Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə44/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   55

Koşmaya başlamıştı gerçekten.

Richard, "Beni burada deniz tutarsa kafana kusacağım," diye güldü.

"Sana güvenebileceğimden eminim. Richie, yavrum!" Jack soluyup sırıttı.

"Burada... kendimi çok gülünç hissediyorum. Canlı bir polo deneği gibi."

"Öyle de görünüyorsundur herhalde, ahbap."

"Bana... ahbap deme," diye fısıldadı Richard. Jack'in sırıtması daha da genişledi. İçinden, ah, Richard, çok yaşa sen, diye düşündü.


4

"O adamı tanıyordun," diye fısıldadı Richard, Jack'in tepesinden.

Bu Jack'i sanki uykudan uyandırdı. Richard'ı sırtına alalı on dakika olmuştu. Bir mil kadar yol gitmişlerdi. Hava hâlâ tuz kokuyordu.

Raylar, diye düşündü Jack. Bu raylar benim talimin ettiğim yere mi gidiyor?

"Hangi adamı?"

"Kırban ve makinelisi olanı. Tanıyordum. Onu sık sık görürdüm."

"Ne zaman?" diye soludu Jack.

"Çok uzun zaman önce. Ben çocukken." Richard isteksiz bir sesle ekledi. "O garip dolap rüyasını gördüğüm zamanlarda falan." Sustu. "Ama o da rüya değildi, değil mi?"

"Yo, herhalde değildi."

"Evet. O kırbaçlı adam Reuel'in babası mıydı?"

"Sen ne dersin?"

"Şabasıydı," dedi Richard, yaslı yaslı. 'Tabii babasıydı."

Jack durdu.

"Richard, bu^raylar nereye gidiyor?"

"Biliyorsun nereye gittiğini." Richard'ın sesinde garip, boş bir sakinlik vardı.

"Evet... bildiğimi sanıyorum. Ama senden duymak istiyorum." Jack duraladı. "Senden duymaya ihtiyacım var herhalde. Nereye gidiyor?"

"Point Venuti denilen bir kasabaya." Richard'ın sesi yine ağlayacak gibiydi. "Orada büyük bir otel var. Senin aradığın o mu bilmem ama, sanırım o."

"Bence de," dedi Jack. Tekrar yola koyuldu. Richard'ın bacaklarını kendi kollarıyla tutuyor, sırtı ağrıya ağrıya rayları izliyordu. İkisini de, annesini kurtaracak sırrın bulunduğu yere götürecek olan o rayları.


5

Yürürlerken Richard anlattı. Babasının bu çılgın işlere bulaşması konusuna birdenbire girmedi. Çevresinde dolaşarak yaklaşmaya koyuldu.

"O adamı önceden tanıyordum," dedi. "Bundan hemen hemen eminim. Eve gelirdi. Bize. Hep arka kapıya gelirdi. Kapıyı çalmazdı. Vurmazdı da. Sanki... turnalardı kapıyı bir çeşit. İçim ürperirdi. Öyle korkardım ki, altıma yapacakmışım gibi gelirdi. Uzun boylu bir adamdı. Biliyorum, bütün büyükler çocuklara uzun boyluymuş gibi gözükür ama bu adam çok uzundu. Beyaz saçları vardı. Kara gözlük takardı çoğunlukla. Ayna merceklilerden de takardı bazen. Sunday Report gazetesinde hakkındaki yazıyı gördüğümde onu bir yerlerden tanıdığımı düşünmüştüm. Televizyonda o haber gösterilirken babam üst katta, masasında çalışıyordu. Ben televizyonun karşısında oturmaktaydım. Babam içeriye gelip ekranda neler olduğunu görünce neredeyse elindeki içkiyi düşürecekti. Sonra hemen kanal değiştirdi, Uzay Yolu dizisini açtı.

"Ama o zamanlar adam Sunlight Gardener adını kullanmıyordu. Yani eskiden, babamı görmeye geldiğinde... pek hatırlayamıyorum ama, Banlon muydu... Orlon muydu..."

"Osmond mu?"

Richard'ın gözleri parladı. 'Tamam, oydu. İlk adını hiç duymadım. Ama bir iki ayda bir falan gelirdi. Bazen daha da sık gelirdi. Bir ara her gece geldi. Bir hafta boyunca. Sonra altı ay görünmez oldu. O geldiğinde odama gider, kapımı kilitlerdim. Kokusundan hiç hoşlanmazdım. Bir tür koku sürünürdü... traş losyonu herhalde ama, kokusu ondan daha fazlaydı. Parfüm gibi. Ucuz parfüm. Ama onun altında da..."

"Altında on yıl yıkanmamış bir adam gibi kokuyordu, değil mi?"

Richard gözlerini iri iri açıp ona baktı.

"Ben de onu Osmond olarak tanıdım," diye anlattı Jack. Bunu daha önce de anlatmıştı. Hiç değilse birazını. Ama o zaman Richard pek dikkatli dinlememişti. Bu sefer dinliyordu. "New Hampshire'in Diyar karşılığında, yani onu Indiana'da Sunlight Gardener olarak tanımadan önce."

"O halde o... o şeyi de görmüşsündür."

"Reuel'i mi?" Jack başını iki yana salladı. "Reuel herhalde o sıra Lânetli Topraklardaydı. Birkaç radikal kobalt tedavisi uygulatıyor olmalıydı kendine." Jack yaratığın suratındaki iltihap akan yaralan, içindeki kurtlan düşündü. Kendi kızarık, şiş bileklerine baktı, ürperdi. "Reuel'i o son âna kadar hiç görmemiştim. Amerikalı ikizlisini ise hiç görmedim. Osmond gelmeye başladığında sen kaç yaşındaydın?"

"Dört falan sanıyorum. O... dolaptaki olay olmamıştı henüz. Ondan sonra adamdan daha da çok korkmaya başladım."

"Dolaptaki şey sana dokunduktan sonra mı?"

"Evet."


"O olay sen beş yaşındayken mi oldu?"

"Evet."


"İkimiz de beş yaşındayken."

"Evet. Artık beni indirebilirsin. Biraz yürürüm."

Jack onu indirdi. Sessizce yürüdüler. Başları eğikti. Birbirine bakmıyorlardı. Beş yaşındayken bir şey uzanmış, Richard'a dokunmuştu. Çocuklar altı yaşındayken.

(Altı, Jacky altı yaşındaydı)

Jack bir gün babasının Morgan Sloat'la bir yer hakkında konuştuklarını duymuştu. Jack'in Hayal ülkesi diye tanıdığı bir yer. Aynı yılın daha sonralarında bir şey karanlıktan uzanmış, ona da, annesine de dokunmuştu. Morgan Sloat'un sesinden başka bir şey değildi o uzanan. Morgan Sloat, Utah'ın Yeşil Nehir yöresinden sesleniyordu. Telefonla arıyordu. Hıçkırıklar içindeydi. Phil Sawyer ve Tommy Woodbine'la birlikte üç gün önce oraya ava gitmişlerdi. Üniversiteden arkadaşları Randy Glover o yıl yoktu. Utah'ın Blessington kentinde ftp- otel işletiyordu Randy. Genellikle o da onlarla birlikte ava çıkardı ama o yıl Karaip'lerde yatıyla gezintiye çıkmıştı. Aylardan Kasınrayıydı. Morgan telefonda Phil'in vurulduğunu söylüyordu. Başka bir avcının kurşunuyla vurulmuştu görünüşe göre. Tommy Woodebine'la ikisi onu dallardan yaptıkları bir sedyeye yatırmışlardı. Phil, Glover'in jipinde kendine gelmişti Morgan'ın anlattığına göre. Morgan'-dan, Jack'e ve Lily'ye sevgilerini iletmesini istemişti. Onbeş dakika sonra ölmüştü. Morgan o sıra jipi deliler gibi en yakın hastaneye sürüyordu.

Phil'i vuran Morgan değildi. Silâh patladığında üçünün bir arada bulunduğuna Tommy tanıktı gerekirse. Ama tabii gerekmemişti öyle bir şey.

Jack şu anda, yine de birini tutup cinayet işlettirmediğini söyleyemeyiz, diye düşündü. Belki olup bitenler hakkında Tommy amcanın da kendine göre kuşkulan vardı. O halde Tommy amca sırf Jack'le ölüm halindeki annesi korunmasız kalsın diye öldürülmemiş de olabilirdi. Belki Morgan, koca homo'nun durmadan Phil Sawyer cinayeti konusunda imâlarda bulunmasından bıkmış, geçen yılki trafik kazasını ayarlamıştı. Jack cildinin tiksintiyle büzüldüğünü hissetti.

"Babanla babam son kere birlikte ava gittiklerinde o adam sık geliyor muydu?" diye sordu Jack hırsla. "Jack, daha dört yaşındaydım..."

"Değildin. Altı yaşındaydın. Adam gelmeye başladığı zaman dörttün. Babam Utah'da vurulduğu zaman altıydın. Hem sen pek fazla şey unutmazsın, Richard. Babamın ölümü sıralarında geliyor muydu?"

"Bir hafta boyunca her gece gelişi o zamandı işte." Richard'ın sesi ancak duyulabiliyordu. "Av gezisinden hemen önce."

Bu olup bitenler Richard'ın kendi suçu değildi ama Jack kızgınlığına hakim olamıyordu. "Babam Utah'taki o av kazasında öldü, Tommy Amca Los Angeles'de ezildi. Babanın dostları arasında ölüm oram bir hayli yüksek, Richard."

"Jack..." Richard'ın sesi incecik ve titrekti.

"Gerçi olan oldu, geçen geçti, Richard... ama okulunun penceresini tıkırdattığımda sen bana deli dedin, Richard."

"Jack, sen hiç anlamıy..."

"Evet, herhalde anlamıyorum. Çok yorgundum. Bana yatacak yer verdin. Karnım açtı, bana yiyecek buldun. Harika. Ama en çok ihtiyaç duyduğum şey senin bana inanmandı. Biliyorum, bu kadannı beklemek de fazlaydı ama... hay Allah! Sözünü ettiğim adamın kim olduğunu biliyordun! Daha önce de babanın hayatına bulaştığının farkındaydın! Oysa bana, sen Seabrook adasının güneşinde fazla kalmışsın, falan filan dedin, ikimiz daha iyi dostuz sanırdım, Richard."

"Hâlâ anlamıyorsun."

"Neyi? Seabrook adasından çok korktuğun için bana birazcık bile inanmadığını mı?" Jack'in sesi güceniklikle titriyordu.

"Yo, daha fazlasından korkuyordum."

"Ya, öyle mi?" Jack durup Richard'ın sefil solgun suratına baktı. "Mantıklı Richard başka neden korkabilir?"

"Korkuyordum," dedi Richard çok sakin bir sesle. "Bu gizli şeyler hakkında biraz daha çok şey bilirsem... bu Osmond denilen adam, ya da o dolapta olan şey hakkında daha çok şey bilirsem... babamı artık sevemeyeceğimden korkuyordum. Haklıymışım da."

Richard incecik, kirli parmaklarını yüzüne kapadı, ağlamaya başladı.
6

Jack durup Richard'ın ağlayışına baktı, kendi budalalığına kızdı. Morgan nasıl biri olursa olsun, yine de Richard Sloat'un babasıydı. Richard'ın parmaklarında, yüzünün kemiklerinde Morgan'ın hayali dolaşır gibiydi. Unutmuş muydu bunları? Hayır... ama bir an için Richard konusunda uğradığı hayal kırıklığı esir almıştı ruhunu. Sinirli oluşu da rol oynamıştı. Tılsım çok, çok yakındaydı artık. Jack onu sinir uçlanyla hissediyordu. Tıpkı bir atın çölde su kokusunu alışı gibi. Bu sinirliliği başka türlü tepkiler göstermesine yol açıyordu.

Üstelik bu çocuk senin en iyi arkadaşın, Jacky... siniHisin ama Ric-hard'ı hırpalama. Hasta zavallı... belki farkında değilsin ama...

Elini uzattı. Richard onu itmeye çalıştı. Jack çekilmedi. Richard'ı tuttu, ona sarıldı. İkisi boş rayların ortasında bir süre öylece durdular. Richard'ın başı Jack'in omzundaydı.

"Dinle," dedi Jack garip bir sesle. "Çok fazla kaygılanmamaya çalış... biliyorsun... her şeye... boş ver şimdilik, Richard. Suyun akıntısına bırak kendini!" Ne budalaca sözlerdi bunlar! Kanseri olan birine, üzülme, yakında televizyonda Yıldız Savaşları başlayacak, eğlenirsin, demek gibi bir şeydi.

'Tabii," dedi Richard. Jack'den ayrıldı. Yaşlar kirli suratında çizgi çizgi izler bırakmıştır-Eliyle gözlerini sildi, gülümsemeye çalıştı. "Her şey iyi olacak, her şey iyi olacak..."

"Ve her türlü şey de iyi olacak," diye ona katıldı Jack. Birlikte bitirdiler, birlikte güldüler, her şey yoluna girdi.

"Yürü, gidelim," dedi Richard.

"Nereye?"

"Senin Tılsım'ını almaya. Anlattıklarına bakılırsa, Point Venuti'de olmalı. Önümüzdeki ilk kasaba orası. Yürü, Jack, gidelim. Ama yavaş yürü... sözlerim daha bitmedi."

Jack ona merakla baktı, sonra ağır ağır yürümeye başladılar.
7

Artık baraj yıkılmış, Richard hatırlamaya başlamıştı. Beklenmedik bir bilgi yağmuru saçıyordu. Jack baştan beri, bilmediği parçalardan oluşan bir bilmeceyi çözmeye çalışmakta olduğunu anladı. Eksik bilgilerin hepsi Richard'da vardı. Richard daha önce de gelmişti bu askeri kamp benzeri yere. Birinci bilgi oydu. Orası Richard'ın babasına aitti.

"Aynı yer olduğundan emin misin, Richard?" diye sordu Jack kuşkuyla.

"Eminim. Öteki taraftayken bile biraz tanıdık gelmişti zaten bana. Buraya geçiş yaptığımızda... emin oldum."

Jack başını salladı. Başka ne yapabileceğini bilemiyordu.

"Point Venuti'ye gelir kalırdık. Kampa gelmeden önce hep oraya gelirdik. Tren yolculuğu çok keyifli bir geziydi benim için. Kaç çocuğun babası özel demiryolu sahibidir ki?"

"Pek çok değil," dedi Richard. "Herhalde Diamond Jim Brady'nin ve daha birkaç kişinin özel treni olabilir ama, onlar baba mı, değil mi, bilemiyorum."

"Benim babam onların düzeyinde değildi," derken Richard biraz gülüyordu. Jack içinden, Richard, yavrum, çok şaşırabilirsin, diye düşündü.

"Point Venuti'ye, kiralanmış arabayla, Los Angeles'den gelirdik. Kaldığımız bir motel vardı. Babamla ben, ikimiz." Richard sustu. Gözleri sevgiyle sislenmişti. "Sonra... bir süre orada kaldıktan sonra... babamın trenine biner. Hazırlık Kampı'na giderdik. Küçük bir trendi." Jack'e baktı, şaşırmış göründü. Bizim bindiğimiz gibi bir şeydi herhalde." "Ya Hazırlık Kampı?"

Richard onu duymamış gibiydi. Paslı raylara bakıyordu. Burada sağlamdı raylar. Ama Richard herhalde deminki kıvrık yerleri hatırlıyordu. Bazı yerlerde rayların uçları iyice havaya kalkmıştı. Kıvnlmıştı. Kopuk gitar telleri gibi. Jack o rayların herhalde Diyar'da iyi durumda olduğunu düşündü. Sevgiyle bakılıyor, korunuyorlardı orada.

"Bak şurada bir dekovil hattı varmış." dedi Richard. "Babam onun bin dokuzyüz otuzlarda çalıştığını söylerdi. Mendocine Belediyesi Kırmızı Hattı. Belediyenin malı değilmiş. Özel bir şirketinmiş. İflâs ettiklerinde... yani California... biliyorsun..."

Jack başını evet anlamında salladı. California'da herkes otomobil sürüyor, bir yerden bir yere arabayla gidiyordu. "Richard, neden anlatmadın bana bu yeri?"

"Babamın sana asla söylemememi istediği şeylerden biri buydu. Sen de, annenle baban da, bizim arasıra tatile Kuzey California'ya geldiğimizi biliyordunuz. Onun ziyanı yok ama, treni ve Hazırlık Kampını duymasınlar, diyordu. Söylersem Phil'in kızacağını, çünkü bunun bir sır olduğunu söylüyordu."

Richard durakladı.

"Söylersem bir daha beni asla getirmeyeceğini söylüyordu. Ortak oldukları için sanıyordum. Ama herhalde daha başka nedenleri varmış.

"Dekovil hattı, otomobiller ve otoyollar yüzünden iflâs etmiş." Richard düşünceliydi. "İşte beni götürdüğün yerde asıl o önemliydi, Jack. Garip bir yerdi ama, hidrokarbon kokusu yoktu. Bu konuda daha uzun süre konuşabilirim."

Jack yine başını salladı, bir şey söylemedi.

"Dekovil şirketi sonunda hattı tümüyle satmış. Bir emlâk şirketine satmış. Onlar da bura halkının kıyıdan içerlere doğru yayılacağını sanarak almışlar. Ama öyle bir şey olmamış."

"Sonra da baban satın almış."

"Evet, herhalde. Aslında bilmiyorum. Hattı satın alması konusunda pek konuşmazdı. Dekovil yerine gerçek demiryolu hattı döşeyişini de anlatmazdı."

Büyük bir iş olmuş olmalı, diye düşündü Jack. Sonra cevher kuyularını hatıdadı. Morgan Sloat'un elinde sınırsız esir-emek gücü vardı.

"Normal hat döşettiğini biliyordum ama, bakıp kendi gözümle gördüğüm için biliyordum- Dekovil değildi hatlar."

Jack eğildi. Evet, rayların içindeki çifte çentiği görebiliyordu. Eski dekovil, traverslerin iç kısmındaki çentiklere döşenmişti.

"Küçük kırmızı bir treni vardı," dedi Richard hülyalı bir sesle. "Bir lokomotif, iki de vagon. Dizel yakıtıyla çalışırdı. Babam ona güler, çocuklarla erkekleri birbirinden ayıran tek şeyin, oyuncaklarının fiyatı olduğunu söylerdi. Point Venuti'nin üzerindeki tepede eski bir dekovil istasyonu vardı. Kiraladığımız arabayla oraya çıkar, parkeder, trene binerdik. İstasyonun eski eski koktuğunu hatırlıyorum. Ama kötü bir koku değildi. Güneşli bir yerdi. Tren orada olurdu. Babam da... "Hazırlık Kampı yolcuları, trene, Richard!" derdi. "Biletin hazır mı?" Trende ya limonata, ya buzlu çay bulunurdu. Kabinde otururduk. Bazen babam arkaya bir şeyler yüklemiş olurdu ama biz önde otururduk ve... ve..."

Richard zorlukla yutkundu, elini gözünün önünden geçirdi.

"İyi günlerdi," diye bitirdi sözlerim. "Bir o, bir de ben. Hoştu."

Çevresine bakındı. Gözlerinde yaşlar parlıyordu.

"Hazırlık kampında treni çevirecek bir pist vardı," dedi. "O günlerde. Eski günlerde."

Boğazından korkunç, boğulur gibi bir hıçkırık yükseldi.

"Richard..."

Jack ona dokunmaya çalıştı.

Richard onun elini silkti, bir adım uzaklaştı, yanaklanndaki yaşlan elinin tersiyle sildi.

"O kadar büyük değildim o zaman," diye gülümsedi. Ya da gülümsemeye uğraştı. "O zaman hiçbir şey büyük değildi, Jack."

"Değildi," dedi Jack de. Kendisinin de ağlamakta olduğunu farketmiş-ti.

Ah, Richard. Ah Tanrım!

"Evet," diye gülümsedi Richard. Çevredeki ormanlara bakıp kirli ellerinin tersiyle gözyaşlannı bir daha sildi. "O zaman hiçbir şey büyük değildi. Eski günlerde, biz çocukken... Hepimiz California'da yaşarken ve hiç kimse başka yerde yaşamazken."

Jack'e baktı, gülümsemeye çalıştı.

"Jack, yardım et bana," dedi. "Ayağımı tuzağa sıkışmış gibi his... hissediyorum ve... ben... ben..."

Richard dizüstü kapaklandı, saçları yorgun yüzüne döküldü, Jack yamna çömeldi... fazlasını size anlatmaya gönlüm nasıl dayansın... işte, birbirlerini avuttular... ellerinden geldiği kadar. Bunu kendi acı tecrübelerinizden de bilirsiniz herhalde. Bu avutmalar hiçbir zaman yeterli olmaz.
8

"Çit o zaman yeniydi," dedi Richard tekrar yola koyulabildiklerinde. Tuzlu hava daha belirgindi artık. "Bunu hatırlıyorum. Levhada da HAZIRLIK KAMPI diye yazılıydı. Atlanacak engeller vardı, tırmanılacak ipler vardı, tutunup sallanılacak ipler de vardı. İkinci Dünya savaşı filmlerindeki kamplara benzer bir yerdi. Adamların hepsi şişmandı. Hepsi bir örnek giyinirdi. Gri eşofman. Göğsünde küçük harflerle Hazırlık Kampı diye bir yazı. Pantolonun iki yanı kırmızı şeritli. Hepsi her an kalp krizi geçireceklermiş gibiydi. Bazen gece kalırdık. Bir iki keresinde bütün hafta sonu kaldık. Kışlada değil. Orası form tutturmak isteyenlerin yeriydi."

"Yapmaya çalıştıkları eğer oysa."

"Evet, doğru. Yapmaya çalıştıkları oysa. Her neyse, biz bir çadırda kalıyorduk. Kamp yataklarında yatıyorduk. Müthişti!" Richard yine özlemle gülümsedi. "Ama sen haklısın, Jack... oradakilerin hepsi form tutturmak isteyen iş adamlarına benzemiyordu. Ötekiler..."

"Ötekiler nasıldı?" diye sordu Jack alçak sesle.

"Bazıları... çoğu, öteki dünyadaki o kıllı yaratıklar gibiydi." Richard öyle alçak sesle konuşuyordu ki, Jack duyabilmek için kulaklarını dikmek zorunda kalıyordu. "Wolf lan demek istiyorum. Yani... biraz normal insana benziyorlardı ama pek de fazla değil. Çok... kaba bir görünüşleri vardı. Anlıyor musun?"

Jack başını salladı. Anlıyordu.

"Gözlerine yakından bakmaktan korktuğumu hatırlıyorum. Arasıra gözlerinde garip ışıklar parıldardı. Beyinleri yanıyormuş gibi. Ötekilerin bazıları..." Richard'ın gözlerine anlamış gibi bir ifade geldi. "Ötekilerin bazıları sana anlattığım o basketbol koçuna benziyorlardı. Hani deri ceket giyip sigara içenine."

"Bu Point Venuti ne kadar uzakta. Richard?"

'Tam bilmiyorum. Ama iki saatte falan gidiyorduk. Tren de hiç hızlı sayılmazdı. Koşan bir adamın «iızındaydı belki. Hazırlık kampı yirmi milden fazla olamaz. Belki daha bile az."

"O halde belki onbeş milimiz kaldı. Belki de o kadar bile değil Şeye..."

(Tılsım 'a)

"Evet, öyle."

Jack güneş kararırken başını kaldırıp baktı, bulutların geldiğini gördü. Isı birden beş derece düşmüş gibi oldu, ortalık matlaştı, kuş sesleri sustu.


9

İlk işareti Richard gördü. Basit bir tahta levhaya, beyaz üzerine siyah harflerle yazı yazılmıştı. Rayların solundaydı. Direğe sarmaşık sarılmıştı. Uzun zamandır orada olduğu belliydi. Ama yazının ruhu bugüne uyundu: İYİ KUŞLAR UÇAR, KÖTÜ ÇOCUKLAR ÖLÜR. EVE DÖNMEN İÇİN SON ŞANS: DÖN EVİNE.

"Sen dönebilirsin, Richie," dedi Jack. "Bence hava hoş. Senin gitmene izin verirler. Tehlikeli olmaz. Bu iş senin için değil."

"Bence galiba benim de işim," dedi Richard.

"Seni buna ben sürükledim."

"Hayır. Babam sürükledi. Kaderimiz sürükledi. Ya da Tanrı. Ya da Jason. Her kimse. Ben de gitmiyorum."

"Pekâlâ," dedi Jack. "Devam edelim."

Levhayı geçerlerken Jack ayağını uzattı, bir Kung-Fu tekmesiyle direği devirdi.

"Aferin, ahbap," dedi Richard. Biraz gülümsüyordu.

"Sağol. Ama bana ahbap deme."


10

Richard yine dalgın ve yorgun görünmeye başlamıştı ama, yol boyu bir saat konuştu durdu. Büyük Okyanusun gittikçe kuvvetlenen kokusuna doğru gidiyorlardı. Richard bir yığın am anlattı. Hepsini yıllardır içinde tutmuştu. Jack yüzünden belli etmemekle birlikte çok şaşkındı. Bu yalnız çocuk için içinde büyük bir acıma duygusu kabarmıştı. Babasının sevgisinden bir kırıntı kazanmak için ne kadar da uğraşmıştı! İstemeyerek bunları açıklıyordu Richard. Jack dönüp arkadaşının solgun rengine baktı. Yanak-lanndaki, alnındaki, ağzınm çevresindeki yaraları gözden geçirdi. O çekingen, fısıltılı sesi dinledi ve içinden, iyi ki Morgan Sloat benim babam değildi diye şükretti.

Richard, Jack'e rayın bu kesiminde hatırladığı yol işaretlerini anlattı. Bir yerde, ağaçların tepesinden bir ambarın damını gördüler. Damın üzerinde solmuş bir sigara reklâmı vardı.

Richard gülümseyerek, "Yirmi harika tütünden nefis dumanlar çıkar," dedi. "Ama o günlerde ambarın tamamı görünüyordu."

Çift tepeli ulu çamı gösterdi. Onbeş dakika sonra, "Şu tepenin ardında kocaman bir kaya vardı, kurbağaya benziyordu," dedi. "Bakalım hâlâ orada mı!"

Oradaydı. Kurbağaya da gerçekten benziyordu. Biraz. İnsan hayalini zorlarsa. Belki üç yaşında olmanın da katkısı vardı. Ya da dört. Ya da yedi. Richard o sıra kaç yaşındaysa.

Richard demiryoluna bayılıyordu. Hazırlık Kampına da tutkundu. Ama Point Venuti'yi sevmiyordu. Biraz kendini zorlayınca, kaldıkları motelin adını bile hatırladı. Kingsland Motel. Jack bu adın kendisini hiç şaşırtmadığını farketti.

Kingsland Motel, diyordu Richard. Babasının çok ilgi gösterdiği o eski otelin biraz ilerisindeydi motel. Richard pencereden baktığında eski oteli görebiliyordu. Hiç de sevmiyordu orayı. Koskocaman, eski ve harap bir yerdi. Kovukları, oyukları, kuleleri, garip biçimli, pirinç rüzgâr gülleri! Rüzgâr olmasa da döner dururdu rüzgâr güllerinin tepesindeki pirinç kuşlar. Pencerede durup onların dönüşünü seyrettiğini hatırlıyordu. Kimi kuş, kimi ay, kimi Çin simgeleriydi. Okyanus köpürürken onlar güneşte göz taparlardı.

"Boş muydu bina?" diye sordu Jack. "Evet. Satılıktı." "Adı neydi?"

"Agincourt." Richard durdu, çocukça bir söz ekledi. "Siyahtı. Tahtadandı ama taş gibi duruyordu. Eskimiş kara taşlar gibi. Bu yüzden babamla arkadaşları oraya Kara Otel diyorlardı?"


11

Jack bu seferki soruyu kısmen Richard'ı oyalamak için sordu. "Baban o oteli satın aldı mı? Hazırlık Jcampını aldığı gibi onu da aldı mı?"

Richard biraz düşündü, sonra evet anlamında başını salladı. "Evet," dedi. "Sanıyorum^ldı. Bir süre sonra. Oraya ilk gitmeye başladığımızda, otelin kapısında satılık levhası vardı. Ama bir gidişimizde göremedim."

"Ama orada hiç kalmadınız, öyle mi?"

"Yok canım," diye ürperdi Richard. "Beni oraya ancak zincirle çekerek sokabilirdi... belki yine de girmezdim."

"İçine hiç mi girmedin?"

"Hayır. Hiç girmedim, hiç de girmeyeceğim."

Ah, Richie, dostum, sana asla asla dememek gerektiğini öğretmediler mi?

"Baban da mı? O da mı hiç girmedi?"

"Bildiğim kadarıyla girmedi," dedi Richard en bilgiç sesiyle. İşaret parmağı burnunun kemerine yükseldi, gözlüğünü yukarı itecekmiş gibi oldu ama gözlük falan yoktu. "İçeri hiç girmediğine bahse girmeye bile hazırım. Oradan benim kadar o da korkuyordu. Benim için konu yalnızca korkuydu. Ama babam için, o kadarla kalmıyordu sanıyorum. Babam..."

"Evet?"

Richard isteksiz bir sesle, "Babam orayı bir tutku haline getirmişti," dedi. "Öyle sanıyorum."



Richard sustu. Gözleri dalgın, eski günleri düşünüyordu. "Her gün gidip binanın karşısında dururdu. Yani Point Venuti'ye geldiğimiz zamanlar. Hem bir iki dakika da değil. Üç saat falan dururdu. Bazen daha da uzun. Genellikle yalnız giderdi oraya. Ama her zaman değil. Babamın... garip dostları vardı." "Wolflar mı?"

"Sanıyorum." Richard'ın sesi hemen hemen kızgın çıkmıştı. "Evet, sanıyorum bazıları Wolf olabilir... ya da adlan her neyse. Elbiselerinin içinde rahatsız gibiydiler. Hep kaşınıyorlardı. İnsanların kaşımaması gereken yerlerini kaşıyorlardı. Bazıları da basketbol koçuna benziyordu. Katı ve gaddar adamlardı. Hazırlık Kampında gördüklerimden bazıları da gelirdi. Bak, sana bir şey söyleyeyim, Jack... o adamlar o binadan öyle korkuyorlardı ki... babamdan bile çok korkuyorlardı. Yanma yaklaştıkça büzülüyorlardi korkudan."

"Ya Sunlight Gardener? O hiç gelmiş miydi?"

"Hı-hu," dedi Richard. "Ama Point Venuti'ye geldiğinde... ötede gördüğümüz adama daha çok benziyordu."

"Osmond'a mı?"

"Evet. Ama onlar pek sık gelmezdi. Genellikle babam yalnız giderdi. Bazen ya lokantadan, ya motelden, kendisine sandviç hazırlayıp paket yapmalarını isterdi. Sokak kanepesine oturur, otele baka baka yemeğini yerdi. Ben Kingsland'da lobinin penceresinden babamın otele bakışını seyrederdim. Öyle zamanlarda yüzünü hiç sevmezdim. Korkuyormuş gibiydi. Ama bir bakıma... zevkleniyormuş gibiydi de."

"Zevklenmek, ha?" dedi Jack.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə