediğini farketti. Bir davetiye olurdu bu hemen hemen.

Tekrar Richard'ın başına döndü, orada durdu. Kararsızdı. Bu binadaki kuvvetler her ne ise, kararsızlığının onları çok sevindirdiğinin de farkındaydı... Onu Tılsım'dan uzak tutacak her şeyi desteklerdi onlar.

Elini cebine attı, iri, yeşil bilyeyi çıkardı. Öteki dünyada ayna olanını. Jack bu aynanın kötü güçlere karşı herhangi bir özel gücü olduğuna inanmak için hiçbir sebep göremiyordu ama... Diyar malıydı ne de olsa... İyi bir yerdi Diyar... Lânetli Topraklar hariç. Yaratılıştan iyi olan bir şeyin, herhalde kötülüğe karşı bir gücü olmalı, diyordu Jack.

Bilyeyi Richard'ın avucuna koyup parmaklarını kıvırdı. Richard'ın eli kapandı, sonra yavaşça açıldı.

Tepede bir yerden örümceğin pis gülüşü duyuldu.

Jack, Richard'ın üzerinde eğildi ve mırıldandı. "Elinde tut onu, Richie. Sıkı tut, ahbap."

"Bana., deme," dedi Richard mırıltı gibi. Ama eli yavaşça bilyenin üzerine kapandı.

"Sağol, Richie, yavrum," Jack, Richard'ın yanağını hafifçe öptü, sonra yemek salonunun çift kanatlı kapılarına doğru ilerledi. Alhambra gibi, diye düşündü. Yemek salonu orada bahçelere açılıyor, burada da suya. Çift kanatlı kapılar aynı.

İlerlerken o ölü elin kendisini yine ittiğini hissetti. Otel reddediyordu onu. Tekraf dışarı itmeye çalışıyordu.

Boşversene, dedi Jack içinden. Yoluna devam etti.

İten kuvvet çabucak yok oldu.

Jack yaklaşırken çifte kapılar, bizim başka yollanınız da vardır, diye fısıldadılar. Jack içerlerden o maden çınlama sesini tekrar durdu.

Sloat'dan korkuyorsun, diye fısıldadı çifte kapılar. Ama bu sefer ses yalnız onlardan gelmiyordu. Jack bütün otelin sesini duymaktaydı. Sen Sloat'dan korkuyorsun. Bir de kötü Wolflardan. O keçi gibi yaratıklardan. Aslında basketbol koçu olmayan basketbol koçlarından. Sen silahlardan, patlayıcılardan, sihirli anahtarlardan korkuyorsun. Biz burada böyle şeyler için hiç kaygılanmayız, küçük. Bunlar bize vız gelir. Morgan Sloat bir karıncadan başka bir şey değildir. Yirmi yıllık ömrü var. Bu bizim için bir soluk alıp vermenin süresidir. Biz kara oteldekiler yalnızca Tılsım'ı önemseriz. Tüm mümkün dünyaların nexus'unu. Sen buraya bir hırsız gibi geldin, bizim olan şeyi bizden çalmaya kalktın. Sana bir kere daha söylüyoruz. Senin gibi fis hırfızlar için başka yollarımız da var bizim. Direnirsen onların ne olduğunu öğrenirsin. Kendiliğinden anlarsın.
4

Jack kapının önce birinci kanadını, sonra ikincisini itti. Menteşeler kıvnlırken tatsız tatsız gıcırdadılar. Ne de olsa yıllardır ilk defa açılıyorlardı.

Kapıların gerisinde karanlık bir koridor vardı. Bu lobiye gidiyor diye düşündü Jack. Ve eğer burası gerçekten Alhambra gibiyse, merdivenlerden birinci kata çıkmam gerek.

O katta büyük balo salonunu bulacaktı. Almaya geldiği şey büyük balo salonunda olmalıydı.

Jack arkasına baktı, Richard'm kıpırdamamış olduğunu gördü, koridora adımını attı. Sonra kapıyı arkasından kapattı.

Koridorda ağır ağır ilerlemeye başladı. Yırtık, kirli pabuçları çürüyen hah üzerinde ıslak ıslak hışırdıyordu.

Biraz ilerde Jack yine çift kapılan gördü. Şurası Altın Salon, tam karşısındaki ise Madenciler Salonu olmalıydı. Beş adım daha ilerde, kapısında kuş resimleriyle Mendocino salonu vardı. Maun kapıya ANNEN BAĞIRA BAĞIRA ÖLDÜ diye yazılmıştı. Koridorun inanılmayacak kadar ilerisinde sulu bir ışık görünüyordu. Lobi. Klank.

Jack yıldırım hızıyla döndü, koridora açılan kapılardan birinde bir hareketin ışıltısını gördü.

(?taş mı?) (?gözetleyen kapılar mı?)

Jack gözlerini tedirgin tedirgin kırpıştırdı. Koridorun duvarları maun lambri kaplıydı. O tahtalar da çürümeye başlamıştı. Taş yoktu. Deminki üç salonun kapıları da kapıydı. Normal, dikdörtgen kapı. Gözetlemeyen cinsten. Ama Jack bir an için katedral kapısı gibi yuvarlak üstlü kapıların açıldığını görür gibi olmuştu. Bu kapı boşluklarında yukardan inen demir parmaklıklar vardı. Alt tarafı sivriydi parmaklık demirlerinin. Aç dişler gibi. Kapı indirildiği zaman o sivrilikler yerdeki deliklere girip oturuyordu. Taştan yuvarlak kapı falan yok, Jacky. Kendin bak. Kapı işte. Sen o yukardan inen kapılan Londra Kulesinde görmüştün. Yıllar önce annenle ve Tommy amcayla gittiğinizde. Biraz fitilliyorsun yalnızca, hepsi o kadar... Ama midesindeki bu duygu da yanılmaz bir şeydi. Ama gördüm onlan. Geçiş yaptım... biran için Diyar'daydım. Klank.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə