antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma Osmanlı Devletinin tarihinde ilk defa bir Avrupa
devletiyle fiili ittifak yaptığı antlaşmadır. 1790 yılında imzalanan bu antlaşmaya göre,
Prusya Rusya’ya harp ilan edecek ve Osmanlı Devleti barış yapmadıkça Prusya da
harbe devam edecekti. Ancak bu vaat yerine getirilmemiş ve III. Selim, Rusya ile harbe
devam etmek istemiş olmasına rağmen Prusya’nın isteksiz tutumunun da etkisiyle 1792
Yaş Antlaşmasına razı olmuştur (Yılmaz, 1993:20).
Ruslarla Yaş Antlaşmasının imzalanmasından sonra barış devresine girilince, Padişah
III. Selim Avrupa devletlerinin her alanda ileri gittiklerini görerek devletin bozulmuş ve
bozulmaya yüz tutmuş kurumlarını ıslah çalışmalarına başlamıştır. Bu ıslahat
çalışmalarından biri de diplomasi alanında olmuştur. Kuruluşundan III. Selim devrine
gelene kadar Osmanlı Devleti İslam ve Hristiyan devletlere zaman zaman elçiler
göndermiştir. Ancak bu elçiler çoğu zaman tartışmalı bir konunun çözülmesi veya
saltanat değişikliklerinin kutlanması gibi nedenlerle gönderilir ve gittikleri yerde kısa
bir süre kalır, görevleri biter bitmez geri dönerlerdi. Avrupa devletleri ise, hem kendi
aralarındaki hem de Osmanlı Devleti ile münasebetlerini devam ettirmek için daimi
elçiler kullanırlardı. Osmanlı Devleti kendisi ile diplomatik ilişkileri bulunan bütün
devletlerin elçilerini kabul ettiği halede, aynı devletler nezdinde daimi elçiler
bulundurmuyordu. Avrupa’da ortaya çıkan süratli gelişmeler ve devletlerarası
münasebetlerin zamanında takip edilerek, devletin uygulayacağı siyasetin doğruluğunu
tespit etmek için, ilk defa III. Selim zamanında elçilikler kurulmaya karar verilmiştir.
Öncelikle Avusturya ve Prusya elçisi olarak daha önce Belgrad defterdarlığı yapmış
olan Giritli Seyyid Ali Efendi görevlendirilmiştir. İki devlet arasında kurulan bu
bağlantı, Osmanlı Devletinin diplomasi faaliyetlerine canlılık kazandırmış ve ayrıca
Sefir Ali Efendi’nin İstanbul’a gönderdiği rapor ve bilgiler sayesinde Londra ve Paris’e
gönderilecek büyükelçiliklerin diplomasi kurallarına uygun şekilde hareket etmeleri
sağlanmıştır (Yılmaz, 1993:21).
Başlangıçtan itibaren müsbet yönde gelişen Osmanlı-Prusya ilişkileri, Napolyon’un
Avrupa’yı tehdit etmeye başlamasıyla değişikliğe uğramıştır. Hatta Prusya uğradığı
mağlubiyetlerin acısını Osmanlı Devletinden çıkarmak istermiş gibi, bir paylaşım
tasarısı hazırlayarak Rus Çarına vermiştir. Çıkarları gereği Osmanlı Devletine karşı
düşmanca bir tutum takınmaya başlayan Prusya Devleti, bu tutumunu 1828–1829
59
Osmanlı-Rus savaşına kadar sürdürmüştür. Bu savaşta, doğuda Erzurum ve batıda
Edirne’ye kadar ilerlemeyi başaran Rusya karşısında Prusya, Osmanlılar lehine
arabuluculuk teşebbüslerinde bulunarak tekrar dostça bir tutum içerisine girmiştir. 1853
yılında, Rusya’nın Eflak ve Boğdan’ı işgali, Osmanlı Devleti kadar Avusturya ve
Prusya’yı da ilgilendirdiğinden, bu iki devlet durumu protesto etmiştir. Aslında
Prusya’nın asıl endişesi, çıkacak savaşın genişlemesi ve bu arada Fransa’nın Ren
havzasına saldırma ihtimaliydi. 1701 yılında başlayan ve özet olarak bu şekilde gelişen
Osmanlı-Prusya ilişkileri, 1860’lı yıllardan itibaren Alman Başbakanı Otto von
Bismarck’ın düşünceleri doğrultusunda yeni bir zemine oturmuş ve Cumhuriyetin
kuruluşuna kadar devam etmiştir (Yılmaz, 1993:21-22).
Uzun süredir Alman birliği sağlayarak liderlik yapmak isteyen Prusya Devleti, 1871
yılında Versailles’de Fransaya karşı büyük bir zafer kazanmıştı. Bu zafer, bir yığın
krallık, prenslik ve serbest şehirlerde yaşayan insanların oluşturduğu Alman milletinin
Prusya önderliğinde birleşmesinde büyük rol oynamıştır. 1871 yılında ilan edilen Alman
İmparatorluğu, 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20 nci yüzyıla damgasını vuran devlet
olmuştur. Birleşmenin önderi olan Prusya, sosyal yapısı, ideolojisi ve kültürüyle diğer
devletçiklerin çoğu tarafından sevilmiyordu. Güneyin Katolik kültürü, kuzey
şehirlerinin denizci-tüccar niteliği, Hessen ve Ren ülkelerinin endüstriyel ve
Bavyera’nın tarıma dayalı yapısı Prusyalılıkla çatışan unsurlardı. Bu devletçiklerin tek
ortak noktası Almanca konuşuyor olmalarıydı. Berlin merkezli yönetilmeye çalışılan
yeni İmparatorluğun en büyük iddiası mukaddes Roma-Germen İmparatorluklarının
halefi olduğu savıdır. Ancak Roma-Germen tacı bile Viyana’daki Habsburg Sarayı
hazinesinde bulunuyordu. Zaten yeni İmparatorluğun karşısında bulunan en büyük
güçte İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya gibi Avrupa’nın büyük devletleriydi
(Ortaylı, 2003).
8 Ekim 1962 tarihinde başbakan ve dışişleri bakanı sıfatıyla hükümetin başına geçen
Bismarck, istifasını vererek ayrıldığı 18 Mart 1890 tarihine kadar, bütün gücünü Alman
birliğinin kurulmasına ve bu birliğin güçlendirilmesine harcamıştır. Bunun
sağlanabilmesi için de Fransa’nın her bakımdan yalnız bırakılması gerektiğine inanan
Bismarck, bu devletle ittifak kurabilecek durumda bulunan Rusya ve Avusturya’yı
daima Almanya’nın yanında tutmaya çalışmış ve bu devletlerin Osmanlı Devleti
60
aleyhine olarak Doğu Avrupa’da genişlemelerine asla ses çıkarmamış, hatta uyguladığı
siyasetin bir gerçeği olarak, bu gelişmeyi desteklemiştir. Başlangıçtan itibaren dostane
bir şekilde gelişen ve müşterek düşmana karşı birlikte tedbirler alınmasını öngören
Türk-Alman siyasi ilişkileri, Bismarck’ın uygulamaları ile şekil değiştirmiş ve Osmanlı
Devleti bu dönemde önemli menfaat kayıplarına uğramıştır (Yılmaz, 1993:23-26).
1880’li yıllardan itibaren ise, ne pahasına olursa olsun artık İngiltere ve Fransa’ya
bağımlı kalmak istemeyen Padişah II. Abdülhamit’in, ordunun ıslahı için Alman
yardımı istemesi ve Bismarck’ın da doğu meselelerine karşı eski görüşünü değiştirmesi
neticesinde, iki devlet arasındaki münasebetler yeniden düzelmeye başlamıştır. 14
Haziran 1888’de II. Wilhelm’in Alman İmparatoru olması ve 18 Mart 1890’da genç
imparatorun baskıları neticesinde Bismarck’ın başbakanlıktan ayrılmasıyla,
Almanya’nın tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. 1871 Sedan galibiyetinden itibaren
Alman Birliğinin güçlendirilmesini esas kabul eden Almanya, 1884’den itibaren
sömürgecilik ve 1890 yılından itibaren de “dünya politikası” izlemeye başlamıştır.
Çünkü Bismarck döneminde elde edilmiş olan sömürgeler, toprak bakımından
yerleşmeye müsait olmadığından, yayılma güçlüğüyle karşılaşılmış ve bu durum yeni
nüfuz alanları elde etmeyi gerektirmiştir. Anadolu, bu bakımdan oldukça müsait şartlar
ihtiva ettiğinden Alman yöneticilerinin dikkati de Anadoluda toplanmaya başlamıştır.
1889 yılında Alman İmparatoru Wilhelm’in Yunanistan’a yaptığı bir ziyaret
münasebetiyle İstanbul’a da uğrayarak Abdülhamid’i ziyaret etmesi iki devlet
arasındaki dostluğu kuvvetlendirmiştir. Bu yıllarda yapılan iki farklı ticaret
antlaşmasıyla da Almanlar, Osmanlı Devleti içinde çeşitli ticari ayrıcalıklar kazanmıştır.
Bu antlaşmalar neticesinde Almanya, Osmanlı limanlarında posta vapurları işletmeye,
mamullerini Anadolu pazarlarına sevk etmeye, memleketin çeşitli bölgelerinde banka ve
ticarethaneler kurmaya, okullar ve hastaneler açmaya başlamıştır. Barış yolu ile
Osmanlı devletinde yayılma politikası izleyen Almanya, demiryollarının inşası ve
işletmesi konusunda elde ettiği imtiyazlarla birlikte nüfuzunu de iyice arttırmıştır
(Wallach,1985;Yılmaz, 1993:26-32).
1701 yılında Osmanlı Devleti ile Prusya arasında başlayan ve çoğunlukla olumlu yönde
gelişen ilişkilerdeki dönüm noktalarından birisi de 1792 yılında başlayan ıslahat
çalışmalarında Prusya ordusunun örnek olarak alınmasıdır. Osmanlı ordusunun
61
Dostları ilə paylaş: |