Stephen King ve Peter Straub Cilt1 Tılsım



Yüklə 2,72 Mb.
səhifə46/55
tarix26.03.2018
ölçüsü2,72 Mb.
#34420
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   55

Tılsım biliyordu Jack'in o rüzgâr gülünü gördüğünü.

Point Venuti belki hem Kuzey hem de Güney Amerika'nın en yozlaşmış, en tehlikeli yeri olabilir, diye düşündü Jack. Ama yine de kendisinin Agincourt oteline girmesine engel olamayacaktı. Richard'a döndü. Kendini bir aydan beri yalnızca dinlenip egzersiz yapmışçasına enerjik hissetmişti bir anda. Arkadaşının durumuna karşı duyduğu şoku yüzünde göstermemeye çalıştı. Richard da engel olamazdı ona. Mecbur kalırsa zorla iterdi Richard'ı o otelden içeri. Zor durumdaki arkadaşının, tırnaklarını saçlarının arasından geçirişine, şakaklarını, yanaklarını kaşıyışına baktı.

"Bu işi yapacağız, Richard," dedi. "Biliyorum, yapacağız. Kafamıza neler atarlarsa atsınlar, karşımıza ne çılgınlıklar çıkarırlarsa çıkarsınlar, yapacağız."

"Dertlerimizin bizimle başlan derde girecek..." Richard farkında olmadan Dr. Seuss'un bir sözünü tekrarlıyordu. Durakladı. "Ben başarabilir miyim, bilemiyorum. Doğrusu bu, Jack. Ayak üstünde bir ölü gibiyim." Jack'e acılı bakışlarla baktı. "Ne oluyor bana, Jack?"

"Bilmiyorum ama bu olanları nasıl durdurabileceğimizi biliyorum." İçinden, inşallah bu doğrudur, diyordu.

"Bunu bana babam mı yapıyor?" diye sordu Richard sefil bir sesle. Ellerini şiş suratı üzerinden kaydırdı. Sonra gömleğini pantolonunun içinden çekti, karnındaki kızarıklıklara baktı. Şişlikle dolu alan, Oklahoma haritası biçimindeydi. Belinden başlıyor, iki yanından yukarı, hemen hemen boynuna doğru uzamyordu. "Bir tür virüs hastalığı gibi. Babam mı verdi bu hastalığı bana?"

"Bilerek yaptığını sanmıyorum, Richie," dedi Jack. "Bunun bir anlamı varsa tabii."

"Yok," dedi Richard.

"Hepsi geçecek. Seabrook Adası ekspresi yolun sonuna geldi artık." Richard onun hemen yanındaydı. Jack bir adım attı, Cadillac'ın kuyruk ışıklarının bir yanıp bir söndüğünü gördü, sonra araba öne doğru kaydı, görünmez oldu.

Bu sefer süpriz saldın yapamayacaklardı. Cephane yüklü trenle bir çiti yarıp orta yere dalamayacaklardı. Ama Point Venuti'de herkes onlann geleceğini biliyor olsa bile, yine de yoluna devam etti Jack. Kendini zırh kuşanmış, sihirli kılıç taşıyor gibi hissetmekteydi. Point Venuti'de kimsenin ona zarar verecek gücü yoktu. En azından, Agincourt oteline vannca-ya kadar yoktu. Yanında Mantıklı Richard'la birlikte, geliyordu Jack. Her şeyi iyi olacaktı. Üç adım daha atmadan, Tılsım'ın şarkısına uyan kaslan onun kendini savaşa giden bir şövalye gibi hissetmesini sağladı. Annesinin filmlerinden gelen bir hayele uydurmuştu kendini. Sanki at üstündeydi. Başmda geniş kenarlı bir şapka, kalçasında bir silâhı vardı. Bu kasabayı temizlemeye gidiyordu.

İdam Kentine Son Tren'âi filmin adı. Hatırlıyordu. Baş rollerde Lily Cavanaugh, Clint Walker ve Will Hutchins vardı. 1960 yapımı. Öyle olsun bakalım, diye düşündü.
2

Dört beş Diyar ağacı ilk boş binaların yanında topraktan kurtulmak için mücadele verdiler. Belki hep oradaydılar, belki de değildiler. Jack demin baktığında onlan gördüğünü hatırlamıyordu. Ama o ağaçları görmemek, sürü halindeki Vahşi köpekleri görmemekle birdi. Köklerinin toprakta kıpırdayışını dinleyerek depoya doğru, yanında Richard'la yaklaştı.

(Bizim çocuk! BİZİM Çocuk.'"

"Yolun karşı tarafına geçelim," dedi Richard'a. Ona yardım etmek için elini uzattı.

Karşı tarafa vardıkları anda Diyar ağaçlarından biri gözle görülebilecek biçimde uzandı. Köklerini de, dallarını da uzatıp onları yakalamak ister gibi davrandı. Çıtırdayan dal ve yılan gibi kök, orta çizgiyi oluşturan san boyanın, sonra da asfaltın ikinci yarısının üzerinden aşıp çocuklara doğruldu. Jack soluyan Richard'ı dirseğinden yakaladı, sonra kolundan kavradı, hızla çekti.

(BENİM BENİM BENİM BENİM ÇOCUK O! EVEETTTT!) Yırtılma sesine benzer bir ses havayı doldurdu, Jack bir an için Orris'li Morgan'ı geçiş yapıyor sandı. Buraya geçip karşısında Morgan Slo-at oluvermesini bekledi. Elinde bir makineliyle, alev makinesiyle, ateşte kızdırılmış kerpetenle, reddedilemeyecek son teklifini yapan Morgan Slo-at... ama Richard'ın öfkeden kuduran babasının yerine, Diyar ağacının tepesi yolun orta yerine çarptı, dallan üzerinde bir kere sekti, ölü bir hayvan gibi yana yuvarlandı.

"Ah, Tannm," dedi Richard. "Bizi kovalamak için yerinden çıktı."

Jack de tam bunu düşünüyordu. "Kamikaze ağaç," dedi içinden. "Galiba Point Venuti'de işler kızışacak."

"Kara otel yüzündem mi?"

'Tabii... ama Tılsım yüzünden de." Başını çevirince on metre kadar ilerde ikinci bir diyar ağacı gördü. Etobur ağaçlardan biri daha. Düzen karmakarışık olmuştu burada. İyiyle kötü, akla kara birbirine kanşmış gibiydi

Jack konuşarak yaklaşırken gözlerini ağaç kümesinden hiç ayırmıyordu. En yakındaki ağacm dallarım onlara doğru eğişini, sesini duymuş kadar kesinlikle bilinçlendirdi.

Belki de bu kasaba baştan sona kocaman bir Oatley'dir, diye düşünüyordu Jack. Belki buna rağmen başaracaktı yine de. Ama ilerde öyle bir tünel görürse asla girmezdi. Jack Sawyer. Elroy'un Point Venuti kopyasıy-la karşılaşmayı hiç mi hiç istemiyordu.

"Korkuyorum," dedi Richard arkasından. "Jack, ya başka ağaçlar da topraktan çıkarsa öyle?"

"Biliyor musun, ağaçlar hareketli bile olsa, pek uzağa gidemediklerini gözlemledim. Senin gibi bir şapşal bile herhalde bir ağaçtan kaçmayı başarır."

Yolun son dönemecini alıyorlardı. Ambarlan geçmiş, yokuş aşağı inmekteydiler. Tılsım sesleniyor, sesleniyordu. Jack sonunda virajı kıvrıldı, Point Venuti'nin geri kalan kısmını karşısında gördü.

İçindeki Jason kimliği yoluna devam ettiriyordu onu. Point Venuti belki bir zamanlar sevimli bir tatil kasabası olabilirdi ama o günler çoktan gerilerde kalmıştı. Artık Point Venuti'nin kendisi bir Oatley tüneli olmuştu. Ve Jack de onun içinden geçmek zorundaydı. Yolun çatlak, parça parça yüzeyi, Diyar ağaçlarıyla çevrelenmiş yangından çıkma kulübe enkazlarının arasından geçmekteydi. Bu evlerde, fabrikaların işçileri yaşamış olmalıydı. Bir iki tanesi biraz sağlamca kalmış, hepsinin ne mene evler olduğunu gösteriyordu. Yanmış otomobillerin çarpılmış karkasları orada burada yatıyordu. Hepsini ot bürümüştü. Açık duran temellerde Diyar ağaçlarının kökleri yavaş yavaş kıpırdamaktaydı. Kararmış tuğla ve tahtalar çarpılmıştı. Kırılmış banyo küvetleri, borular... enkaz. Jack'in gözüne beyaz bir parıltı ilişti ama köklerin altındaki bir iskeletin kemiği olduğunu anlayınca hemen başını çevirdi. Bir zamanlar çocuklar bisiklete binerlerdi bu sokaklarda. Ev kadınları mutfaklarda bir araya gelir, ücretlerden, işsizlikten yakınırlardı. Erkekler bahçe yollarında arabalarım siler, cilalarlardı. Hepsi gitmiş, yok olmuştu artık. İlerdeki bahçede devrilmiş bir bahçe salıncağı duruyordu. Pas içindeydi. Otların ve çöplerin arasından bacaklan havaya uzanmaktaydı.

Kasvetli gökyüzünde kızılımsı ışıklar göz kırpıp sönüyordu.

Yanık evlerin bulunduğu iki blokluk alanın alt tarafında, bir boş kavşakta ölü bir sokak lambası asılı duruyordu. Onun berisindeki binanın duvannda AY! OY! ANNEMİ ÇAĞIRIN! sözleri okunuyor, bir vitrinde bir otomobilin ucu görünüyordu. Yangın buradan öteye yayılmamıştı ama Jack keşke yayılsaydı diye geçirdi içinden. Point Venuti zaten çürümektey-di. Yangın çürümekten iyiydi yine. Yansı kopmuş bir ilânın asıldığı ilk dükkân bir kitapçıydı. TEHLİKELİ GEZEGEN KITABEVI. Sonra Çay ve Sempati çayhanesi, Ferdy'nin sağlık besinleri dükkânı. Jack pek azının adını okuyabiliyordu. Çoğunun boyaları çoktan soyulmuştu. Dükkânlar kapalıydı. Tıpkı fabrikalar ve depolar gibi terkedilmişti. Jack durduğu yerden vitrinlerin kırılmış olduğunu görüyordu. İçleri kara karaydı. Kaburgaları sayılan çıplak birieadın, otelin tepesindeki rüzgâr gülü gibi ağır ağır dönüyordu çöplü sokakta. Sarkık memeleri, kasık tüyleri vardı. Yüzü turuncuya boyanmış, saçları da turuncuydu. Jack olduğu yerde durdu, boyalı suratlı deli kadının kollarını kaldınşmı, bedenini döndürüşünü, sol ayağıyla bir köpek leşine tekme atışını ve o pozda heykel gibi donuşunu seyretti. Point Venuti'nin amblemiymiş gibi o pozda kalmıştı kadın. Ayağı yavaş yavaş yere inip bastı, vücudu olduğu yerde yavaşça döndü.

Kadını geçtiklerinde yine boş dükkânlar gördüler. Derken ana cadde, ailelerin yaşadığı bir caddeye dönüştü. Yani eskiden ailelerin yaşadığı. Binaların boyaları yine döküktü. Ufacık, iki katlı evler belli ki bir zamanlar beyazdı ama, şimdi duvarları yazılarla doluydu. Gözüne bir yazı ilişti: ŞİMDİDEN ÖLÜSÜN diye yazılmıştı. Çoktan beri var gibiydi o yazı duvarda.

JASON; SANA İHTİYACIM VAR, diye seslendi Tılsım. Kullandığı dil konuşma dilinin hem üstünde, hem altındaydı.

"Yapamam," diye fısıldıyordu Richard yanıbaşında. "Jack, biliyorum yapamayacağımı."

Bir dizi boyalan soyuk evden sonra yol yine yokuş aşağı inmeye başladı. Jack iki siyah Cadillac limuzin'in kuyruklannı gördü. Ana caddenin iki yanındaydılar. Burunlan yokuş aşağı çevrilmiş, motorlan çalışır durumdaydı. Derken kara otelin üst kısmı Cadillac'lann ve sefil evlerin arkasından ortaya çıktı. Son tepenin ardında, havada uçuyor gibiydi. "Oraya giremem," diye tekrarladı Richard.

"Ben daha şu ağaçlan sağ salim geçebileceğimizden bile emin değilim," diye karşılık verdi Jack. "Acele etme, Richard."

Richard garip bir ses çıkardı. Jack onun ağlamakta olduğunu bir saniye sonra anlayabildi. Kolunu Richard'm omzuna attı. Manzaraya o otel egemendi. Orası kesindi. Otel, Point Venuti'nin sahibiydi. Üzerindeki havanın da, altmdaki toprağın da. Jack oraya bakarken rüzgâr güllerinin değişik yönlere dönmekte olduklannı gördü. Kuleler sivri kılıçlar gibi yükseliyordu göklere. Agincourt gerçekten de taştan yapılmışa benziyordu.

Bin yıllık taştan. Zift gibi kara. Üst kat pencerelerinin birinde bir an bir ışık parlayıp söndü. Jack'e sanki otel kendisine göz kırpmış gibi geldi. Sonunda Jack'i bu kadar yakınında görünce için için eğleniyordu sanki. Bir an sonra karanlık bir gölge pencereden uzaklaştı, sonra da bir bulutun hayali düştü cama.

Binanın içinde bir yerden Tılsım yalnız Jack'in duyabildiği şarkısına devam ediyordu.


3

"Galiba büyüdü," diye soludu Richard. Otelin üst kısmını tepenin ardında gördüğü andan bu yana, kaşınmayı unutmuştu. Yanaklarındaki şiş kızarıklıklarının arasından ve üzerinden yaşlar aşağıya kayıyordu. Jack onun gözlerinin hep şişlikler arasında kaldığını gördü. Artık gözlerini kısmak istediği zaman bile gözlerini kısmak zorunda kalmıyordu Richard ."İmkânsız ama, otel daha küçüktü, Jack. Eminim bundan."

"Şu anda hiçbir şey imkânsız değil," dedi Jack. Aslında bu söze hiç gerek bile yoktu. İmkânsızlıkların alanına çoktan geçmişlerdi. Agincourt öyle büyük, öyle görkemliydi ki, kasabanın geri kalanıyla vahşicesine oransız duruyordu.

Kara otelin mimarî süsü püsü, o kuleleri, o rüzgâr gülleri, o kupolala-rı, çıkıntı ve oyukları burayı şaka havasında bir hayal gibi göstereceği yerde, kötü bir yer gibi gösteriyordu. Bir kâbustu sanki. Bir tür Anti-Disney-land'a ait gibiydi; Donald Duck'un Huey'i, Dewey'i ve Louise'yi boğazladığı, Mickey Mouse'un Mini'yi vurduğu bir yer.

"Korkuyorum," dedi Richard. JASON ŞİMDİ GEL, diye seslendi Tılsım.

"Benden uzaklaşma, dostum. Yağdan kıl çeker gibi gireceğiz."

JASON ŞİMDİ GEL!

Diyar ağaçları kümesi Jack yaklaşırken hışırdadı.

Richard korkuyla bir adım geride kaldı. Jack içinden, belki de Richard artık önünü göremiyor, diye düşündü. Hem gözlüğü yoktu, hem de gözleri şişip gittikçe kapanıyordu. Jack elini arkaya uzatıp Richard'ın elini tuttu, elinin ve bileğinin ne kadar incelmiş olduğunu farketti.
Richard sendeleyerek ilerliyordu. Sıska bileği Jack'in elinde alev alevdi. "Ne yaparsan yap, sakın yavaşlama," dedi Jack. "Yanlarından geçelim, yeter."

"Yapamam," diye hıçkırdı Richard.

"Seni taşıyayım mı? Ciddiyim, Richard. Bu iş çok daha kötüye gidebilirdi. Kampta onun adamlarının o kadar çoğunu temizlememiş olsaydık, elli adımda bir nöbetçi çıkardı karşımıza."

"Beni taşırsan hızlı gidemezsin. Seni yavaşlatırım."

Ya şimdi ne yaptığını sanıyorsun Av/diye düşündü Jack. "Yanımda ol ve yıldırım gibi atıl, Richie," dedi. "Ben üç deyince. Tamam mı? Bir... iki... üç!"

Richard'ın koluna asıldı, ağaçların önünden koştu. Richard sendeledi, soludu, sonunda doğrulup düşmeden ilerlemeyi başardı. Ağaçların diplerinden toz bulutları yükseldi, toprağın parçalanma sesleri duyuldu, dev böceklere benzer parlak yaratıklar dışarı uğradı. Küçük kahverengi bir kuş dipteki otların arasından havalandı, fil hortumu gibi bir kök uzandı, onu havada kaptı.

Bir başka kök Jack'in sol bileğine yöneldi ama ulaşamadı. Gövdenin kabuğundaki ağızlar uludu, haykırdı.

(SEVGİLİ? SEVGİLİ ÇOCUK?)

Jack dişlerini sıktı, Richard Sloat'u oradan uzaklaştırmaya çalıştı. Ağaçların tepeleri sallanmaya, eğilmeye başlamıştı. Kök toplulukları kendi bağımsız iradeleriyle hareket ediyorlarmış gibi yolun ortasındaki çizgiye yönelmişlerdi. Richard tökezledi, yavaşladı, başını çevirip Jack'in öte yanından uzanan ağaçlara doğru baktı.

"Yürü!" diye bağırdı Jack. Richard'ın koluna asıldı. Kızarıklıklar sım-sıcaktı teninde. Richard'ı çekti. Çok fazla sayıda kök, orta çizgiyi aşmış, sevinçle onlara yaklaşıyordu.

"Tanrım!" diye bağırdı Richard, "Jason! Beni yakaladı! Beni yakaladı!"

Jack dehşetle baktı, kökün ucunun, kör bir toprak kurdunun kafası gibi kalkıp kendisine baktığını gördü. Kök havada tembel bir hareketle döndü, Richard'ın yanan koluna bir kere daha sarıldı. Öteki köklerde yolun üzerinden onlara doğru kayıyorlardı.

Jack, Richard'ı çekebildiği kadar hızla çekti, yirmi santim kadar mesafe kazandı. Richard'ın koluna sarılmış olan kök gerildi. Jack kollarını Richard'ın beline sardı, onu acımasızca geri çekti. Richard korkunç bir çığlık attı. Jack bir an için arkadaşımn kolunun koptuğundan, omzu hizasından ayrıldığından korktu. Ama içinden bir ses ÇEK! diyordu. Topuklarını yere gömdü, daha bile kuvvetli asıldı.

İkisi birlikte neredeyse köklerin arasına devriliyorlardı. Richard'm koluna sarılan tek kök kopmuştu çünkü. Jack ayakta kalmayı birkaç adım gerilemesi sayesinde başardı. Richard'ı da çekebilmek için belden iki büklüm olmuştu. Böylelikle ağaçlan geçtiler. Aynı anda, daha önce de duydukları o garip ses duyuldu. Bu sefer Jack'in Richard'a koş demesi gerekmedi.

En yakındaki ağaç topraktan çıktı, yerleri sarsan bir gümbürtüyle Richard'm ancak bir metre ötesine devrildi. Ötekiler yola devrildiler. Köklerini havada saç gibi salladılar.

"Hayatımı kurtardın," dedi Richard. Yine ağlıyordu. Şok ve korkudan çok, zayıflıktan ve yorgunluktan ağlıyordu.

"Şu andan itibaren sırtıma alıyorum seni," dedi Jack soluk soluğa. Eğildi, Richard'ın sırtına çıkmasına yardım etti.
4

"Sana söylemem gerekirdi," diye fısıldadı Richard. Yüzü Jack'in boynuna dayanmış, yanıyordu. Ağzı Jack'in kulağına yakın yerdeydi. "Benden nefret etmeni istemem ama, etsen de seni suçlayamam. Sana söylemem gerekirdi, biliyorum." Ağırlığı hemen hemen hiç kalmamıştı. İçi boşalmış bir çuval gibiydi.

"Neyi?" Jack, Richard'ı sırtının geniş yerine oturtmuştu.

"Babamı ziyarete gelen adam... Hazırlık kampında... ve dolapta," Richard'ın boş çuval gibi vücudu Jack'in sırtında titredi. "Sana söylemem gerekirdi. Ama kendime bile söylemiyordum." Teni kadar sıcak olan soluğu Jack'in kulağını yaktı.

Jack düşündü. Tılsım yapıyor bunu ona. Bir an sonra düşüncesini düzeltti. Hayır, kara otel yapıyor.

Bir sonraki tepede burunları yokuş aşağı parketmiş olan iki Cadillac, çocukların ağaçlarla mücadelesi sırasında kaybolmuşlardı ama, kara otel duruyordu. Jack'in ileriye doğru attığı her adımla da büyüyordu. Sıska, çıplak kadın da otelin kurbanlarından biri olmalıydı. Dükkânların önünde gösterisine devam ediyordu. Puslu havada minik kırmızı ışıklar dansedi-yor, göz kırpıp yok oluyordu. Zaman diye bir şey yoktu. Ne sabahtı, ne öğleden sonra, ne de gece... zamanın Lânetli Topraklarındaydılar. Aginco-urt oteli taştan gibiydi. Oysa Jack onun taştan olmadığını biliyordu. Tahtaları kalsifiye olmuş, kalınlaşmış, kendi kendine kararmıştı. İçten dışa doğru kararmıştı. Pirinç rüzgâr güllerinde kurt, karga, yılan ve Jack'in tanıyamadığı daire desenler vardı. Ters rüzgârla dönüp duruyorlardı. Pencerelerden birkaçı Jack'i uyarırcasına parıldadı. Ama belki de havadaki kızıl ışıkların yansımasıydı o. Tepenin dibini ve otelin alt katını hâlâ göremiyordu. Kitapçıyı, çayhaneyi ve yangından kurtulan öteki dükkânları geçmeden de göremeyecekti. Morgan Sloat neredeydi?

Zaten tüm karşılama komitesi neredeydi? Jack, Richard'ın incecik bacaklarını daha sıkı kavradı. Tılsım'ın kendisini çağıran sesini yine duymuştu. Kendi içinde daha sağlam, daha güçlü bir benliğin şaha kalktığını hissetti.

"Söylemediğim için benden nefret etme..." dedi Richard sesi sönüp kaybolurken.

JASON; GEL BANA GEL ŞİMDİ!

Jack, Richard'ın bacaklarına sarılıp, bir zamanlar birçok evin bulunduğu yanmış alanı geçti. Diyar ağaçlan fısıldaşıp kıpırdadılar ama Jack'e ulaşamayacak kadar uzaktaydılar.

Boş sokağın ortasındaki deli kadın döndü, çocukların tepeden aşağı yaklaştığını gördü. Olduğu pozda dondu, gözlerini Jack'e dikti. Bir an, serap gibi göründü kadın. Gerçek olamayacak bir şeydi. Açlıktan ölmek üzere, çalı saçlı, turuncu suratlı bir kadın. Derken birden fırlayıp karşı kal-dınmdaki isimsiz dükkânlardan birine daldı. Jack sırıttı. Aslında farkında değildi ama, bir zafer duygusu, zırhlı bir iyilik duygusu içine dolup onu da şaşırttı.

"Oraya gerçekten girebilecek misin?" diye soludu Richard. Jack, "Şu anda her şeyi yapabilirim," diye karşılık verdi.

O otelde hapis duran şarkı sesli nesne emretse, Richard'ı sırtında tâ İllinois'e kadar gerisin geri taşıyabilirdi. İçinde yemden bir kararlılık uyandı, düşündü: Burası çok karanlık, çünkü bütün bu dünyalar burada üstüste gelmiş, bir filme üç fotoğraf çekilmiş gibi olmuş.
5

Point Venuti halkını daha görmeden hissetti. Ona saldırmayacaklardi. Jack demin deli kadının dükkâna kaçıp saklandığını gördüğü anda emin olmuştu bundan. Onu seyrediyordu Point Venuti halkı. Pencerelerin gerisinden, çardakların altından, boş odaların arkasından bakıyorlardı ona. Korkuyla mı, öfkeyle mi, yoksa çaresizlikle mi, orasını pek anlayamıyordu.

Richard sırtında uyuyakalmış, ya da bayılmıştı. Kesik kesik soluyordu.

Jack köpek leşinin çevresinden dolandı, kitapçının vitrininin bulunması gereken yere baktı. İlk gözüne çarpan şey, yere saçılmış bir yığın hipodermik enjektör oldu. Duvarlardaki kitap rafları esner gibi bomboştular. Dükkânın karanlık gerisinde bir hareket hissetti. İki kişi karanlıkta belirdi. İkisinin de sakalı vardı. İnce uzun, çıplaktılar. O kadar sıskaydılar ki, tendonlan ip gibi fırlaktı. Dört deli gözün aklan parıldadı. İki adamın biri sırıtıyordu. Bir tek eli vardı. Ereksiyon halindeydi. Bu olamaz, diye düşündü Jack. Neredeydi adamın öteki eli? Arkasına baktı. Orada bir yığın beyaz kol, dolaşık halde yatıyordu.

Jack öteki dükkânların vitrinlerine bakmadı.ama o geçerken gözler onu izledi.

Az sonra iki katlı küçük evlerin önünden geçiyordu. ŞİMDİDEN ÖLÜ SAYILIRSIN yazısı yan duvardaydı. Pencerelere bakmayacağına dair kendi kendine söz verdi. Bakamazdı.

Turuncu saçlı turuncu suratlar bir alt kat penceresinden bakıyordu.

Bitişik evden bir kadın, "Yavrum," diye fısıldadı. 'Tatlı yavrum Jason." Bu sefer baktı Jack. Şimdiden ölü sayılırsın. Kadın kırık pencerenin hemen yanındaydı. Meme başlarına sokulmuş zincirleri sallayıp şakırdatıyor, yan yan gülümsüyordu. Jack onun boş gözlerine baktı, kadın ellerini sarkıtıp kararsız bir hareketle pencereden çekildi. Zincir aşağıya sarktı.

Odaların arkalanndan, kirişlerin arasından, terasların altlarından gözler onu izliyordu.

Otel karşıdaydı. Ama tam onların hizasında değildi. Yol kıvrılmış olmalıydı. Agincourt şu anda solunda kalıyordu. Deminki kadar görkemli miydi? İçindeki Jason parıldadı, kara otelin çok büyük olmasına rağmen, pek de dağ gibi olmadığım gördü.

GEL SANA ŞİMDİ İHTİYACIM VAR, diye şarkı söyledi Tılsım. HAKLISIN; GÖRÜNMEK İSTEDİĞİ KADAR DA BÜYÜK DEĞİL.

Son tepenin doruğunda durup aşağıya baktı. Oradaydılar, evet. Hepsi. Kara otel de oradaydı. Tümüyle. Ama cadde, plajın kumlarına doğru iniyordu. Kumlar beyazdı. Arada rengi kaçmış dişler gibi kayalar görünüyordu. Agincourt ilerde, biraz splda, şahlanmış duruyordu. Okyanus tarafında koca bir dalgakıran vardı. Denize doğru epey uzun bir mesafeye uzanıyordu. Ön tarafında, uzun bir sıra halinde bir düzine kadar siyah limu-zin araba durmaktaydı. Bazıları tozlu, bazıları ayna gibi pırıl pınldı. Hepsinin motoru çalışır durumdaydı. Beyaz egzoz püskürtüyorlardı. FBI ajanları gibi siyah takım giymiş adamlar çitin yanında ileri geri dolaşıp sanki nöbet tutuyordu. Ellerini gözlerine siper etmekteydiler. Jack adamlardan birinin yüzünden parıldayan iki kırmızı ışığı görünce içgüdüsel olarak yana çekildi, evlerden birinin duvarı ardına saklandı. Adamın dürbünle baktığını bilinçlendiremeden harekete geçmişti.

Bir iki saniye boyunca herhalde tepenin doruğunda apaçık gözükmüştü. Bir anlık dikkatsizlik neredeyse yakalanmasına yol açacaktı. Soluğunu saldı, duvara dayanıp omuzlarını dinlendirmeye çalıştı. Richard'ı sırtında yükseltip daha rahat bir poza getirmeye uğraştı.

Neyse, kara otele deniz tarafından yaklaşması gerektiğini biliyordu hiç değilse artık. Demek ki görünmeksizin kumsala inmek zorundaydı.

Tekrar doğrulduğunda, evin köşesinden aşağıya doğru baktı. Morgan Sloat'un sayısı azalmış ordusu ya limuzinlerde oturuyor, ya da çit boyunca geziniyordu. Jack bir çılgınlık ânında Kraliçe'nin yaz sarayını hatırlayıver-di. Oradayken de böyle bir tepede durmuş, rastgele dolaşan insan kalabalığını seyretmişti. Şimdi nasıldı orası acaba? Kendisine tarih öncesi kadar eski gelen o gün, görünümde bir düzen, bir huzur vardı. Şimdi o da bozulmuş olmalıydı. Biliyordu Jack bunu. Osmond o koca çadır pavyondaki her şeyi yönetiyor olmalıydı. İçeriye girme hakkına sahip olanlar, başlarmı çevirip hızlı adımlarla giriyor olacaklardı. Ya Kraliçe? Beyaz yataktaki o tanıdık yüzü hatırlamadan edemiyordu.

Jack'in yüreği bir anda donar gibi oldu. Pavyondaki hasta kraliçenin hayali geri plana kaydı. Gözünün önünde Sunlight Gardener belirdi. Kırbacı elindeydi. Deniz tarafından esen rüzgâr ak saçlarını uçurup güneş gözlüğünün camlarına indiriyordu. Jack bir an adamın o çürümüş losyon kokusunu da duyar gibi oldu. Beş dakika boyunca soluk almayı unuttu. Duvarın dibinde öylece durup baktı. Kırbaçlı adam, siyah elbiselilere emirler haykırıyor, dans adımlarıyla dönüyor, Jack'in göremediği bir şeyi parmağıyla gösteriyor, hareketinden belli, pek de beğeniyordu.

Jack soluk almayı hatırladı.

"İlginç bir durumla karşı karşıyayız, Richard," diye mırıldandı. "Canı istedikçe iki kat büyüyebilen bir otel var karşımızda. Önünde de dünyanın en deli adamı duruyor."

Jack'in uyuyor sandığı Richard, "...lermaş..." gibi bir şey mırıldanıp Jack'i şaşırttı.

"Ne?"


"İleri marş," diye fısıldadı Richard çok zayıf bir sesle. "Yürü, ahbap."

Jack elinde olmadan güldü. Bir saniye sonra, evlerin arkasından dikkatle aşağıya, kumsala doğru iniyor, yüksek otlann arasından plaja ulaşmaya çalışıyordu.

Bölüm: 40

SPEEDY KUMSALDA


1

Tepenin eteğine varınca Jack otlann arasına yatıp emeklemeye başladı. Richard'ı bir zamanlar sırt çantasını taşıdığı gibi taşıyordu. Yüksek otlann bittiği yere gelince, karnının üzerinde sürünürken dikkat kesildi. Tam karşısında aşağı yolun öbür tarafında, kumsal başlıyordu. Grimsi kumlardan, havanın ve rüzgânn etkisiyle hırpalanmış yüksek kayalar fırlamıştı. Grimsi su köpürerek kıyıya vuruyordu. Jack yolun sol tarafına doğru baktı. Otelin biraz ötesinde, plaj yolunun iç tarafında, dilimlenmiş düğün pastasına benzer eski, yıkık dökük bir bina vardı. Tepesindeki yazının ortası dökülmüş ancak belli harfleri okunuyordu: KINGSLA TEL. Kingland Motel, diye hatırladı Jack. Morgan Sloat'un kara oteli seyretmek için oğluyla birlikte yerleştiği yer. Beyaz bir hayal yolun daha ötesinde kıpırdadı. Bu Sunlight Gardener'di. Besbelli siyah elbiseli adamlannı azarlıyor, ellerini tepenin üzerine doğru sallıyordu. Benim buraya indiğimi bilmiyor, diye düşündü Jack. Adamlardan birinin sağa sola bakarak plaj yolunda ilerlediğini gördü. Gardener bir kesin komut hareketi daha yaptı, Ana Caddenin dibine parketmiş limuzin, otelden uzaklaşıp siyah elbiseli adama doğru gitti, ona paralel olarak ilerlemeye başladı. Adam Ana Caddenin kaldırımına vardığı anda ceketinin düğmelerini açtı, omuz askılığından bir tabanca çıkarıp eline aldı.


Yüklə 2,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©genderi.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

    Ana səhifə